81 il 81 günlük 1 hayat by Çarşamba Fen Lisesi - Ourboox.com
This free e-book was created with
Ourboox.com

Create your own amazing e-book!
It's simple and free.

Start now

81 il 81 günlük 1 hayat

  • Joined Dec 2019
  • Published Books 2
2

ADIYAMAN

 

Bir haziran sabahıydı telaşlı bir şekilde valizlerimizi hazırlıyorduk. Geçtiğimiz illere bakıp içindir bizim dikkatimizi çeken bir şehri bütünüyle gezecektik. Bir kaç tane il gezdik geçtiğimiz illerde çok güzel yerler vardı. Fakat hepimiz oy bütünüyle bir şehri gezecektik. Biz de yolumuza devam ettik. Şu an Şanlıurfa-Adıyaman yolu arkadaşlardeyiz. Adıyaman yolu arkadaşdeyken Ali Dayı Restaurant diye bir levhaya rastladık. Tam da o an karnımız çok acıkmıştı. Gidip bir yemek yiyelim ve Adıyaman’ın dikkatimizi çekecek bir özellik olup olmadığını gözlemleyelim diye karar verdik. Restauranta gittik. Menüde dikkatimizi çeken Alabalık oldu beş menü kaşarlı alabalık yedik.Çaylarımızı içerken yan masada oturan turist grubun konuşmasına şahit oldum. Farsça konuşuyorlardı, anladım ki İran’dan geliyorler. İran’dan Adıyaman’ın şarkıları çok güzel bir şey Allah’tan üniversitenin yabancı dil dersi olarak Farsça dersi aldım da ne söylediklerini anlayabiliyordum konuştuklarından. Adıyaman’ın yemek yemeklerini tek bir saydılar kendi yemekleriymiş gibi daha sonra en beğendikleri yemekler söylediler. Tarihi sırada de es geçmediler, tabi olduğu söyledikleri bakın şaşkına döndüm. konuşmaları bizim tayfaya anlattım. Keleş Konağı’nın ilk çay ve muhteşem çayının lezzeti yol boyunca aklımızdan çıkmadı. Yolumuz bizi Adıyaman Üniversitesine götürdü.Adıyaman Üniversitesi’nin adıi gezerken muhteşem bir koku yayıldı, kokuyu takip ettik ve sonunda Adıyaman’ın meşhurlahmacunuyla tanıştık. Az önce yemek yediğimiz için lahmacunları paket yapıp gezmeye devam ettik. Eğri Çay Köprüsün’den geçtik. Merkeze doğru ilerledik. Buldukbaba Camisi’nde namazımızı kıldık. Buldukbaba Camisi sade ve huzurlu bir Camiydi. Mimar Sinan Kültür Parkı da vardı. Rotamızı parka doğru çevirdek. Park da çocuklar için çok güzel materyaller vardı. Ayrıca büyükler için oturma alanları da oldukça fazlaydı.Çarşı beklediğimizden daha kalabalıktı. Oradan ayrılıp Adıyaman Kalesine çıktık. Adıyaman yazısı önünde fotoğraf çektirmeyi de unutmadık tabi.Adıyaman’ın Eski Tuz Hanı’na gittik Tuz hanı gerçekten eskiydi. Bizim merdivenfa kaleyi çok beğendi.Hem merdivenlerin Adıyaman’ın çoğunluğunun o tepeden görünmektedir.Oradan Adıyaman’ın Eski Tuz Hanı’na gittik Tuz hanı gerçekten eskiydi. Mor Pavlus Mor Petlus Mor PetrusKilisesine geçelim diye karar verdik.MorPavlus Mor Petrus Kilisesine gittik.Kilisenin içerisinde kocaman bir avizenin altında. Koçaman bir Tevrat, Kilisede’yi açıkladı. Kiliseden sonra Adıyaman’ın meşhur Saat Kulesini gördük. Saat Kulesi’nin üstünde Kartal heykeli vardı muhteşem bir görünüm sergiliyordu.Ordan Adıyaman Müzesine geçtik. Gerçekten bir müzeye konulabilecek eserler oldu içinde. Müzeden sonra Oturakçı Pazarı’nın içini dolaştık.Oturakçı Pazarındaki tesbihler ve bakır cezveler bizi bizden aldı. Orada bize çiğköfte ikram ettiler. Hayatımızda bu kadar güzel çiğköfte yediğmizi hatırlamıyorduk. Buraya geldiken eşim hiç boş durur mu? Eve Adıyamana özel desen olan kilim ve seccade aldı. Oturakçı Pazarından sonra ikindi namazımızı Adıyaman Ulu Camiinde kıldık. Namazdan sonra Perre Antik Kentine heykeline rastladık. Özçekim yaptıktan sonra yolumuza devam ettik. Perre Antik Kentine vardık. Komagene Krallığı gerçekten bu yüzyıla kadar kalıcı bir kent kurmuşlar. Biz de fırsatı değerlendirip bol bol resim çekindik. Yolumuza devam ediyor paketlediğimiz lahmacunları yedik.Adıyaman lahmacunu olağanüstü bir lezzete sahipti. Bu enfes lahmacunlardan sonra Roma Çeşmesin. görmeden de olmazdı.Çeşmeden dönerken önemli bir yeri unuttuğumuzu fark ettik. Orası da Pirin Ören Yeri idi. Pirin Ören Yerine girdiğimiz de çok farklı hissetmedik. Bundan önce Perre Antik Kentine her iki tarihi yerde yüzyıllar öncesinden kalma olduğu için birbirine benzer yönleri vardı. Eşsiz tarihi mekanlardan sonra, adıyaman’ın en iyi otellerinden birine bıraktı. Odamızda biraz dinlendikten sonra yemeğe koştuk. Menümüzde: Dövmeç, mercimek çorbası, bol köpüklü ayran, .buhara pilavı, Adıyaman köftesi ve tene helvası vardı. Bu tatlar gerçekten asırlık ve yenilmeye değerdi.Uzun bir zamandan sonra çocuklar da bu yöresel yemekler tatmış oldu. Yemekten sonra mescitte namazımızı kıldık. Odalarımıza geçip yarın gideceğimiz yerler için araştırma yaptıktan sonra yatsı namazımızı kılmaya gittik. Dönüşte de yorgunluktan önce hemen uyuduk. Sabah ezanını duymamız ve kalkmamız bir oldu. Cümbür cemaat namaza gittik. Planımız hemen kahvaltı yapıp daha sonra da gezimize devam etmekti. Bitiremicez anladık ki yavaş davranırsak bu şehri gezmeyi. Kahvaltıda çok güzel yiyecekler bizi bekliyordu: Kavurmalı yumurta, menemen, süzme yoğurt, peynir, tereyağlı çökelek, zeytin, incir reçeli ve son olarak çayımız vardı. Kahvaltıdan sonraki işimiz sahabe türbelerini gezmek olacaktı. Sonra Ebu Zer-i Gıfari türbesine geçtik.’En garip ve en muhtaç olduğun gün, kabre konulduğun gündür’.Diye karşıladı bizi. Beşpınar Mesire Alanında güzel faaliyetlerde bulunuk. Ailecek faytona bağlama, su motoruyla vadinin üzerinde dolaştık ve en son olarak dev Türk bayrağıyla fotoğraf çekerek sonlandırdık. ZEYNELABİDİN türbesine geçtik sonra Beşpınar Mesire Alanından sonraki durağımız bambaşka bir sahabe olacaktı oradan sonra. Afvan Bin Muattal’ın türbesi idi. Orada çok güzel piknik yerleri vardı. Edir sahabe turumuzu bitirmiş olduk.Hemen ardından yolumuzu Kahta’ya çevirdik. Adıyaman’ın kavurmalı hıtabının meşhur olduğunu duymuştuk. O zaman bizde bunu Kahtada yaptıralım dedik. Sincik ilçesine yönelttik. yol katındaki bizim manzara katettiğimiz yollara deydi.KarakuşTümülüsüne vardık sonunda.Geçmişten bugüne böyle eserlerin kalması gerçekten gurur verici. O bir karşıma kocaman bir taş çıktı üzerinde isimler yazılıydı, bizde elimiz kalemleri alıp üzerine kendi isimlerimizi yazdık. Tümülüsten ayrılıp yolumuza devam ettik. yolun kenarında duran mor renkli çiçekler gözümüze takıldı, renkler o kadar cezbediciydi ki inip hemen bu anı ölümsüzleştirdik. Sonra Cendere Köprüsünedoğru yol aldık. Yolda direklerin üzerinde kocaman yuvaları olan leyleklere rastladık. En sonunda Cendere Köprüsüne ulaştık. Cendere Köprü çok duymuştuk gelip görmekte nasip oldu gerçekten. Cendere Köprüsünün akılalmaz bir görüntüsü vardı, teknolojik alet kullanmadan nasıl yapıldığını hiçbir şekilde anlayamadık. Dağların altından su geliyordu anlattıklarına göre eskiden bu su çok daha fazla imiş şu anda çok az bir su geliyordu oradan. Köprüden ayrılırken minyatür Cendere Köprüsü hatırası

alarak evimizin bir köşesinde ona bir yer ayıracaktik.Şimdi istikamet tanrı heykellerinin bulunduğu meşhur Nemrut Dağına. Nemrut Dağı’nın merdivenlerini çıkarken yorulmadıkta diyemeyiz. Sonunda ulaştık gün batımının izlenebileceği en güzel yere.Nemrut Dağı’nın doğusunda ve batısında ayrı ayrı tanrı heykelleri bulunuyordu.AntiochosKommagene kralının mezarı da burada imiş ama henüz bulunamamış.Tanrı heykellerini inceledikten sonra, farkettikki gerçekten acıkmışız. Öğlen yemeği menümüz ise: Yarpuzlu köfte,tevenek sarması ve topak helvası yedik ve alanı gezdikten sonra oradan ayrıldık. Yolumuz şu anda Hz. Uzeyir Peygamber Türbesine doğru gidiyor. Oraya varınca hemen öğlen namazımızı kıldık. Duamızı yapıp orayı gezdikten sonra artık Kırkgöz Mesire Alanını görme vakti gelmişti. Buz gibi suyunun ve eşsiz karelerin ardından mesire alanından çıktık. Adıyaman’ın Gerger ilçesine doğru yol aldık. Gergere varınca ilk durağımız Gerger Kalesi oldu. Gerger Kalesinde güzel vakit geçirdikten sonra Gerger Kanyonuna geçtik. Gerçekten görülmeye değer bir manzarası vardı.Gergerde olan turumuz bittiğine göre artık yolumuzu değiştirebiliriz.Nisibbiköprüsü’nden önce gitmemiz gereken bir yer vardı.Orasımeşur Menzil köyü idi ,o ilahilerden duyduğumuz menzil köyüne gideceğimiz için çok şanslıydık,Menzil köyüne vardık.Erkekler için ayrı,bayanlar için ayrı bölümlere geçtik.Maneviyat açısından çok güzel bir mekan.BurayaŞeyh’den tövbe almak için geliyorlarmış genelde.Bizde bu manevi ortamdan esinlendikten sonra buradan ayrılıp Nisibbi Köprüsüne doğru yol aldık.Geldiğimiz yolları geri dönmüş olabiliriz çünkü; yolları bilmiyoruz aslında iyikide bilmiyoruz bu sayede Adıyaman’ın güzelliklerini daha fazla görmüş olduk. Nisibbi Köprüsüne doğru yolumuz dümdüz ilerliyor. Ve sonunda yapımında büyük emek harcanan Nisibbi Köprüsüne vardık. Nisibbi Köprüsü’nün üzerinde yürümek çok güzeldi. Nisibbi Köprüsünden tekrar yolumuzu geriye çevirdik. Nisibbi yolu dönüşünde Eski Kahta ve Değirmenbaşını unutmuş olamazdık.

Kahta Kalesi için yola koyulduk. Kahta Kalesine çıktığımızda o kadar çok şaşırdık ki, bir kalenin bu kadar güzel yapılması inanılmaz bir şeydi.Kalede mahkumlar için yapılmış zindanlar da dikkatimizi çekti. Aşağıya indiğimizde koca koca taşlar vardı üzerine çıkıp o anı da ölümsüzleştirdik.Dönüşte Değirmenbaşı içinde bir durak yaptık. Değirmenbaşının altını üstüne getirdik ve oradan ayrıldık. Tekrar Cendere Köprüsü mevkiine vardık. Orada ikindi namazımızı eda ettik. Arıların ilçesi Sincik ilçesine kavuşma vaktiydi artık. Sinciğin merkezineilerlerken yolun sol tarafında Heroon Kutsal Alanı diye bir tabelaya rast geldik madem rast gelmişiz orayı da gezmemek olmazdı. Heroon Kutsal Alanı’nı görünce açıkçası restore edilmemiş sadece taş haline bırakılmış bir yapıt gördük, bu da bizi üzdü tabi. Daha sonra Sinciğin merkezine doğru ilerledik. Gerçekten de acıkmıştık. Orada gördüğümüz bir yöresel lokantaya girdik. Çocuklar “önümüze ne verseler yeriz” diyorlardı.

Önümüze: İçli köfte, çiğköfte, mehir çorbası, pirpirim salatası, ayran ve şillik tatlısı koydu Sincik halkından biri. Sincikten ayrılmadan önce meşhur Sincik balından 5 kilo almamak ayıp olurdu. artık Besni ve Gölbaşı için geri dönme vaktiydi. Yolda ilerlerken Adıyaman’ın burma tatlısı karşımıza çıktı. Çocuklarda çok isteyince aldık tabi bi 10-15-20 tane. Dün gece kaldığımız otele geri döndük. Akşam namazımızı kılmaya gittik. Namazdan sonra şöyle oturup da çekirdek çıtlayacak bir yer arıyorduk ki bize Adıyaman’ın Seyir Tepesini önerdiler. Seyir Tepesine giderken yolda davul zurna sesleri duyduk hiçte Ankarada aşina olduğumuz davul zurna sesine benzemiyordu.Ne olduğunu merak edip arabayı yakınlarına park ettik. Büyük kızımın tahminine göre bu bir sünnet düğünüydü. Yaklaşık 30 tane genç Adıyaman’ın meşhur halayı şevko çekiyorlardı. O kadar güzel bir nizam içindelerdi ki kafaları, omuzları ve ayakları aynı anda hareket ediyordu. Biraz izledikten sonra beyaz salamura çekirdeklerizimi alıp, Seyir Tepesine çıktık. O kadar güzel manzarası vardı ki manzarayı izlerken çaylarımız buz gibi oldu. Adıyamandaki ikinci gecemizi Yeni Pınar Camiinde yatsı namazımızı kılarak dolu dolu bitirmiş olduk. Artık bugün Adıyaman turumuzubitirmeliydik neredeyse tatilimizin 3 gününü hiç böyle planlamadığımız bir şekilde Adıyaman da geçirdik. Sabah namazından sonra hemen yola koyulduk. Çocuklar Adıyaman’ın kavurmalı hıtabını o kadar çok sevmişlerdi ki Besniye giderken kendimize kahvaltı için biraz yaptırdık. Yolumuzun üstünde Karagöl vardı. Karagölde kahvaltımızı yaptık Besniye doğru yol aldık. Besniye ilk geldiğimizde önce Besni Kalesini gezdik. Kaleden sonra Su Gözüne geçtik Su Gözündeki içtiğimiz çayı ve manzarayı unutmak kolay olmayacaktı. Oğlum Su Gözündekimasmavi suya daha fazla dayanamayıp daldı. Tabi o anlar çok eğlenceliydi. Su Gözünden sonra öğlen vaktiydi Sofraz Ören Yerine vardık. Orada öğlen namazımızı kıldık ve gezmeye başladık. Suyun üzerinde uzanan kocaman ağacın üstüne dizilip yanımızdan geçen bir beyefendiden bizi çekmesini istedik. Huzurlu bir yerdi gerçekten. Besni turumuzdan sonra Gölbaşına doğru yol aldık Gölbaşındaki tek adresimiz Gölbaşı Tabiat Parkı idi. Gölbaşı Tabiat Parkının kendine has bir güzelliği vardı, hayran kaldık karşısında. O hayranlığın yanı sıra bazı karın guruldamasısesleri duymaya başladık. Adayaman’daki kapanışı tabiki güzel yapacaktık. Doya doya çiğköfte dürümlerimizi yedikten sonra bu yaman şehre yanımızda 4 kitabın birleşmesinden oluşan fotoğraf albümüyle veda ettik. Aslında sadece albümle veda etmedik Adıyamana, Kürtçe birkaç kelime öğrendik. Mesela: vara gel demek, hara git demek,rındey güzel demek, tıçırdıkenapıyosun demek, rova kalk demek, a ta hazdıkıma seni seviyorum demekmiş.Dipnot olarak belirtmek isterim ki Adıyaman Şehri küçük olmasına rağmen bir çok kültürü ve tarihi yeri barındırıyor. Adıyaman’ın Nemrut Dağı ve Cendere Köprüsü dışında da bir çok yerinin keşfedilmesi gerektiğini düşünüyorum.

 

 

3

AĞRI

 

Ofisin o yoğun temposu yetmezmiş gibi iş yerinden çıkışımda eve gidişim her zamanki gibi ayrı bir sıkıntı kaynağıydı.Büyük şehrin hengamesinde atılan her adım bir sıkıntıdır.

Metrodan indiğimde omzumda çantam eve doğru ilerlemeye başladım.

“ Metropol insanın kaderi, yalnızlık. ‘, Diye mırıldandım.Üstümü değişip bir kahve hazırladım, çalışma masama geçtim.Bilgisayarımı açıp ertesi düzenlemeye koyuldum.

Berkay’ın mesajı ile karşılaştığım beni bu dalgınlığımdan telefonuma gelen bir mesaj sesi kurtardı.Telefonu açtığımda en az bir yıldır göremedeğim arkadaşım.

Mutlu olmama yetmişti.Berkay geç saatte uyuyabileceğimi sorgulaması için Arama bitti, mesajınızı belirtiyordu.

Safra dediğim zaman kaybetmeden önce aradım.En az üstünde bir sohbetten sonra beni öğretmenlik için yere davet etti.Hatta bu konuda çok ısrarcı olduğunu ve uçak bilişim tanımlayın bile dedi. ‘, Diye düşünükten sonra teklifini kabul ettim.

Uçaktaytken oğlu 4 günün ne kadar hızlı geçtiğini düşünüyordum.Çalıştığım gazeteden izin almam, yolculuk hazırlıklarını görmem… Hepsi birkaç gün içinde hallolmuştu.

Gittiğim yer olan Ağrı ile ilgili broşürler ve tanıtım kitapçıkları temin etmektir.Bu şekilde az da olsa bir bilgi sahibi olmuştum.

Ağrı Ahmed-i Hanı Havaalanı yavaş yavaş kaydırma kayboluyordu.

EĞLENCELİ İLETİŞİME YÖNELİK.

Bizi yeşil,küçük ve şirin bir ilçe karşıladı.İlk gün dinlendik.İkinci gün ilçe merkezini dolaşıp daha sonra Kösedağ’a doğru hareket ettik.Dağlar bölgesinde olduğumuzun kanıtıydı.Kösedağ’a araçla çıkabildiğimiz kadar yukarılara çıkıp Eleşkirt Ovasını seyrettik.Dağın bir kenarındaki kaynak suyundan kana kana su içtik.

Yoğun bir programımız olduğu için tekrar yola koyulduk.Ve Ağrı il merkezine doğru hareket ettik.İlçeden ayrıldıktan 10 dakika sonra bir köy yoluna girdik.’Nereye gidiyoruz?’,diye sordu.Bana şöyle cevap verdi:

-Fotoğraf makineni hazırla,şimdi tarihi bir eser göreceksin.

Goncalı Köyü en az dört yüz elli yıllık Toprakkale Camii’sine ev sahipliği yapıyordu.Yer yer yıpranmış duvarlarına ve mihrabına rağmen camii tüm ihtişamıyla ayaktaydı.

İl merkezine geldiğimizde önce ülkenin sayılı millet parklarından birini gezdik,dolaştık.Sonra Berkay’ın arkadaşlarıyla toplandık,şehirde önemli bir yere sahip olan kayak tesislerini ve baraj gölünü gezdik.Geceyi üniversitenin konukevinde geçirdik.

Sabah erken saatlerdeki bir kahvaltıdan sonra güney istikametine yönelip yolculuğumuza devam ettik.Bizi önce şifali sularıyla meşhur Dambat köyü karşıladı.Su,gerçekten hazır sodalı sulardan çok daha sertti.

İstikametimizdeki ilk ilçe olan Hamur küçüklüğüyle bizi şaşırttı.Ancak ilçenin bir mahallesindeki kümbet gerçekten görülmeye değerdi.Yeşilliğiyle ve zengin su kaynaklarıyla ön planda olan Tutak ilçesinde mola verdik.Öğle yemeğimizi alabalık tesislerinde yedik.Tesis saibi emekli öğretmen bizi ve yolculuk sebebimizi anlayınca ilginç bir bilgiyi bizimle paylaştı ve şöyle dedi:

-Bakın genç misafirlerim, madem buralara gelip dolaşıyorsunu ilçemizle ilgili şu bilgiyi sakın uynutmayın.Bu küçük ilçe Osmanlı-Rus savaşında bütün Doğuanadolu bölgesinde en fazla şehit veren ikinci ilçedir.Yakın çevremizde üç-dört şehitliğimiz mevcuttur.

Sıcak ve samimi bir sohbetten ayrılmak hepimizi zor gelmişti ama yolundagerekti.

Görmeye alıştıuğımız küçük ilçelerden sonra yüzbin nüfuslı Patnos ilçesi açıkçası görkemiyle ve şehir düzeniyle dikkatimi çekmişti.

Kalabalık çarşısı, alışveriş merkezleri ile sanki çok farklı bir coğrafyadaydık geceyi burada geçierecektik.Dört yıldır orada görev yapan bir öğretmen arkadaş bizi karşıladı.Bir kahvehanede çay içip bir süre sohbet ettik.Açıkçasıhem aç yorgundum.Ama nezaket gereği bir şey söyleyemiyordum.Ancak hal ve hareketlerimden anlamış olmalı kievsahibimiz Vefa Hocaşöyle bir açıklama yaptı:

–Arkadşlar biliyorum yorgun ve açsınız.Amasize dışardan hazır yemek yedirmek istemiyorum.Birazdan bize eve gideceğiz ve yöresel bir yemek yiyeceğiz.

Bir süre sonra evden gelen telefonla kalktık ve hocamızın evine gittik.Bir bahçe kapısından iöçeri girince alabildiğine geniş bir bahçedebulduk kendimiz koca bahçenini içinde iki müstakil ev vardı.Bahçenin diğer boş alanları ağaçlıktı veya bostan yapılmış haldeydi.

Yörenin mimari ve iklimsel özelliklerine uygun olarak yapılmış eve girince bizi ev sahibinin eşi ve henüz yeni yürümeye başlamış kızı Yağmur karşıladı.Biz bir odaya geçip kahvelerimizi içerken içeriye Vefa Hocanın ev sahibi Cemil amca girdi.

Her ne kadar okumamış olsa bile son derece hoşsohbet ve aydın fikirli bir insan olan Cemil amcanın misafirperverliği ve cana yakınlığını anlatacak kelimeler bulamıyorum.

Okuma yazmayı askerde öğrendiğini,yokluklar içinde yetiştiğini ve sahip olduğu her şeye kendi gayreti ile ulaştığını anlatan bu amcadan etkilenmiştim.Eşi Seyran Teyze içeriye gelip’Yemek hazır,buyrun sofraya!’dediğinde yemekte neyle karşılaşacağıuma dair en ufak bir fikrim yoktu.

Yörede Gırar adıyla bilinen ayran çorabasını büyük bir iştahla kaşıklarken sofraya tabak tabak ikramlar gelmeye başladı.Sonradan adının Keledoş olduğunu öğrendiğim ana yemek son derece ilginç ve zengin bir tada ve aromaya sahipti.İçinde bulunduğumuz coğrafyanın en azametli noktası olan Süphan Dağ’ından gelen zengin bitki çeşitliği ile damaklarda unutulmaz bir lezzet bıraktı.

Bahçede semaver çayını yudumlarken Cemil amcanın tadına doyulmaz sohbeti ile başbaşaydık.Ancak beni asıl şaşırtan şey evin torunu olan ve yedinci sınıfa giden Ozan’ın yanımıza gelip dedesine sorduğu soru oldu:

-Dede,bu Ağrı Dağı efsanesi gerçekten yaşanmış mı?Küçük Ozan elinde büyük yazar Yaşar Kemal’inn ‘AĞRI DAĞI EFSANESİ’ adlı eseri ile geldi.Cemil amca bir süre kitaba baktıktan sonra cevap verdi:

-Sevgili torunum bizim bu topraklarımız duyulduk duyulmadık birçok hikayeyi,efsaneyi içinde saklar.Bunu unutma!

Berkay öğretmenliğini verdiği alışkanlıkla sordu:

Sen bu yaşta Yaşar Kemal mi okuyorsun?Senin seviyen üzerinde değil mi?

Cemil amca bize döndü ve şöyle konuştu:

-Yöremizde insanımız için Yaşar Kemal biraz özel bir yerdedir çünkü bü büyük yazar Patnos’un bir değeridir,hemşehrimizdir.Bu nedenle biz de okuruz,çocuklarımıza, torunlarımıza da okuttururuz.Yine aynı şekilde kültürümüzün büyük temsilcisi ve kaynaklarda Kürtlerin Homeros’u diye geçen Evdale Zeynik’i de tanımaya ve tanıttırmaya çalışırız.Değerli hocalarım,Her ne kadar okumamış olsak bile yöremizin Urartu medeniyeti merkezi olduğunu da biliyoruz.

Serin yaz akşamında semaverin başında gecenin geç saatlerine kadar sohbet ettik.O gece inanılmaz bilgiler edinmiştim.

Sabah erken saatlerde dolu dolu Patnos anılarıyla yola çıktık.Van sınırı boyunca yola devam edip Çaldıran ilçesinden geçerek Doğubeyazıt yoluna çıktık.

Daha önce dediğim gibi bulunduğumuz coğrafya dağların dünyasıydı.Tendürek’in eteklerinde yola devam ederken ovada gördüğüm büyük siyah taşların,zamanında aktif volkanik dağlar olan Tendürek ve Ağrı Dağlarının püskürmesiyle oluştuğunu çok sonra öğrenecektim.

Öyle bir noktadaydık ki Tendürek bizi uğurlarken Ağrı Dağı bize hoş geldin diyordu.

 

Doğubeyazıta girdiğimizde şehrin tarihi ve mistik dokusu hemen kendini hissetirdi.Bir süre şehir merkezini gezdik özellikle de Japonyadan Avrupa’ya Dubaiden Çin’e kadar bütün dünya milletlerinin ürünlerinin sergilendiği meşhur pasajları dolaştık, alışveriş yaptık. Öğleden sonra elimizdenki bir telefon numarasından hareketle ilçedeki dağcılık kulübüyle irtibata geçtik. Benim İstanbul’dan buralara kadar tanımak ve tanıtmak amaçlı ziyaretim onları etkilemişti ‘ Şu durumda artık bizim misafirimizsin.’,dediler ve hemen o anda bir gezi ve faaliyet programı çıkardılar. Önce arbalarımıza atlayıp şehirden çıktık, dik ve dönemeçli bir yolu takip edip İshakpaşa Sarayı’na ulaştık. Kalorifer sisteminin dünyada ilk kullanıldığı ve Topkapı Sarayı’ndan sonra ülkemizin en büyük sarayı olan bu harika yapı gerçekten olağanüstü güzellikteydi. Kartal yuvası gibi bir dağın tepesine böylesi bir yapı dört yüz yıl önce nasıl yapılmış, gerçekten inanılır gibi değildi. Sarayı gezerken saatlerin nasıl geçtiğinin Farkına varmamıştık. Ziyaret saati bittiğinde istemeye istemeye oradan ayrıldık. Çok büyük bir düşünür ve şair ve din adamı olan Hani Baba’nın türbesini ziyaret ettik. Geceyi Doğubeyazıt’ın meşhurturistlik otellerinden birinde geçirdik . Ertesi gün dağcılarla beraber arabalarımıza atladık ve Türkiyenin doğudaki en uç noktaasına yani Gürbulak sınır kapısına doğru harekete geçtik . Gümrük alanı araçlarla ve insanlarla doluydu . Kendimi burada bir garip hissettim dile, kolay ülkenin en uç noktasındaydım .

Sınır kapısından tuhaf duygularla ayrıldık . Sonraki güzergahımız metor çukuruydu. Aşağı yukarı yüz elli yıl önce düşen ve Ağrı dağının beton gibi sert eteklerini metrelerce delen büyük bir ateş topunun bıraktığı iz…

Amerika’daki bir metor çukurundan sonra dünyanın n büyük ikinci çukuru olduğunu öğrendiğimde ise hem şaşırdım hem gururlandım. Koskoca bir çukur aykırı görünüşüyle son derece dikkat çekiciydi.

Yolumuza devam ettiğimizde bana  Buz Mağarası’na gideceğimizi söylediklerinde önce yanlış duyduğumu , anladığımı zannettim . Ama yanlışlık yoktu. Bu coğrafyada içinde buzların olduğunu bir doğal mağara varmış.

Geniş bir mağara ağzından içeri girip metrelerce aşağılara doğru yürüdük. Son noktaya geldiğimizde ise gördüğümüz manzara nefesler kesecek kadar güzeldi.

Yazın ortasında olmamıza rağmen mağaranın içinde tir tir titredik. Mağaranın tavanı duvarları her taraf doğal buz katmanıyla kaplıydı böyle bir şeyi bir daha görebileceğimi zannetmiyorum.

Saatler geçmiş ve biz acıkmıştık . Dağcı ev sahiplerimiz rehberliğinde çorak ve çıplak bölgenin tam ortasında yemyeşil bir bahçeye geldik. İçeriyi gezerken arkadaşlarımdan biri bana sordu :

-Şuan gezdiğimiz bahçeye Keşiş’in bahçesi derler rivayete göre Kerem ile Aslı hikayesinde Aslının babası olan Keşiş kızını Keremden saklamak için bu bahçeyi yaptırmış ve bir zaman burada yaşamışlar.

Sonunda Kerem onları burada da bulunca buraları terk etmişler . İşte bu bahçenin ta o zamanlardan kaldığı söylenir.

Bu açıklamadan sonra artık bahçeye daha farklı bir gözle bakmaya başladım öyle ya tarihin sayfaları arasında yolculuk ediyorum sanki . Bir yerde bir gölgelik alan bulduk oturduk. Az ileride yörenin kadınları oturmuş bir şeylerle uğraşıyorlardı. Biraz dikkat edince ellerinde tahtadan bir tokmak olduğunu ve düz bir taşın üzerinde o tokmakla et dövdüklerini gördüm. Benim o tarafa dikkatli baktığımı gören ev sahipleri açıklama yaptılar:

-Bu bizim yörenin dünyaca meşhur Abdigor yemeğidir. Köfteler hazır olunca yiyeceğiz.

Çok ilginç bir yemekle karşı karşıyaydım. Taze ve sınırsız etin dövülmesi birçok baharatla yoğurulması ve haşlanıp pirinç pilavı ile servis edilmesi aşamalarını hem dinleyip hem de  gözlemleyip öğrendim. Herbiri nar büyüklüğünde olan bu ilginç köftenin tadını tarif etmeme imkan yok. Ancak hayatım boyunca böyle bir şey yemediğimi söyleyebilirim. Gece yine otelde kaldık, ertesi gün erkenden Ağrı Dağı’na doğru bir yürüyüş aktivitesine katıldık. Yürüyüş sırasında dağcılar Nuh’un Gemisi ile ilgili bize oldukça önemli bilgiler verdiler. Saatlerce süren yürüyüşden sonra derin bir vadiye geldiğimizde dağcılar şunu söylediler:

-Burası büyük ve küçük Ağrı Dağı arasında kalan bir bölgedir ve bu bölge Türkiye’nin en büyük milli parkıdır. Fazla zamanımız olmamasına rağmen o bölgede oyalanmaya ve oraları biraz daha gözlemlemeye çalıştık. Yine yürüyüş şeklinde ilçe merkezine döndük ve otelimize geçtik , ve erkenden uyuduk . Sabah kahvaltıdan sonra arkadaşımızla vedalaşıp Diyadin ilçesine doğru yola koyulduk.

İki bin iki yüz elli rakımlı İpek Geçit’inden geçerken ister istemez insanın aklına tarihi İpek Yolu gelmiyor değil . Doğudan Batıya dünyayı enlemesine ikiye bölen bir yol üzerinde ilerlemenin hazzını ve heyecanını yaşıyorduk.

Yol ayrımından içeriyen girip yedi kilometre kadar ilerledikten sonra yer altı zenginlikleriyle meşhur Diyadin İlçesi’ne gelmiş olduk. Doğuda kaplıca dünyasının merkezi durumundaki bu ilçe maalesef hakettiği ilgiyi ve değeri görebilmiş değil. Çok büyük bir turizm potansiyeline sahip olmasına rağmen hiçbir bakımın ve modernliğin olmadığı bir yerleşim yerindeydik.

Henüz tam olarak ne yapacağımıza karar vermiş değilken Berkay’ın telefonu çaldı : Ağrı Merkezden kaplıca için Diyadine gelen arkadaşlarla buluştuk . Onlar her şeyi ayarlamışlardı. Önce ilçenin yanından akan Murat Nehri’nin  kıyısına indik. Saklı bir hazine olan Murat Kanyon’unun büyüleyici atmosferinde bir saat kadar doğa yürüyüşü yaptık. İlçeye döndüğümüzde hazırlıklarımızı gördük ve termallere doğru yola çıktık. On dakika sonra ulaştığımız yerde bizi yoğun bir kükürt kokusu karşıladı. Her tarafta fokur fokur kaynayan küçük su havuzları vardı.

Piknik yapmak için gelmiş onlarca aileler vardı Bizde bir çadırı kiraladık ve ilk fırsatta şifalı sulara girdik . Önce hafif bir baş dönmesi hissettim sonra sıcak suya ve buhara alışınca müthiş bir rahatlık ve gevşeme hissettim.

Yöre insanları ile konuşunca Diyadin kaplıcalarını Türkiye’nin en kaliteli şifalı sularına sahip olduğunu öğrendik. Gerçekten de defalarca havuza girip çıkmamıza rağmen bir rahatsızlık duymadım, hissetmedim.

Bir saat kadar sonra Mehmet Ali abi ve ailesi araçlarıyla yanımıza geldiler. Ağrı Merkez’den gelen arkadaşlarımın tanıdıkları olan bu aile bize geleneksel Anadolu misafirperverliğinin en güzel örneğini sundu.

Mehmet Ali abi ve eşi Leyla yenge evde hazırlıyıp getirdikleri yöreye has bir yemeği sundular ve bir yer sofrası oluşturdular. Helise denen yöresel yemeği ortaya koydular. Bir tür Keşkek olan bu yemek son derece güzeldi.

Kaplıca bölgesindeki kurallara uygun olarak gece geç saatlere kadar ara ara şifalı sulara girdik sonrasında da çadırımızda dinlendik.

Sabah Diyadin’den ayrılıp Taşlıçay İlçesine doğru yola çıktık. Ancak ilçeye varmadan bir noktada ana yoldan ayrıldık ve bir köy yolunda yolumuza devam ettik . Ben “Bizim burada e işimiz var?” diye düşünürken en son çıktığımız yükseltinin sonunda muhteşem güzellikle bir gölle karşılaştık. Balık Gölü adıyla bilinen ve  Türkiye’nin en yüksek rakımlı gölü olan bu göl alabalığı ve sazanı ile ünlüdür. 2500 rakım yükseklikte bir tekne sefasının verdiği mutluluk sanırım hiçbir sözcükle tarif edilemezdi.

“Yolcu yolunda gerek” anlayışıyla yola devam etme zorunluluğumuz vardı. Oradan ayrılırken aklımda hâlâ bu gölün olağanüstü güzelliği vardı.

Kavurması ve haşlamasıyla meşhur Taşlıçay ilçesinde karnımız doyurup Ağrı’ya devam ettik. Yol kenarındaki su tabelasının olduğu yerde durduk, su içtik, elimizi yüzümüzü yıkayıp serinledik. Ancak en önemlisi o suyun başında ben yaşadığmız yüzyıla it olmayan , adeta çok eski dönemlerden günümüze gelen Memiş Amca ile tanışacağımızı hiç düşünmemiştim. Yaz kış , gece gündüz her zaman o suyun başındaki bir küçük kulübe tek başına yaşayan bu bilge ve derviş karakterli adamın etkisinden uzun zaman kurtulamadım . Onun tatlı sohbetinden vazgeçmek benim için hiç kolay olmamadı.

Son gecemizi yine Ağrı’da konutevinde geçirdik. Sabah kahvaltısında çok mutlu olmama rağmen son bir haftada yaşadığım mutluluktan ayrılacak olmanın gerek hüzün sanki boğazımda düğümlenmişti. Konuşmuyorduk. Berkay ile ayrılışımız da çok zor oldu.

Uçağın penceresinden bakarken farkında olmadan dudaklarımdan şu sözler döküldü “Teşekkürler Berkay! Teşekkürler Ağrı hiç unutulmayacaksınız.

4

ANKARA

 

Serin bir Eylül sabahına açtı şehir gözlerini. Henüz kızıllaşmaya başlamış yapraklarını hafifçe esen rüzgâr, insana tarifsiz bir huzur veriyordu. Ankara’nın başkenti kendi kendine gri günlere hazırlamaya başlamıştı. Ankara’ya kaderin güzel bir cilvesi olarak yolum böylesine harika bir zamanda düştü.

 

Mazisi dolu, dopdolu bir şehir Ankara ve adeta kanlı canlı bir insan gibi. Kurtuluş Savaşı’nın merkezi seçilip başkent ilan edilişiyle birlikte yaşıyor ve hatıralarının izlerini taşımaya devam eden bir şehir. Cumhuriyet tarihi boyunca en önemli olaylara şahitlik yapıyor. Ankara’yı anlamak ve hissetmek için bu olayların nedenına sadık kalarak gezmek gerekir belki de. Fakat ben önce Gazi’nin huzuruna çıkmak istiyorum ve yolculuğumun ilk durağı Anıtkabir oluyor.

10 Kasım 1938’de geçici olarak Etnografya Müzesi’ne defnedildi. Ankara’nın kente egemen bir tepesi olan Rasattepe –şimdiki adıyla Anıttepe – uygun görüldü. Anıtkabir’in projesi bir yarışmayla belirlendi. Emin Onat ve Orhan Arda’nın projesi başarılı görülerek uygulanmasına karar verildi.

750 bin sınıfarelik alana yaklaşmaktayken yükselen Anıtkabir silueti kendine hayran bırakmıştı. İçimde hâkim olama yapmak bir heyecan ve gururla atıyordum görmekmı. Böyle ulu bir öndere sahip olmanın sevinciyle, ona olan minnetim ve hayranlığımla dolup taşıyordu yüreğim.

Mozoleye gidebilmek için önce Aslanlı Yoldan geçtim. Yolun sağ ve solunda bulunan 24 aslan, “24 Oğuz Boyu’nu” temsil ediyor. Ayrıca ziyaretçilerin de kabrin manevi atmosferine ayak uydurmaya yönlendirildiği Aslanlı Yolda, taşlar Ata’nın huzuruna çıkanların başlarının öne eğik olması için 5 santimlik çim boşluğu bırakarak döşenmiş.

Mozolenin iç duvar ve zemini eşsiz güzellikte mermerlerle kaplı ve tavan renkli, altın varaklı İtalyan mozaikleriyle süslenmiş. Ata’nın kabri 40 tonluk yekpare mermerden yapılan sembolik lahtin 7 metre altındaki mezar odasında bulunuyor. Orada tekrar bir söz veriyorum Ata’ya, kendime: “Açtığın yoldan gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime and içerim.”

 

 

 

Yine Anıtkabir’de yer alan Atatürk Müzesi’ni de geziyorum. Bu müze Atatürk’ün doldurulmuş köpeği Foks’tan tıraş takımlarına kadar özel hayatını yansıtan pek çok parçaya ev sahipliği yapıyor. İlgimi en çok çeken ise Atatürk’ün hem baston hem de tüfek olarak kullanılabilen özel silahıydı.

Mustafa Kemal Atatürk, yüzyıllar boyu tarih sahnesinden inmemiş bu şanlı milleti hastalıklı günlerinden hür ve mutlu olduğu günlere taşıdığı gibi bu güzel şehri de çorak günlerinden alıp gerçek bir başkent haline getirdi. Ankara’yı Ankara yapan Mustafa Kemal’dir. Bundandır ki Ankara’ya gelir gelmez Anıtkabir’i ziyaret etmiş ve Ankara’ya onun gözünden bakmaya çalışmışımdır.

Anıtkabir’den sonraki durağım Meclisler. İlk TBMM binası şu anda Kurtuluş Savaşı Müzesi.  Kurtuluş Savaşı Müzesinde beni karşılayan koridorun her iki yanında ve odalarda; fotoğraflar, yağlı boya tablolar, harp silah araç gereçleri, meclis çalışmalarına ait belgeler sergileniyordu. Müzedeki bütün odaları ziyaret edip sergilenen eserleri inceledim. Bu odalarda çok önemli kararların alındığını ve bu kararların günümüzü şekillendirdiği bilincinde olmak gerekiyor diyebilirim.

18 Ekim 1924 tarihinde hizmete açılan II. Türkiye Büyük Millet Meclisini, Cumhuriyet Müzesi olarak ziyaret ediyorum. Bu müzenin en beğendiğim odasıysa girişte sağdaki ilk odaydı. Döneminde muhasebe odası olarak kullanılmış bu oda “Atatürk İlkeleri Odası” olarak teşhir ediliyor. Odada Atatürk’ün kendi sözleri ve fotoğraflarıyla desteklenerek Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılapçılık ilkeleri anlatılıyor.

İki meclis de dönemin şartlarını, yaşananlarını en güzel şekilde aktarıyordu. Kurtuluş Mücadelesinin ve ardından gelen Türkiye Cumhuriyeti’ni inşa etme sürecinin sancılarını ilk elden görmekten daha güzel ne olabilir ki.

Bulutlar gökyüzünde kümelenirken Ankara Kalesi’ne giden yolu tırmanmaya başlıyorum. Ulus Meydanından Kaleye yürümek düşündüğüm kadar mantıklı bir fikir değilmiş gibi geliyor ama Kaleye ulaştıktan sonra bütün yorgunluğum uçup gidiyor. Şehri ayaklarımın altına seren nefes kesici bu manzara Gri Şehir tanımının yersiz olduğunu düşündürse de biraz zaman geçince Ankara’ya ne kadar yakıştığını fark ediyorum.

Ankara Kalesi’nin o uzun yolundan inerken Hacı Bayram Veli Cami karşılıyor beni. Dış görünüşüyle küçük görünen bu cami içine girdiğimde beni büyük sürprizlerle karşılıyor. İçi beni apayrı bir dünya ile karşılıyor sanki. Her dönemi aktarması çok ilginç olan bu cami özel Çilehane denen yerin altındaki  odaları ile beni şaşırttı. Çilehane’nin en önemli özelliği insanlarin 40 gün boyumca burada kalarak Allah’ı düşünmesiymiş.

Hava yavaştan o güzel kırmızı rengini almaya başlarken acıkmaya başlayınca Hamamönü’nde yemek yemeye karar verdim ancak öncesinde Anadolu Medeniyetler Müzesi’ni gezmeliyim. Bu müze çok etkileyici bir koleksiyona sahip. İnsanlık tarihinin en eski ve güzel eserleri burada sergileniyor. Ankara, Cumhuriyet tarihinin olduğu kadar Anadolu tarihinin de temsilcisi konumunda. Müzede pek çok fotoğraf çekip yemek yemek ve gezmek adına Hamamönüne yola çıkıyorum. Bütün bu yerlerin birbirine çok yakın konumda bulunması işimi hayli kolaylaştırıyor.

Hamamönü tarihi dokusunu korumaya devam eden bir semt. Eski tip evleri, sokak yapısıyla Ankara’nın geçmişine bir ışık tutuyor, zaman yolculuğuna çıkmış hissi veriyor. Şirin bir restoranda yemek yedikten sonra semtin sokaklarında gezerek tarihi havasını soluyorum. Listemdeki son müze ise Ulucanlar Cezaevi Müzesi.

İtiraf etmeliyim ki müzenin tüyler ürpertici bir havası var. Cezaevi yapısı olduğu gibi muhafaza edilmiş ve ziyaretçilere mahkûmların hislerini yaşatmak hedeflenmiş. Bu mahkûmların arasında Nazım Hikmet gibi Ahmed Arif gibi Necip Fazıl Kısakürek gibi tanıdığım isimler de var. 22 balmumu mahkum heykel yerleştirilmiş odalara ve müzenin koridorlarındaki hoparlörlerden tecrit odalarındaki işkenceleri yansıtan çığlık sesleri yankılanıyor. İçinde bulunduğum dört duvar arasında ne işkenceler görüldüğünü ne acılar çekildiğini ruhumun en derinlerinde hissediyordum.

5.koğuşa geldiğimde tanınmış isimlerin ranzalara asılmış biyografileri karşılıyor beni. 6.koğuşta ise bu isimlerin bazı şahsi eşyaları sergileniyor. Bu koğuştan çıkıp mahkumların cezalandırıldıkları zindanlardan geçiyorum ve büyük avluya çıkıyorum. Burada Ulucanlar ’da kalan kişilerin resimlerinin yer aldığı bir ağaç var. Son olarak aralarında İskilipli Atıf Hoca, Necdet Adalı, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Mehmet Pehlivanoğlu’nun da bulunduğu 19 kişinin idam edildiği darağacını da görüyorum ve müzeden çıkıyorum.

Bu müzenin en etkileyici yanı her şeyin asıl haliyle muhafaza edilmiş olması. Duvarlara yazılan yazılara, asılan posterlere dokunulmamış. Bütün ranzalar orada kullanılmış olanlar. Buna eklenen ses ve efekt sistemleriyle, bu müze bana tekrarı mümkün olmayan bir tecrübe yaşattı. Bir millet, tarihinin karanlık yanlarını da kabul etmeli onları da gün yüzüne çıkarmalıdır. Ulucanlar Cezaevi’nde yaşanan trajedilerin üstünün kapatılması yerine buranın bir işkence müzesine dönüştürülmesi çok başarılı bir çalışma olmuş.

Ankara gezimde son durağım Ahmed Hamdi Akseki Camii.  Modern mimarinin en güzel örneklerinden biri. İç mekânda ağırlıklı olarak açık mavi ve altın sarısı kullanılmış fakat göz yormuyor. Yapıdaki muhteşem simetri ve kubbenin yüksekliği mekanı ferahlatmış durumda. Altın süslemelerin arkasında siyah yerine koyu lacivert kullanılarak bir kontrast yakalanmış. Camiyle ilgili en dikkat çekici özelliklerden biri ise hava iyice kararmadan aydınlatmaya ihtiyaç duyulmaması. Pencere konumlarındaki muntazamlık sayesinde içerisi yalnızca güneş ışığıyla aydınlanıyor. Hem iç hem de dış cephedeki modern çizgilerle duvar süslemelerinde kullanılan varaklar, çiniler, vitraylar göze hoş gelen bir uyum içerisinde.  İçeri adım attığım anda büyük bir huşuyla doldu yüreğim.

Cami bölümüünün alt katında yer alanı sergi salonunu da gezdim tabii. Burada ayrıca bir kafe, bir kitapçı, bir kitapçı, ihtiyaç gelip rahatlıkla ders çalışabilmesi için gerekli olup küçük bir kütüphane ve cami çalışmaları bulunmaktadır.

Bu camii ziyaretinden sonra Ankara turum sona erdi. Ankara’dan arkamda bırakarak ayrıldım daha fazla gezilip görülmesi gerekir.

5

ANTALYA

 

Bu sabah da yine şart bana bahşettiği karşı konulmaz güzelliklere şart uyandım. Günün en ihtişamlı anları geliyor, ufukta beliren muntazam güneş Antalya’sına kavuşuyor.

Haftanın yorgunluğunu üzerimden atıp dinginliğe kavuşabilmek için pazar günlerimi Yivli Minare Camisinde sabah namazı kılarak taçlandırıyorum. Şehrin ihtişamlı başyapıtlarından ,, Antalya’da İslam adına yapılmış en eski yapılardan olan firinze çinilerle bezenmiş bu eşsiz güzellikteki cami, şehrin simgesi olarak anılmaya devam etmekte. Mevlevihane’nin bugünkü Devlet Sanat Galerisi olarak varlığını sürdürmekte olduğunu öğreniyorum.

Kahvaltımızda el açması serpme börek, soframızın baş tâcı oluyor ve sıcacık çayı yudumlarken şehri seyre dalıyorum. Şehrin nefes alıp verişini hissediyorum. Deniz henüz yeni uyanmakta … Seçemiyorum ama bir odada bu şarkı şarkısı çalınmakta, bense sadece seyre dalıyorum. Bu şehir yaşıyor; deniziyle, taşıyla, kumuyla … Bu şehir çiçekleriyle yaşıyor. Bunu izleyin, bakınüne bakmak kâfî …

 

Olimpos Antik Kenti ve Ceneviz Köyü, Antalya gezi listemde hâlihazırda bulunmaktaydı. Deniz tekne turuna çıktım. Kendimi mavinin en güzel tonlarına bırakıp yeşilde buldum diyebilirim. Caretta carettalar ile iç içe geçirdiğim birkaç saatin ardından günü yarı yaptığımı fark ettim.

Güzelliği bulutlara erişen narenciye ağaçlarını aşa aşa tekrar şehir merkezine yol alıyorduk. . Öğle yemeği için dillere destan köfte – piyaz ikilisini tercih etmem kaçınılmazdı.

Damakta bıraktığı eşsiz lezzetin ardından hârikulâde güzellikte Düden Şelalesi’ne geçtim. Şelale ilmek ilmek işlemiş kendini, tüm Antalya’ya, ıssız taşlara ve yapayalnız ağaçlara… Karışıyor hayallerimden beslenen bu şelale, her bir katresi umut olan okyanuslara… Şehrin içinde, bir o kadar da şehirden uzak nefesler alıyorsunuz. Yaşadığımı hissediyorum, hissedebilmek huzur veriyor ruhumdaki başıboş çiçeklere…

 

Ve gün sâkinleşiyor ; şehrin bir kısmı uykuya dalıyor, bir kısmı ayaklanıyor. Tüm koşuşturmacalar bitiyor, geç kalışlara özür mâhiyetinde. Şehrin görünen kısmında gün böyle akıyordu…

Güneş, hasret kaldığı denizinin mavisine karışırken kendimi cumbalı evlerle bezenmiş bir sokağın başında buluyorum, bu efsunlu güzelliği seyre dalmış biçimde. Kayboluyorum ufkun rengârenk serçeşmesinde.

Ah o ne güzelliktir ki bulutlar, dalgaları dansa kaldırıyor. Ufukta buluşuyor tüm güzellikler, tüm duâlar, tüm hasretler…

Kendimi bir zeytin ağacının gölgesine bırakıyorum. Issız sokak lambaları altında bu satırları kaleme alıyorum. Dalga sesleri kulağıma ulaşıyor, kuşların akşamüzeri çığlıkları etrafımı sarıyor. Her satırda tekrar tekrar fark ediyorum şehrin en derin güzelliklerini. Antalya’nın  tarih kokusuna birkaç dize şiir karalayıp günü tamamlıyorum.

Ve diyorum ki “Antalya, ne güzelsin?” Hoş şehrimi selamlıyorum…

 

‘ Sen kimi zaman serde

Kimi zaman şehrimdesin

Burada rüzgar deli eser

Kapılmamak elde değil

Bilmez misin?

6

ARTVİN

 

Bu hafta yaz tatili başlayacaktı. Bu yaz tatili diğerlerinden çok farklıydı. Heyecanla bekliyordum çekilişi.İçimdeki coşku bedenimi sarıyordu, yerimde duramıyordum. Çekilişte çıkacak şehre tek başıma, yanımda ailem olmadan gidecektim. Bu benim için bir ilk, aynı zamanda büyük bir olaydı. Sene başında bir proje tasarladım. Şehir projelerinde ilgili sunumlar hazırlayacaktı. Gerçek gerçek ortamlarda kullanılabilir deneyimlerini aktarma fırsatı yakalayacak hem de bu şekilde ülkemizi tanımış olacaktık. Öğrencilerin ziyaret edeceği şehirler kura ile ilgiliecekti ve o büyük gün gelip çatmıştı. Öğretmen kurayı çekmek için beni yanına çağırdı. Cam fanusun içindeki kâğıtları karıştırmaya başladım.Karıştırdım, fanustan heyecanla çıkacağını karıştırdım ve sonunda kare şeklinde katlanmış. İçim içime sığmıyordu, katlı kâğıdı heyecanla açmaya başladım. Son kata geldiğimde sonucu arkadaşım görecek şekilde kâğıdı ona çevirdim. Arkadaşım Emre, “Artvin” diye bağırdı. Çok sevinmiştim. Daha önce orayı hiç görmediğim için Artvin’i ailemin anlattıkları kadar biliyordum. Babam ve annem ben daha dünyaya gelmemişken bir süre orada kalmışlar. Her tarafının yeşil olmasından, ortasından bir nehrin geçtiğinden ve dağlarından bahsetmişlerdi. İki gün sonra yolculuk başlayacaktı, hazırlanmalıydım. Daha önce orayı hiç görmediğim için Artvin’i ailemin anlattıkları kadar biliyordum.Babam ve annem ben daha dünyaya gelmemişken bir süre orada kalmışlar. Her tarafının yeşil olmasından, ortasından bir nehrin geçtiğinden ve dağlarından bahsetmişlerdi. İki gün sonra yolculuk başlayacaktı, hazırlanmalıydım. Daha önce orayı hiç görmediğim için Artvin’i ailemin anlattıkları kadar biliyordum. Babam ve annem ben daha dünyaya gelmemişken bir süre orada kalmışlar. Her tarafının yeşil olmasından, ortasından bir nehrin geçtiğinden ve dağlarından bahsetmişlerdi. İki gün sonra yolculuk başlayacaktı, hazırlanmalıydım.

15 HAZİRAN 2019

İki gün sonra yola çıktık. Gece uyuyarak başlamıştı yolculuğumuz. Hey uyanın Artvin’e geldik! diye bağırıyordu Emre. Birden sıçradım oturduğum yerden, uyuya kalmıştım. Herkes meraklı gözlerle otobüsün camından manzarayı izliyor, fotoğraf çekmek için büyük bir uğraş veriyordu.

Öğretmenimiz Artvin’in Yusufeli ilçesindeki Barhal Çayı’nın yanından geçtiğimizi söyledi. Çayda, Rafting yapanları hayranlıkla ve endişeyle izledik.

Yolculuğumuz Yusufeli ilçesinden Artvin’e doğru devam etmekteydi.

Yusufeli’den Artvin’e giderken birçok köprü ve tünelden geçtik. Çoruh Nehri’nin kenarında süren yolculuğumuz boyu çok güzel manzaralarla karşılaştık. Çoruh Nehri üzerine yapılan barajlar onun hırçınlığını törpülemişti, ama güzel ve ürpertici manzarasından  bir şey kaybolmamıştı. Yusufeli, Artvin’in Erzurum’a sınırı olan ilçesiydi ve Artvin’e bir buçuk saat mesafede yer alıyordu. Daha önce Erzurum’a bağlı olan ilçe 1936’da Artvin’e bağlanmış. Bu ilçede dünyanın en büyük barajlarından biri olan Deriner Barajı’nın devamı olan Yusufeli Barajı inşa ediliyordu ve dediklerine göre bir süre sonra bu ilçe sular altında kalacakmış. Yaklaşık bir buçuk saat sonra Artvin ilinin girişine geldik. Öğretmenimiz Artvin Merkeze girmeden Ardanuç ilçesini de görebileceğimizi söyledi. Aynı zamanda orada yapılan meşhur cağ kebapla karnımızı da doyurabilecekmişiz. Böylece rotamızı Artvin merkeze girmeden, Ardanuç’a doğru çevirdik.

Yusufeli’den Artvin’e giderken birçok köprü ve tünelden geçtik. Çoruh Nehri’nin kenarında süren yolculuğumuz boyu çok güzel manzaralarla karşılaştık. Çoruh Nehri üzerine yapılan barajlar onun hırçınlığını törpülemişti, ama güzel ve ürpertici manzarasından  bir şey kaybolmamıştı. Yusufeli, Artvin’in Erzurum’a sınırı olan ilçesiydi ve Artvin’e bir buçuk saat mesafede yer alıyordu. Daha önce Erzurum’a bağlı olan ilçe 1936’da Artvin’e bağlanmış. Bu ilçede dünyanın en büyük barajlarından biri olan Deriner Barajı’nın devamı olan Yusufeli Barajı inşa ediliyordu ve dediklerine göre bir süre sonra bu ilçe sular altında kalacakmış. Yaklaşık bir buçuk saat sonra Artvin ilinin girişine geldik. Öğretmenimiz Artvin Merkeze girmeden Ardanuç ilçesini de görebileceğimizi söyledi. Aynı zamanda orada yapılan meşhur cağ kebapla karnımızı da doyurabilecekmişiz. Böylece rotamızı Artvin merkeze girmeden, Ardanuç’a doğru çevirdik.

Bu seferki hedefimiz, Şavşat Karagöl’ü görmekti. Saklı Cennet olarak da adlandırılan Karagöl doğal güzelliği ile herkesi büyülüyordu. Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuğun ardından Şavşat Karagöl’e vardık. Karagöl için yazılan ve söylenen her şey doğruydu; gerçekten olağanüstü bir güzelliği vardı. Çok yorulmuştuk ve Karagöl’deki pansiyonda konakladık. Sabaha uzun bir yolumuz vardı.

16 HAZİRAN 2019

Sabah erkenden kalktık, kahvaltının ardından hemen yola koyulduk. Hedefimiz, Artvin Merkez Atatepe ve Kafkasör Yaylasıydı. Aracımız Ardanuç, Şavşat, Artvin yol ayrımından Artvin’e doğru yol aldı.

Artvin şehir merkezi, dağ yamacında yeşillikler içindeydi. Hedefimiz ise zirvede bulunan Türkiye’nin en büyük Atatürk heykelinin de olduğu “Ata Tepeydi”. Ata Tepe’ye vardığımız da Atatürk’ün Kocatepe’deki duruşunu simgeleyen bu heykel, bende hayranlık uyandırmıştı. Ülkemizin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü bir kez daha saygıyla andık. Ardından Kafkasör yaylasına doğru yol aldık.

Artvin şehir merkezinden geçerek meşhur Kafkasör Şenlikleri’nin ve Boğa Güreşleri’nin düzenlendiği yer olan Kafkasör Yaylası’na çıktık. Kafkasör yaylasında bol bol oksijen aldıktan sonra yeni rotamızı belirledik. Rotamız, Borçka-Murgul istikametiydi.

Artvin’den Borçka istikametine doğru yola çıktık. Yaklaşık 40 dakika boyunca yeşillikler içinde bir yolculuk yaptık. Borçka Murgul yol ayrımından Murgul’a doğru yöneldik. Önce Murgul Madeni görecektik, sonra Borçka Karagöl ve Maçahel köylerini gezecektik. Murgul’da, Bakır Madenlerini gördük madenin işlendiği devasa tesisi ve alanı gezdikten sonra, Borçka istikametine döndük. Hedefimiz Borçka-Karagöl ve Gürcistan sınırındaki Maçahel Köyü’nü görmekti. Borçka Karagöl’e giderken Baraj Suları altında kalan bir köye rastladık. Bu yine Gürcistan’a sınırı olan Muratlı Köyü’ydü. Bu köyde, 170 yıllık bir cami de bulunmaktaydı. İki aracın bile yan yana zor sığacağı dar yollardan geçmemiz gerektiğinden otobüsten daha küçük bir araçla yolumuza devam ettik.  Zorlu bir yolculuğun ardından Borçka Karagöl’e ulaşmayı başardık. Tıpkı Şavşat Karagöl gibi hayranlıkla izlenecek güzelliğe sahip bu gölde zaman geçirdikten sonra Maçahel’e doğru harekete geçtik. Gürcistan sınırında bulunan bu köy, UNESCO’nun koruması altında, ayrıca “Dünya Biyosfer Alanı” ilan edilmiş ve birçok canlıya ev sahipliği yapmaktadır. Bu köy geçekten de insanın aklını başından alacak güzelliğe sahipti.

Maçaheli de gördükten sonra Borçka’ya, oradan da sahile gitmek üzere yola koyulduk. Maçahel ve Borçka arasındaki bu yol kışın kapanıyormuş. Oldukça zorlu bir yolculuğun ardından Borçka’ya vardık. Borçka’dan Hopa istikametine doğru yola çıktık; hedefimiz Kemalpaşa İlçesindeki Sarp sınır kapsını görmek, ardından Hopa’yı ve son olarak Arhavi’yi gezerek Artvin yolculuğunu bitirmekti.

Yaklaşık 1 saatlik bir yolculuğun ardından Sarp Sınır Kapısı’na varıyoruz. Burası Türkiye ve Gürcistan arasındaki geçişin yapıldığı kapıdır. Oldukça kalabalık ve gürültülü bir yerdi insanlar sürekli hareket halinde idi. Sarp Sınır Kapısı’nın keşmekeşinden kurtulup geri Hopa’ya döndük.

Hopa sahilde deniz havası aldık, balık ekmek yedik. Sonra Hopa iskelesinde Karadeniz’in Hırçın dalgalarını izliyoruz. Yolculuğumuz Arhavi ilçesinde mavinin ve yeşilin buluştuğu bu topraklarda bitti.

 

7

AYDIN

 

Uzun bir yolculuğun ardından hafızama yeni anılar kazanmakmak için başka bir durağa varmıştım. Uzun hayat tecrübeli toprağın insanlarını seyrederek kalacağım yere vardım. Aydın’ı tanıma heyecanı arasında uykuya daldım.

Yolculuk’un Buharkent’te “Dağlarından yağ, ovalarından bal akan şehir.” Yazılır görmem ve Evliya Çelebi’ye teşekkürlerimi etmem ile “Nereden başlasam?” Didim’in sokaklarına attım. Buradan keşfetmeye başlayacaktım bu şehri. Denize yakın temasta bulunan bir yerde, kahvaltımı yaparak gezime başladım.

Akköy’e gittim için kararlılığıma son veren sözün övdüğü incir ve zeytini ileri tanımak için tıklayın. Arnavut kaldırımları, tarihi evleri, eski kilisesi ile yakınlaştırmak bir uygulama ile sanat ve tarihin bir arada yaşamını sürdürdüğü ilgi çekici bir köydü.

Uzun zamandır bu toprakların ismiyle anılan zeytinin ve incirin dünyasında dalmak için yüzünde tatlı bir yorgunluk olan ve toprakla dost olan, yaşını parmakla saymayı bırakmayı teyzemin yanına çöktüm. Isminin Emine olduğunu öğrendiğim bu toprağın insanına önündeki tezgahta sergilediği zeytinin, incirin, çileğin, zeytin yağının öykünün anlatmak istedim. Beni kırmayıp senelerce bu değerlerin öykünün yaşayarak anlattı.

Emine Teyzeye veda ettikten sonra kaldığım yere  Didyma antik kente  geldim . Didyma kutsal bir mahaldir. Miletos’tan gelen kutsal yol ile bağlantıya sahip Didyma bir kehanet merkezidir. Eski adı ile Yoran olan bu ilçe hakkında olacak olan hatıralarıma mavi ve yeşili ile Akbük’ü, Didim in ünlü sahili  Altınkum’u,tarihi ile Apollon tapınağını ve Milet antik kentini kazandırdıktan sonra Söke ovasını, Priene Antik kenti fotoğraf karelerine  sığdırarak Kuşadası durağıma vardım. Güvercin adayı, plajlarını ve milli parkın harika görselliğini kabul ederek ertesi gün daha fazla anı depolama  isteğimi düşleyerek uykuya daldım.

Güneşin ilk ışıklarıyla, şehrin doğal güzelliğini fazlaca göz önüne serdiği denize, yeşil doğaya misafir olduktan sonra Zeus Mağarası’na uğrayarak rotamı doğuya çevirdim.

Yeni durağım Germencik ilan ettikten sonra Tekin Köye, Magnesia antik kentine yönümü çevirdim. Asya’nın  en eski yedinci kenti olduğu söylenen ızgara planlı cadde ve sokaklarına sahip olan bu eski ticaret merkezini ziyaretimin ardından öğle yemeğini yöre halkının lezzetli ellerinden çıkan yöresel yemekler ile icra etmem gerektiğini düşünerek yöresel yemekler yapan bir lokantaya gittim. Keşkekten yuvarlamasına, zeytinyağının lezzetlendirdiği bir sürü ot ve sebze yemeklerleriyle gözlerimi, birkaçıyla da midemi doyurduktan sonra durağımı biraz daha ilerlettim.

İncirliova’daydım. Durak noktalarımı geniş tutup Aydın’da gezilmemiş yer bırakmak istemiyordum. Asırlık deve güreşlerinin yapıldığı bir zamana denk gelmiş olmanın verdiği sevinçle şölen alanına ilerledim.Davul ve zurnanın müziği eşliğinde baldırlarında boşluğa süzülen kıyafetleriyle adeta bu ilin simgesi olmuş efeleri görmüştüm. Aydın,Yörük Ali,harmandalı zeybeği oyularını ilk defa izliyordum. Ezginin ritmik vücut hareketleriyle görsel bir şölene dönüştüğü bu oyunu izlerken kollarını cesurca havalandırmış ve yüzünde yaptıkları işlerin memnuniyetiyle oluşan gülümsemenin sahiplerine teşekkür ederek organizasyonun ara vermesine doğru   Kültür Parkına gidip sıcak bir çay ile haritama baktım. Daha gezilecek çok yer vardı. Çekmiş olduğum fotoğrafları incelemek için masada yer açıp çayımı  mutlulukla yudumladım. Bir karede Emine Teyze vardı. Tüm gün yapmış olduğumuz sohbet aklıma gelince hafif bir tebessüm ettim. Bir diğer karede Söke ovasında pamuk tarlarına girmeden uğradığım Bafa gölü ve Latmos Heraklia antik kenti vardı. Beyaz bir sayfayı harika bir şekilde anlamlandıran fotoğraflara ayırdığım süreyi durdurarak tekrardan yola çıktım.

 

Koçarlı’dan kısa bir kahve molası ve Tarihi Cihanoğlu Kulesinin ihtişamlı görüntüsüyle ayrıldım Karpuzlu’da Meriçler Göleti`ni fotoğraflayarak Çine’de yolculuğuma mola izni verdim. Çam ormanları ile ilçenin ismiyle anılan çayın verdiği Çine ovası zeytin ve pamuk için vatandır. Şehrin tarihine inmek isteyince  Alabanda Antik Kentine uğramam konusunda verilen tavsiyelere uyarak Doğanyurt köyüne gittim. Antik kentin isminin buradan geldiğine dair iki görüş varmış; Karia dilinde Ala “at” Banda ise “Barış” anlamına gelirmiş. Diğer görüşe göre kentin adı kar tanrısı Alabandos’tan geliyormuş.

Alabanda’ya veda ettikten sonra Aydın ilin merkezi olan Efeler’e gittim. Şehrin özetini yansıtacak olan Aydın Müzesine adımlarımı çevirdim. Aydın’ı genel olarak tanımanın verdiği mutlulukla müzeden çıktım ve midemi kulak çorbası,ebegümeci,yaprak sarması,paşa böreği,irmik ve zerde gibi yöresel lezzetlerle yeniden tanıştırdım.

Adını Trakyalı bir savaşçıdan almış olan Tralleis Antik Kenti’ndeyim. Antik çağın eğitim,spor ve kültür açısından önde gelen yapılarından olan gymnasiuma ait kalıntıdır.  Günümüzde Gymnasium kısmının kemer kalıntıları sebebiyle buraya halk tarafından ‘’Üç Gözler’’ adı verilmiş. Büyük menderesin kuzeyinde uzanan bu yapıyı da geride bıraktıktan sonra   Evliya Çelebinin seyahatnamesinde “Göçük” denilen ve ardından Köşk denilmeye başlanan bu ilçede. Geçerek Sultanhisar da durdum. Nysa Antik kentini de fotoğraf karelerine ekleyerek her sokağının meydana çıktığı ülkenin ilk  plânlı yerleşim yeri olan Atça’ya gelmiştim. Kurtuluş Savaşı’nda yakılan bu köy yeniden mimari oluşum göstererek planlı ve düzenli bir hale gelmiştir. Bu yönüyle Atça’ya “Türkiye’nin Parisi’de denmekteymiş. Her yıl düzenlenen çilek festivali de yöreye gelen ziyaretçilerin davetiyesi durumunda.

Aydın’a gelip de Yenipazar’ın pidesini yemeden gitmek olmaz diyerek yeni durağım Yenipazar da bir lokanta ilan ettim. Yenipazar ‘dan ayrılmadan fotoğraf karelerime Dip Gölünü de eklemek için “Sakin Şehir” adını alan Yenipazar da konaklama kararı aldım. Dip Gölünün ardından konaklayacağın yere vararak tatlı yorgunluğumun sona ermesi için uykunun davetimi kabul etmesini bekledim. Ertesi gün yeni keşifler için yola koyuldum. Sokaklarda turuncu renkler görmemle Nazilli’ye gelmiş bulundum. Tabelaları takip ederek çarşıya doğru ilerledim. Çarşı yolu üzerinde enstrümanları ile hem müzik çalıp eğlenen hem de para kazanmaya çalışan gençlerin çarşıya ayrı bir hava kattığını söylemem gerek. Tostçular sokağında Nazilli’ye has usullere yapılan enfes tostlar kahvaltı yamadığımı bana hatırlatarak kendine doğru çelmeye başarmış durumda. şehrin sloganı ve şehirle özdeşlenen “uzun yaşamın şehri” tabelalarını defalarca  bakarken bu şehrin emekli şehir imajını çizdiğini de

söylemem gerek . Sokakları gezerken kendimi bir anda içinde bulduğum ilçe pazarı organik bir meyve ,sebze cennetine düştüğüm hissini uyandırdı Nazilli’de uzun ve sağlıklı  yaşamamız imkansız olsa gerek pazardan çıkıp soluklanacak bir yer  aradım. karşıma kocaman ağaçların cömertçe gölgelerini insanlara sunduğu geniş ve güzel bir çay bahçesi çıktı. Bunun gibi bir çok samimi çay bahçelerini olduğunu özellikle yazın akşamları  dolup taştığını öğrendim sohbet etme fırsatı bulduğum birinden uzun çarşının biraz ilersinde kalan kestane camisine  adımlarımı yönelttim. Etrafındaki kapalı çarşıyı andıran dükkanların olması nedeniyle dışarıdan duvarları görünmeyen , içeriden gelenleri karşılayan ahşap yapısı ile kestane cami küçük bir çarşı camisi görünümü ile insanları büyülemeye yetiyor.  Sokaklarının büyüsüne alıştıktan sonra                            Bozdoğan’a gitmek için yine yollardaydım.

Bir tabiat ve ekoloji cennetiyle karşılastıgım yer Bozdoğan da Arapapıştı Kanyonuydu. Dünya’nın 8. Harikası olarak gösterilen Bölge SİT alanı ilan edilerek koruma altına alınmış durumda. Ve oradan Madran Dağı’nın eteklerini albümüme yeni görsel anılar kazandırmak için çıktım. Memba suyuna yuvalık yapan bu dağa veda ederek şehir merkezine ardından da ilçe sınırları dışarısına çıkarak soluksuz yolculuğuma kaldığı yerden devam ettim. Dandoloz Çayı boyunca zeytin,narenciye ve daha sonra çam ağaçları arasından Karacasu’ya ulaşmıştım.

Sayısız yaylara sahip Karacasu’dan ayrılmadan önce bu yaylalardan birine gideceğimi aklıma not ederek  Geyre’ye doğru yol aldım. Yolda gördüğüm toprak testicileri ve pideciler bana Karacasu hakkında söylenen “hamura ve çamura “şekil veren memleket sözünün ne kadar yerinde bir söz olduğunu gösterdi diyebilirim . yolun sonunda adını mitolojide yer alan aşk ve güzellik tanrısı olan Afrodit’ten olan Helenistik yapısıyla Afrodisias ile karşılaştım. 2017 de UNESCO dünya mirası listesine alınan bu eski yerleşim yerinin zenginliği kuzeyinde yer alan mermer ocaklarından gelmekteymiş. Günümüzde de çok iyi korunmuş anıt yapıları ile Türkiye’nin en önemli arkeolojik yerlerinden biridir.

Afrodisias ‘la vedalaştıktan sonra ilçenin başka bir güzelliğine yöneldim. İlçeye ilk girdiğimde aklıma not ettiğim yaylalardan birini görmek için daha yükseklere çıktım ve  gözlerime tutulan mavi ve yeşil renklerinden oluşan tabloya baktım . Kahve Deresi yaylasındaydım uzun bir yürüyüşün ardından bu havası soğuk ama görüntüsü sıcak olan cennete veda ettim. Aydın Dağları’nın  eteğinde Menderes Havzası’nda yer alan ve Çul Tepe’nin eteklerinde ve Dandalos Çayı’nın kıyısında Asartepe’de kurulmuş olan Antiocheia antik kentine sahip olan Kuyucak’tan geçerek son durağım olan Buharkent’e varmıştım.

Buharkent “Termal’in başkenti” olarak bilinirken öte yandan “İncir diyarı” olarak da harika bir kent. Aydın Ovası’nın en dar kesiminde olan Tekkeköy’deydim. Aydınlanan veda etme zamanımın geldiğini anladım.

Tarihin babası olarak anılan Heredot, Aydın için “Bizim yeryüzünde bildiğimiz en güzel çalışanının altı ve en güzel iklimin çalışır yer” demiştir.

Ve Aydın da olmak yaşamaktı.Tarihi, kültürü ve doğal güzellikleriyle ilgili unutamayacağım yeryüzündeki en güzel gök – yer iletişimini sağlaması ile muhteşemdi.

8

BARTIN

 

Güzel bir güne, Bartın’da muhteşem çam kokusuyla uyandım. Bartın’ın Bartın’ın mutluydum onu ​​köşesini gören penceremin köşesinde olduğuım kadar. Pencereyi açmamla birlikte içeriye gelen serin orman havasıyla ilk önce irkildim sonra o muhteşem kokuyu içime çektim. Ormanıyla, muhteşem çam kokusuyla, burada bir çok yeriyle en doğru seçimin burası gösterir gösterirüm. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra mutfaktan gelen enfes kokuya doğru yöneldim. Babaannem sofrayı çoktan hazırlamıştı. Mıhlamasından tut kırk katlı böreğine kadar her şey doğaldı. Babaannemin ahırında 2 inek vardı. Ondan süt sağar, yoğurt, peynir ve tereyağı yapardı.

Kahvaltımı güzelce yaptıktan sonra gezmek için il olarak Cenova Şatosu’na doğru yola çıktım. Geldiğimde büyük bir başyapıtla karşılaştım. Bu yapı, önceden iç kaleyken Cenova ailesi tarafından şatoya çevrilmiş. Şatodan çıktıktan sonra Fatih Camii’ne gittik. IX. Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilmiş. Bizans mimarisinin duvar işçiliğini en iyi yansıtan kiliselerinden biri oldu ancak camiye çevrede sonra yapılan onarımlar nedeniyle orijinalliğini kaybetmiş. Orda da fotoğraf çektikten sonra Bartın Ulus- Pınarbaşı yolunun 17. kilometresinde yer alan Ulukaya Şelalesi Drahna Kanyonu’nun bulunduğu yer şelale, Ulukaya Köyü’nde 10 metre genişliğinde bir kaya oyuğu olduğu için 15 metre yükseklikten dökülmesinin oluşmuş.Bu şelalenin efsanesine göre şelale suyunu tadan kişi aşk acısını unuturmuş. Sonra, Boztepe Adası’nın arasından bulunan Ağlayan Ağacın yanına gittim. Ağlayan Ağaç deniliyormuş için bu ağaç, denizden ve havadan seçebilirsiniz. Kemerdere Köprüsü’ne gittim sonra seçin gezip bir bardak çay içtikten. Büyük kaya parçalarından yapılan Amasra Kemerdere Köprüsü’nün ayağında, Roma-Pontus Savaşlarında 7 askerin mızrak savaşı yaptıklarını tasvir eden silik kabartma yerlerinde. Amasra Kuşkayası Yol Anıtı’nın devamı olarak yapılan Amasra Kemerdere Köprüsü, Roma döneminden kalan en önemli tarihi eserler arasında bulunmaktadır. Şimdi Bartın’ın o muhteşem yemeklerini yemkaya gitmeden önce Kuşkayası Anıtına gidiyorum. Bu kaya Roma İmparatoru Tiberius Claudius Cermanicus (MS

 

Yemekten önceki son durağıma da gittikten sonra yöresel yemekler yapan çok şirin bir restaurant buldum. İçeriye girdiğimde çok hoş bir şekilde karşılanmıştım hemen masama oturup menüyü elime aldım. Yemekler o kadar güzel gözüküyordu ki hangisi seçeceğime karar veremedim. En sonunda ana yemek olarak Pumpum çorbası, Pirinçli mantı ve Unlu İspit dolması yanında da Amasra salatası ve tatlı olarak da Halışka dedikleri tatlı da karar kıldım. Seçimleri yaptıktan sonra heyecanla beklemeye başladım. Bu arada da yemeklerin yapılışını öğrendim. Pumpum çorbası mısır unu, et ve et suyu ile yapılıyor. Mısır ununu et suyunda pişirip üzerine kavurma ilave ediyorlar. Elde açılan hamurların içine ayrı olarak kavrulmuş pirinç eklenerek yapılan pirinçli mantı ise, üzerine bol sarımsaklı yoğurt ve sos dökerek servis ediliyor. İspit dolmasını tazecik toplanan ispit yapraklarından yapıyorlar. Amasra salatasının en çok dış görüntüsü hoşuma gitti değişik süslemeleriyle gerçekten damak ve göz zevkine hitap ediyordu. Yemeğimi de yedikten sonra arkadaşlarımla buluşmak üzere Taşhan’daki ünlü Ihlamur Kafeye gittim. Bu kafenin 1810’dan bu yana geldiği söyleniyor. Otantik havasıyla çok hoş bir ortam. Orda Bartın’ın meşhur ve bir o kadar da mükemmel tadı olan Zarbana tatlısını yedik. Kızgın yağda kızdırılıp soğuk şerbete atılan bu tatlı, tam benim damak zevkime göreydi. Tatlılarımızı da yedikten sonra hep beraber Bartın il merkezine bağlı Kutlubeydemirci köyü yolu üzerinde bulunan paintball oyununa gitmeye karar verdik. Alan çok geniş ve yeşillikti. Yaklaşık 1,5 saatimizi burada geçirdikten sonra dinlenmek için Bartın’ın ilçesi olan Ulus’a 27 km uzaklıktaki Uluyayla’ya gittik. Bu yayla, ağaçların kokusuyla, kuşların cıvıltısıyla ve harika yeşilliğiyle ruhu dinlendiren bir özelliğe sahipti.

Hep beraber vedalaşıp evlere dağıldıktan sonra eve gidip babaanneme yaptıklarımı anlatmak için sabırsızlanıyordum. Eve vardığımda babaannem sedir’in üstünde oturmuş yaptığı tatlı böreğiyle beraber çayını içiyordu. Yanına oturduktan sonra bir yandan ona bugün yaptıklarımı anlatırken diğer yandan çayımı içiyordum. Ben konuşmayı bitirdikten sonra babaannem bir anda içeri gitti ben acaba ne oldu diye düşünürken, o elinde üç tane kocaman albümle çıka geldi. Meğer ben böyle hevesli hevesli anlatınca kendi yaşadıkları gelmiş aklına da tekrar hatırlamak, yad etmek için albümlere bakmak istemiş. O kadar çok fotoğraf vardı ki benim küçüklük fotoğraflarımdan tutun, kendi gençliğinde yaptığı her şeyin fotoğrafı vardı bu albümlerde. Albümlere bakarken babaannem bir anda anlatmaya başladı. Aslında babaannemde Bartın’a benim gibi gezmek için gelmiş, hatta dedemi de burada görmüş. Çok güzel değil mi? Hem de Ulukaya şelalesini gezerken…şelalenin efsanesi doğruymuş;). Babaannemle orada biraz daha oturup albümlere baktıktan sonra birbirimize iyi geceler dileyip odalarımıza çekildik. Odaya girdiğimde yatağımın üstünde bir kutu vardı. İçini açtığımda ise bugün çektiğim fotoğraflar ve üstünde babaannemle benim çektirdiğimiz bir fotoğraf olan kırmızı albüm. Fotoğrafları içine düzenli bir şekilde yerleştirdikten sonra üstümü değişip yattım. Yatağa girince fark ettim ne kadar çok yorulduğumu ama olsun iyi ki de buraya babaannemin yanına gelip bu güzel yerleri görüp o enfes yemekleri tatmışım. Yarın yapacaklarımın hayalini kurarken tatlı bir uykuya dalmış gitmişim

 

 

9

BİLECİK

 

Yüzüme vuran güneşin sıcaklığı ile uyandım. Geç geldiğim için karanlıkta fark edemediğim yeni bir şehri keşfedecek olmak beni oldukça heyecanlandırıyordu. Otelin klasik kahvaltısını terk edip, dışarı çıktım. Tarihi Kasımpaşa Camisini geçip taksi durağına geldim. 15 dakika sonra kendimi meşhur alabalık çiftliklerinden birinde, doğanın içinde köy kahvaltısı beklerken buldum. Gezecek çok yerimin olması güne erken başlamama, erken başlamak da doğanın güzelliklerini görmeme faydaları sağladı. Kahvaltının ardından Kurtuluş Savaşı için büyük öneme sahip 1. ve 2. İnönü savaşlarının şehitlerinin de bulunduğu Metristepe Şehitliği gitmek için yola çıktım. Virajlı yollarını geçerek şehitliğe ulaştım.Şehitlikte Mustafa Kemal Atatürk ‘ün İsmet İnönü’ye yazdığı tebrik mektubunun yazılı olduğu büyük bir anıtta vardı. Tarihi hava beni duygulandırdı. Osmanlı Devleti’nin kurduğu topraklara, Söğüt ilçesine gitme vaktiydi. Söğütte bulunan Ertuğrul Gazi türbesine ulaştığımda saat öğlene yakındı. Hızlı bir müze de gezerek türbenin yanında bulunan kıl çadırlara göre ayran ve köylü incelemek. Beklerken benimle birlikte yorum bir amca ile muhabbet etme fırsatım da oldu. Her yıl Eylül ayında buralarda Yörük Bayramı adı altında bir panayır kurulurmuş. Panayıra Türkiye’nin her yerinden insanlar gelirmiş. Hatta yörük dernekleri kendi çadırlarını kurar, çeşitli etkinlikler düzenlerlermiş.Biz muhabbeti ilerlettiğimiz sırada gözlemelerimiz geldi. Gezecek birkaç yerim olduğu için fazla oyalanmadan kalkmak zorunda kaldım. Sırada kuruluşun ve kurtuluşun şehri “Bilecik” vardı. İlçelerin il ile mesafesinin bu kadar yakın olması beni çok mutlu etti. Çünkü ulaşımda hiç sorun yaşamadım. Bilecik’in girişinde Şeyh Edebali Türbesine yakın otobüsten indim. Yokuş aşağı gezerek türbeye indim. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in kayınpederi ve yüce bir insan olan Şeyh Edebali’nin kabrini ziyaret edip dua etmek huzurlu hissettirdi. Osmanlı Padişahları Tarih şeridini gezdim. Bilecik ilini bir tarihi önce tarihi saat kulesine doğru yola çıktım. Hızlıca saat kulesine vardım. Turistlerin ve fotoğrafçıların dolup taştığı saat kulesinin manzarası muazzamdı. Bende hatıra fotoğrafı çekinerek yoluma devam ettim. Sırada Bilecik Müzesi vardı. Bilecik sokaklarını rahatça gezebilir için araç kullanmak istemedim. Müzeye ulaştığımda önce “Tarihi Eserler” çıktı girdim. Eskiden yaşayan kişiler portreleri, kullandığı eşyaları ve Osmanlı tarihine ait tabloları inceledim. Geri kalan bölümleri de oradan ayrıldım. Çok geç olmadan Osmaneli ilçesine doğru yola çıktım. Burada Osmaneli evlerini ve ardından Yenipazar Harmankaya Kanyonunu görecektim. Osmaneli ‘ne ulaştığımda hava kararmak üzereydi. Osmaneli evlerini gezip, yöresel yemekler yapan bir dükkana girdim. Bilecik ‘Kayseri’de mantısına rakip meşhur mercimekli mantısını sipariş ettim. Mantı söylediği kadar harikaydı. Gündüz çok yolculuk yapmam beni yormuştu. Kalacak bir pansiyon bularak bir an önce uyumak istiyordum. Pansiyon sahipleri güler yüzlü ve sevecen insanlardı. Mis gibi temzilik kokan bir odada hemen uykuya dalmışım. Sabah böyle bir odada uyanmak beni mutlu hissettirdi. Harmankaya Kanyonuna gitmek için hızlıca pansiyondan ayrıldım. Hem de orada piknik yapabileceğimi düşünerek kendime bir şeyler satın aldım. Kanyona ulaştığımda güneş yükselmeye devam ediyordu. Burada da anı ölümsüzleştirmek için bir sürü fotoğraf çektim. Güzel manzaranın olduğu aldıklarımı yiyerek oradan ayrıldım. Sırada Pazaryeri ilçesi vardı. Yolda Bilecik ‘tanıtımını yapan afişler vardı. “Taşı mermer, toprağı seramik, yaprağı ipek, kuruluşun ve kurtuluşun beşiği; Bilecik “yazıyordu. Soylu fabrikasının dükkanında boza içtim ve helva yedim Pazaryeri ilçesine ulaştığımda uzun yıllardır ilçede faaliyet gösteren ve ilçenin simgesi haline geliyor. Çanak çömlekleri ile meşhur Kınık köyüne gittim. Çamurun usta ellerde izleyebileceğim bir dükkana girdim. ustanın, benim de istediğim şeyi kendimin yapabileceğini söyleme beni heyecanlandırdı. El parça aldım ve şekillendirmeye başladım. Kendim için bir şeyler yapıyor ve çamurun elimde şekillenmesi heyecan vericiydi. Ustanın da bazı kendime bir vazo yaptım. Vazonun şıklığı tam beni yansıtıyordu. Ustayla çay içip oradan ayrıldım. Ve doğanın eşsiz güzelliğine sahip Kınık Şelalesine ulaştım. Her yerde çekindiğim fotoğraflara burada yenilerini ekledim. Türkiye’nin en küçük illerinden biri olan şehir, atalarımızın mirasını da en güzel şekilde korundu. Gelmeden önce köylü teyzelerin; ”Bilecik’e gelip kamber biberi kızartmasını yemeden gitmek olmaz” diyen ısrarlarına dayanamayıp köy sofrasına oturdum. Buralarda köylerden ismini alanından yiyecek vardı. Mesela Çaltı köyü domatesi, Küre köyü üzümü … gibi. İnsanların samimiliği, sıcaklığı yurdun neresinde olursak olalım aynıydı. Yeni bir yer daha keşfetmiş olmamın mutluluğu ve gururu ile buradan ayrılmak için otobüse bağlantı ve yeni bir geziye yelken açtım.

 

10

BOLU

 

Bugün çam ağaçlarıyla çevrili Abant Gölü’nde bir bankta oturuyorum.İçime çektiğim temiz hava kokusuyla ruhumu dinlendiriliyor, nefes alabilirliğini yaşı.Asasında Bolu’da nereye gitmeliyim.

Abant. Bolu aşçılar diyarı …. Bolu’nun güzel yemeklerinden sipariş ederek yemeye başlıdık .Yemekten sonra kalkıp gezintimize devam ettik.

Binme deneyimi de yaşayabileceği bir kulüp gördük..Binenleri’nde Biraz ilerledikten sonra buraya gelenlerin Cumali ile ben de bu deneyim yaşamak istedik ve biz de bindik.Çok eğlenceliydi gerçekten.Ama daha bitmedi. Bolu’nun tarihinin kokusunu bir müzeydi burası.Müzede yer neredeinin maketi de gerekli.Ayrıca gezdiğimiz yerler hakkında ve Bolu’nun müzede.

Göynük Zafer Kulesi’ne geldik.Bolu’nun uluslararası Cittaslow (Sakin Dosyaları) Birliği’ne üyeeliği kabul edilen ilçesi zaferini temsilen yapılmış bir eser, ve gerçekten görülmeye değer yerlerden ..

Bolu’ya bakınca ilk önce bakın doğaya doyar insanın sonra tüm benliği dinlenmeye koyulur, dinlenir, rahatlar, sevinir, güler …

Müzeden çıktıktan sonra yöresel ürünler satan köylüler parkur boyunca satmak istedikleri ürünleri sergilerler.Burası oldukça turistik bir nokta olduğu için,yöresel ürün tezgahları da oldukça ilgi görmektedir.Ve bir banka oturararak doğayla başbaşa kalmanın keyfine vardık bugün.Yeşil deniz gibiydi,uçsuz bucaksız…Ertesi gün Yedigöller Milli Park’ındaydım.Gerçekten büyüleyici bir atmosfere sahip.Göz alabildiğine uzanan doğa karşılıyor yine bizi.Tadına doymak mümkün değil.Kayın,meşe ve karaçam ormanları arasında yer alan göller ve zengin bitki örtüsüyle Türkiye’nin en güzel yerlerinden.O kadar çok göl var ki burada.Büyükgöl,Seringöl,Deringöl,Nazlıgöl,Küçükgöl,İncegöl ve Sazlıgöl ….Hepsi çok güzel .Renkleri muhteşem.

Doğa ile iç içe uzun yürüyüşler yapmak için çok güzel bir yer.Bu yüzden annemlerle piknik için burayı seçtik.Burda piknik yaparak günümüzü eşsiz doğal güzellikler arasında geçirmek istiyoruz.Annem hazırladığı yiyecekleri sofraya koyarken ben de ona yardım ettim.Açık hava gerçekten insanı acıktırıyor bu yüzden tıka basa yemek yedim.Sonra da babamla biraz yürüyüş yaptık.

Ailemle birlikte geçirdiğim bu güzel günden sonra eve geldik.Yorgunluktan uyuklayarak günlüğümü yazmayı başardım..Ertesi gün Yedigöller Milli Park’ındayım.Gerçekten büyüleyici bir atmosfere sahip.Göz alabildiğine uzanan doğa karşılıyor yine bizi.Tadına doymak mümkün değil.Kayın,meşe ve karaçam ormanları arasında yer alan göller ve zengin bitki örtüsüyle Türkiye’nin en güzel yerlerinden.O kadar çok göl var ki burada.Büyükgöl,Seringöl,Deringöl,Nazlıgöl,Küçükgöl,İncegöl ve Sazlıgöl ….Hepsi çok güzel .Renkleri muhteşem.

Doğa ile iç içe uzun yürüyüşler yapmak için çok güzel bir yer.Bu yüzden annemlerle piknik için burayı seçtik.Burda piknik yaparak günümüzü eşsiz doğal güzellikler arasında geçirmek istiyoruz.Annem hazırladığı yiyecekleri sofraya koyarken ben de ona yardım ettim.Açık hava gerçekten insanı acıktırıyor bu yüzden tıka basa yemek yedim.Sonra da babamla biraz yürüyüş yaptık.

Ailemle birlikte geçirdiğim bu güzel günden sonra eve geldik.Yorgunluktan uyuklayarak günlüğümü yazmayı başardım..

 

Ve sonraki gün yine doğa ile başbaşayız.Bolu göllerinin maviliği içimize işleyerek ,doğanın kokusuyla iliklerimize doluyor.Mesela Çubuk Gölü 1150 m yüksekliğinde her mevsim muhteşem manzaralar sunan heyelan set gölü.Sadece doğanın sesini dinlemek isteyenler için harika bir atmosfer sunuyor.Aynı zamanda Sünnet gölü,Seben Gölü,Sülüklü Göl Bolu’nun saklı cennetlerinden.Bolu da gezmek çok güzel.İnsan nereye gideceği konusunda kararsız kalabiliyor.Bu yüzden Cumali ve ben boş zamanlarımızda sırayla plan yaparak heryeri görmeye ve gezmeye çalışıyoruz.Yemyeşil tepeler arasında parıldayan harika  doğa, fotoğraflık manzaralar sunuyor.Tabiki telefonumuzu fotoğraflarla dolduruyoruz yine.

2011 yılında tabiat parkı ilan edilen Göksu Tabiat Parkı ve içinde bir de Aladağ göleti.Aladağ göleti çevresinde kamp yapılabildiğini keşfettik ve daha sonra bir iki arkadaşımız ile buraya gelerek deneyimlemek istediğimiz bu kamp serüveni için plan yapmaya karar verdik.Tabiki buraya kadar yol almışken Bolu’nun Pamukkale’si olarak anılan Akkaya Travertenleri’nin ilgi çekici manzarasıyla karşılaşıp fotoğraf çekmeden olmaz.Bolu’nun yemyeşil doğasının pamuk rengi travertenlerle buluştuğu Akkaya Travertenleri yürüyüş,piknik ve gezi için eşsiz bir yer.

Bugünki gezimizin yorgunluğunu atmak için evin yolunu tutuyoruz.Eve doğru ilerlerken Bolu’nun tarihinden süzülüyor gibiyiz.Bolu sokakları eski Türk evlerini tanımak isteyenler için ziyaret edilmesi gereken bir yer.Mudurnu evleri,Göynük evleri,Seben Kaya evleri bölgenin tarihini ve kültürel özelliklerini yansıtan nostaljik atmosfer sunuyor.

Ertesi gün için Cumali ile Akşemsedin Türbesine gitmek için yola çıkıyoruz.Fatih Sultan Mehmet’in hocalığını yaptığı bilinen Akşemseddin ,tarihte ve İslam dünyasında fazlaca etkileri olan bir kişi.1464 yılında Fatih Sultan Mehmet ‘in emri ile yapılmış huzur dolu bir mekan.Bolu’nun en çok ziyaret edilen yerlerinden biri.Daha sonra  Akşemseddin türbesini ziyaret ettikten sonra kayalık bir tepe üzerinde yer alan ve her yöne hakim olan Bizans dönemine ait olduğu düşünülen Gerede Asar Kalesi’ne gidiyoruz.Kale içindeki mağaralar dikkat çekici gerçekten.Kale’de arkadaşımla otururken geçen yıl gittiği Gerede ilçesindeki çam ormanları ile kaplı,temiz havası ve güzel manzarası ile Esentepe Kayak Merkezi’nden söz ediyor.Mart ayından aralık ayına kadar harika konaklama olanakları olduğundan ,eşsiz güzelliklerinden söz ediyor.Açıkçası benim de gitmek istediğim yerler listesindeydi ama Cumali’nin gülümseten tasviriyle gitme isteğim daha da arttı.Ben de Cumali’ye geçen yıl gidip kaldığım Aladağ Yaylalarından bahsediyorum.Kamp olanağı sunan bu eşsiz güzellikteki yaylayı ziyaretim sırasında yaptığım dağ bisikletinden,temiz havasından,yürüyüş parkurundan bahsettim.Cumali’de gidip görmek istediğini ve bu harika atmosferde bulunmak istediğini söyledi.

Bolu’nun eşsiz güzelliklerini bitirince, başka illeri de gezip görmek istiyoruz.

11

DENİZLİ

 

Ege’nin incisi olan Denizli ‘ye geldiniz .Yemyeşil doğası, sıcakkanlı insanlarıyla insanlık saran

 “ASLAN ÖTÜŞLÜ, DAVUDİ SESLİ, NAMI DEĞER: DENİZLİ HOROZU”

Peki sevgili günlüğüm, Denizli Belediyesinin sembolünde ne var dersin? Duyar gibi oldum; Evet Denizli Horozu! Öyle güzel bir sesi var ki; bayılıra kadar süren Denizli horozunu Denizli ‘de görmek beni çok etkiledi. Siyah sürmeli gözleri, uzun boynu, kuvvetli göğsü, balta ibik şeklindeki ibibiği, ”aslan ötüşlü” veya “kurt ötüşlü” diye nam salmış, davudi sesli yerli ırk! Özellikle Laodikya antik kent kazılarında da keşfettiğim.

PAMUK PRENSES: PAMUKKALE …

İlk gördüğüm an vuruldum doğrusu manzaranın güzelliğine.O eşsiz doku ile tek kelimeyle göz kamaştırıcı bir yerdi benim için. Çaldağı’nın güney eteklerinden gelen kalsiyum oksit içeren suların oluşturduğu eşsiz bir güzellik: PAMUKSU BEYAZ TRAVERTENLER… “Antik Kent”: HİERAPOLİS ! Melek Doğhan’dan melek doğhan’dan melek doğhan düşsel mucizesi. Pamukkale, termal kaynakların sürücüleri şifayla binlerce yıl insanlığı kucaklamaktaymış.

KARAHAYIT KAPLICASI

       Pamukkale gezimin ardından yakın mesafede olan Karahayıt kaplıcasına yolum düştü. Kent merkezine 20km uzaklıkta, Denizli’nin termal turizm merkezlerinden biri olan Karahayıt kaplıcası, Mısır Kraliçesi  Cleopatra’nın yıkandığı,çamur banyosu yaptığı ve 5000 yıldır şifa dağıtan önemli bir merkezmiş.”Kırmızı Su” diye de anılırmış buralarda.Gerçekten de şehrin stresini üzerimden alan bu suların şifa kaynağı olduğunu düşünüyorum.

EGE’NİN EN YÜKSEK DAĞI:HONAZ DAĞI…

Sıcak, rahatlatıcı suların ardından Ege’nin en yüksek dağını görmeden buralardan gidemezdim.Ankara-İstanbul,Antalya-Muğla yollarının kavşağında yer alan, 1995 yılından beri milli park olan Honaz Dağı,biyolojik çeşitlilik adına göz kamaştıran güzelliğe sahip muhteşem bir yer.Doğa tutkunlarının vazgeçilmez mekanı en başta da benim! Ayrıca 1.Dünya Hava Olimpiyatları’nın  yelken kanat ve yamaç paraşütü yarışmalarına ev sahipliği yapmıştı. Yamaç paraşütünü deneyecek cesaretim olmasa da yapanları izlemek keyif vericiydi.

GELGELİM  AKHAN KERVAN SARAYINA…

Aslında Akhan Kervansarayı  Selçuklular, Anadolu’daki ticari faaliyetleri canlı tutmak, güvenliği sağlamak amacıyla önlemler almışlar ve bu yollar üzerinde hanlar (kervansaraylar) inşa etmişler.Anadolu Selçuklu Devleti’nden kalma son eser olan Akhan Kervansarayı, Denizli’nin kuzey doğusunda ve Afyon yolu güzergâhında. Akhan Kervansarayı yapımında kullanılan beyaz taşlar oldukça etkileyiciydi. Duvarlarının  kesme taşlarla yapılmış olması ve halen ayakta kalması beni çok şaşırttı.Burada epey vakit geçirdikten sonra en çok merak ettiğim zeybek oyunu için yolumu Tavas ilçesine çevirdim.

 

 

GELELİM ZEYBEĞE

İlk okuldayken öğrenmek isteyip de öğrenemediğim halk oyununa…….!

Denizli’de Tavas Zeybeği olarak bilinmektedir. Kendine has ezgisi, kıyafetleri ve ağır

figürleri ile kökeninde efelerin kahramanlığını anlatır. Efenin heybeti, asaleti, gururu ve

mertliği, Denizli Zeybeği’nde yapılan her figürde yeniden hayat bulur. Asil duruş Denizli

Zeybeği’nin etkileyici hikâyesiyle bütünleşince seyrine doyum olmaz bir manzara ortaya çıkar. Tavas’da sıcak kanlı insanlarının beni kırmadan kısa da olsa müzik eşliğindeki zeybek gösterisi ile gönlüm şenlendi.Öyle heybetli  ve bir o kadar da samimi bir dans idi tarihten gelen.

DENİZLİ’NİN  ÇALGISI

Tavas’ta  yaşlı bir dedenin elindeki sipsi dikkatimi çekmişti.Merakla amcadan bana anlatmasını istedim .Denizli’nin Acıpayam, Beyağaç, Çameli, Kale, Tavas İlçeleri ve köylerinde yaygın olarak yapılan “çam düdüğü-sipsi” yapımı kültürel unsuru bulunuyormuş.Yörede kargı adı verilen kamıştan veya taze çam dalından yapılan el işçiliğine dayalı üflemeli bir çalgı olduğunu öğrendim.Özellikle  çobanlık kültürüne bağlı olarak ortaya çıktığı düşünülmekteymiş.

KEŞKEKSİZ OLMAZ… !

Tavas’ın ardından yolum Babadağ ilçesine düştü .Orada bir düğün yemeğine davet edildim.Misafirperver Denizli halkını çok sevdim doğrusu.Bana  kendi elleriyle yaptıkları keşkekten ikram ettiler.Aslında keşkeği sevmezdim ama mahallemizdeki düğünlere gele gide sevmeye başladım. Anadolu’nun birçok yöresinde yapılan Keşkek Yemeği Babadağ İlçesi başta

olmak üzere il genelinde geleneksel Keşkek Yemeği yapılarak çeşitli gün ve kutlamalarda

baş yemek olarak yeniliyormuş. Haşlanmış koyun veya keçi eti ile haşlanmış ve dövülmüş

buğdayın büyük kazanlarda tokmak yardımıyla sakız kıvamına gelinceye kadar dövülmesiyle

yapılırmış. Ne kadar uzun süre ve kuvvetle dövülürse o kadar iyi olan Keşkek yemeğinin en

lezzetlisi Denizli’de yapılır.Evet tadına baktığım keşkeğin tadını ömrüm boyunca unutamam.

KEBABSIZ ŞEHİR OLMAZ ELBET….

Artık şehir merkezine doğru yolumuzu çevirdik ve bir kebap dükkanında bulduk kendimizi.Adanalılar bilir  ama Denizlininkiler Adanalılardan farklıdır.  Denizli’nin yıllardır değişilmez yöresel lezzeti olan ilimize özgü Denizli Tandır ;Kebabı meşhurdur. Tek kelimeyle damak çatlatan bir lezzetti.Yapımı oldukça ustalık isteyen, odun fırınında pişen bir tür tandır kebabıymış. Yaşını doldurmamış erkek kuzu etinin; özel yapılmış fırında, odun ateşinin karşısında yavaş yavaş kızarmasıyla oluşan, çatal bıçak kullanılmadan servis edilen oldukça lezzetli bir kebap çeşididir.İl Kültür ve Turizm Müdürlüğümüzce UNESCO Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi’ne alınmasına yönelik çalışmalar devam etmekteymiş.

ÇARŞI PAZAR DURUR MU… !

Gezerken içinde kaybolduğum Denizli merkezinde, gezilebilecek yerlerden biri olan Kaleiçi Çarşısı, 800 yıllık tarihi bir geçmişe sahiptir. Muhteşem ürünler satın aldım buradan. Rengarenk bezler ve bu bezlerden üretilen peştamal gibi ürünler aynı zamanda görsel bir şölen. Bu hanın merdiven boşluğundan sarkan, vitrinleri süsleyen ürünler renk cümbüşü oluşturuyor.

PARK MI ?!

Onca yer gezdik ve artık soluklanma vakti geldi benim için. Parklar bizler için hep  dinlenme yeri olmuştur. Denizli kent merkezinde günübirlik gezilmeye uygun bir biçimde düzenlenmiş olan Çamlık Orman içi dinlenme yerinin, denizden yüksekliği 400 m. olup, orman içi dinlenme yerinin aydınlatma, yeme içme yerleri, otoparkı, çeşme, wc, yağmur barınağı, telefon, koşu-yürüyüş parkur alanları, spor alanları, çocuk oyun parkları, hayvanat bahçesi bulunuyor. Yani kısaca harika bir yerdi,tek kelimeyle bayıldım .

                                              MEŞHUR KAYAK MERKEZİ

Denizli’ye havanın serin olduğu bir mevsimde ziyaret edişimi avantaja dönüştürmek istedim. Bu nedenle de meşhur kayak merkezi olan Bozdağ’a gitmeye karar verdim.Kış turizmine elverişli, Batı Anadolu Bölgesi’nin en büyük kayak merkezi olan Bozdağ, kayak sporu için uygun bir alandı.Gerçekten de hem eğlendim hem de manzaranın karşısında hayran kaldım

GÜNEYDEKİ ŞELALE….

Denizli’nin Güney İlçesi’nde bulunan I. Derece Doğal Sit Alanı ve Tabiat Anıtı olarak tescilli Güney şelalesine gitmeye karar verdim.Doğal güzelliği olduğu görülmeye değerdi. Yaklaşık 20 m kullanarak nazlı nazlı dökülen şelalenin kireçli suyu, şelale yatağında kalker basamaklar ve çeşitli oluşumlar meydana getiriyordu. Güney Şelalesi’nin çevresi ağaçlıktı. Şelale altında mağarada pek çok sarkıtlar vardı. Dinlenme ve kamp yerleri de vardı. Gün doğumundan akşama dek izlenmesini önerim.

12

DÜZCE

Yaz günüydü. Özelce şirkette çalıştığımdan Düzce’ye direksiyon sallamaya başladım. Türkiye’nin her köşesini gezip değil almayı sevdiğimden günlüğüm hep yanımdadır. Düzce’nin doğal yerlerinin ve kültürünün güzel olduğunu söylemişlerdi. Türkiye’nin her şehri güzel olduğu gibi güzel Düzce’yi görmek için de sabırsızım. Bolu-Düzce yolu üzerinde otantik bir lokantayla karşılaştım. Karnımın acıkında lokantayı görünce fark ettim. Hemen içeri girdim ve bir garsonun bana gösterdiği yere yöneldim. Lokantanın manzaraya karşı oluşu, yemek yerken ki hazzı daha da arttırıyordu. Yeşil bir tepede olan bu lokanta, çalışanlarının güler yüzüyle birleşince çok daha güzel oluyordu.

Yemeğimi bitirip Düzce’yi hemen yola koyuldum. Düzce. Elimdeki işi vermek için güzel bir kasaba olan Gölyaka’ya geldim. Efteni Gölü aklıma göle karşı çay yudumlama hayali geldi. Çayımı yudumlarken göl üzerinde yüzen ördekleri, neşeyle kanat çırpan çeşit çeşit kuşları seyrediyordum. Bir yandan da günlüğümün sayfalarını dolduruyordum. Bir an gölün giriş tarafından gelen turistler dikkatimi çekti. Aklımdan, burası bilindik bir yer olsa gerek, diye bulabilirsinizüm.

Boşları almaya gelen garsona buralarda gezilecek neresi var,diye sordum. Göle tepeden bakan dağın zirvesinde Güzeldere Şelalesi’nin olduğunu söyledi ve oraya gitmemi önerdi. Pek de uzak olmadığını öğrendim ve çayımın son yudumunu içip Güzeldere’nin hayalini kurarak şelale yolunu tuttum. Yol üzerinde bayıra karşı çıkarak misket oynamaya çalışan çocuklar gördüm. Etrafta koyun, kuzu, inek gibi hayvanların dolaştığı cennetten bir parça olan bir köydü burası.

Beş on kilometrelik bir tırmanıştan sonra şelale tabelasıyla karşılaşıyorum. İçimde yeni yerler keşfetmenin sevinci ile arabamdan inip doğaya bırakıyorum kendimi. Yayla havasına karışan huzuru çekiyorum ciğerlerime. Dikkatimi ahşaptan yapılmış çardaklar çekiyor. Bir tanesine oturup seyre dalıyorum. Hafta içi olmasına rağmen her taraf çocuk sesleri ve kadınlı erkekli kahkahalarla demlenen mutluluk tablolarıyla doluydu. Ben de bu mutluluktan payıma düşeni alıyordum.

Daha fazla beklemeden meşhur Güzeldere Şelalesi’ne yöneliyorum. Aşağıya doğru uzanan 350 basamaktan sonra karşınızda sizi büyüleyen bir manzara… Aman Allahım, cenneti öte dünyada aramak ne kadar boş bir uğraş, diye düşünüyorum. Yılan gibi kıvrılan basamaklar yer yer manzaranın keyfini çıkarmak isteyenler için yapılmış seyir terasları ve ayakları bedenini taşımakta zorlananların imdadına yetişen banklarla bezenmiş doğanın merkezine açılan bir kapı kimliğindeydi. Yeşilin bin bir tonu ile mest olan gözlerim şelalenin soğuk sularına takılı kalıyor. Buz gibi suyla elimi yüzümü yıkıyorum. Gözlerim suyun soğukluğuna dayanamayarak çatlamış bir karpuzu yakalamaya çalışan gençlere takılıyor bir an. Dört yanım mutluluğun resmiydi. Zamanım daralıyordu. Daha Akçakoca’ya uğramalıydım.

Tekrardan yukarı çıkıp arabama biniyorum ve Akçakoca yolu üzerinde yer alan Konuralp’e uğrayıp Roma döneminden kalma anfi tiyatronun basamaklarına oturup burada sahnelenen oyunları ve yankılanan sesleri hayal ediyorum. Tarih kokuyor her yan. Derken arka tarafımdan yükselen bir çocuk çığlığıyla kendime geliyorum. Tekrardan yola koyulup yeşili seyrederek maviye, Akçakoca’ya koşuyorum. Deniz tutkuma yenik düşüyorum.

Hava yavaş yavaş kararıyordu. Kulağıma kemençe sesleri geldi. Yol kenarında yer alan şirin bir köy ve çimende horon oynayan yetmişlik gençleri seyre dalıyorum arabamın camından. Tabii dörtlülerim açık. Daha fazla kalamazdım. Düştüm yine yollara. Yol kenarındaki fındık tarlalarında çalışan yevmiyecilerin yanık türkülerine tutunan kırık düşlerin feryadına ortak oluyor kulaklarım.

Veee… Tüm ihtişamıyla maviye, denize kavuşuyorum. Kanım açlıktan zil çalıyor. Bir balık restoranına girerek siparişimi verip mavinin seyrine dalıyorum.

Sen ne şirin yersin Düzce. Sen ne güzel yersin Türkiyem.

13

EDİRNE

Edirne’nin tarihi  Traklar soyundan gelen Odrisler’e kadar dayanıyor. Buranın şehir olması ise Roma dönemine denk geliyor. Hadrianapolis yani Hadrian’ın şehri koyuyor. 1361 yılında I Murat’ın fethedilip Osmanlı egemenliğine geçince şehrin adı önce Edrine olur. Sonrasında da zamanla halk arasında Edirne diye dönüşüyor.

Edirne için  Bursa ‘nın oğlu  İstanbul ‘ un ise babası deniyor. Bursa’dan sonra Osmanlı’nın 88 yıl başkenti oluyor bu serhat şehri sevgili günlük. 1453 yılında İstanbul’un fethi ile başkentlik görevini İstanbul’a devrediyor.

Selimiye Camii

Edirne hakkında bunca bilgiden sonra şimdi gezelim.

Edirne denince ilk akla gelen Yer  Selimiye Camii , Osmanlı tarihinin en yetenekli mimarı, Sinan’ın Ustalık eseri. Selimiye Camii, 550 milyon akçe harcanarak 400 kalfa ve 14 bin işçiyle yaklaşık yaklaşık yedi yıllık bir mesai neticesinde, 14 Mart 1575 tarihinde ibadete açılmış.Gitemizde ters laleye bakmayı unutmayın!

Eski Cami’nin inşaasına Süleyman Çelebi tarafından Osmanlı’nın Fetret Devri’nde 1403 yılında başlanıyor. I. Mehmed zamanında 1414’te camiinin inşaası tamamlanıyor. Kapının sağ kısmında kalan duvarda hat sanatıyla “Allah” sol tarafında da “Muhammed” yazıları sizi karşılıyor.

İçeri girdiğinizde ise duvar ve sütunlardaki hat sanatı gerçekten gözlerinize bayram yaşatıyor. Mihrabın sağ tarafında bulunan ve Kabe’den getirildiği rivayet edilen taş da ayrı bir ziyaret noktası olarak bu camiide yer alıyor. Selimiye camii karşısında cadde üzerinde yer alıyor bulmakta zorluk çekmedim gezerken.

Yapımına II. Murat zamanında 1437’de başlanmış ve inşaatı yaklaşık 10 yıl sürmüş. Selçuklu Mimarisi’nden Osmanlı mimarisine geçisin ilk örneklerinden olması nedeniyle aslında mimari tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu Camii 100 yıl sonra Mimar Sinan’ın yapacağı camiilerin ana fikri için öncü olmuştur. Camii her ne kadar kubbe yapısı ve mimarisi ile Osmanlı’nın Mimar Sinan tarafından doruğa ulaştırılan mimari anlayışına öncülük etmiş olsa da içerisine girdiğinizde kendinizi bir Selçuklu Camii’nde hissediyorsunuz. Bunun başlıca nedeni iç alanın dikdörtgen şeklinde olması. Selçuklu döneminde camiiler, ön saf sevabı daha çok kişi tarafından alınsın diye bu şekilde tasarlanıyormuş.İlgi ve  merakla gezdim günlüğüm.

Edirne Saraçlar Caddesi

Eskiden saraçlar bulunduğu için bu adı alan cadde, bugün İstiklal Caddesi’ni andırıyor. Şehrin yaya trafiğinin en yoğun olduğu bu caddede, birçok kafe, restorant ve mağazalar yer alıyor. Birçok meşhur ciğerciyi de bu cadde ya da ona bağlı ara sokaklarda bulabilirsiniz. Edirne’de vazgeçemediğim lezzet …Tabi ki ciğer yemeden ayrılmak olmazdı.Biraz dinlenmek iyi geldi.Yöreye özgü hardaliyeyi de içtikten sonra yola devam ettim. (Üzüm, vişne yaprağı ve hardal tohumundan yapılan bu içecek kansızlığa ve demir eksikliğine iyi geliyor. 4 gün dayanan hardaliye soğuk tüketiliyor.)

Rüstempaşa Kervansarayı

1554’de Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı ve sadrazamı olan Damat Rüstem Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan bu yapı bugün bir otel olarak işletiliyor. Bu yapının ön cephelerinde ise dükkanlar bulunuyor.Önündeki çay bahçesinde kahve içmek ve kervansaraya dışarıdan bakmak bana tarihi bir an yaşattı.En kalabalık yerlerden biri her sohbet edecek insan bulabilirim.

II Beyazıt Külliyesi

 

Yolum uzun araba ile yola devam etmem gerekiyor. Eski  yerleşim yerlerine doğru gidiyoruz. Uzun zamandır ziyaret etmek istedim kısmet bugüne imiş sevgili günlüğüm.II Beyazıt Külliyesi Osmanlı’nın en önemli Tıp Fakulteleri’nden biri idi. Bu ziyaretimde çok ilginç de bir bilgi öğrendim. Osmanlı’da psikolojik hastalığı olan kişiler burada müzikle tedavi ediliyormuş. Edirne’deki II Beyazıt Külliyesi de Osmanlı’da müzikle tedavi yapılan en önemli şifahanelerden biri imiş.Aynı dönemde Avrupa’da ise aynı hastalara yapılan tedavi ise şiddet içeriyordu. Bu toprakların insanı olmaktan bir kez daha mutluluk duydum.

1433 yılında II. Murad Han tarafından yaptırılan cami biraz arka bir mahallede kalıyor. O yüzden diğer yapılar kadar ziyaretçisi yok. Çinileri ile meşhur caminin mihrabı Bursa Yeşil Camii’den sonraki en büyük çini mihrap.

 Edirne Meriç Nehri

Şehrin Meriç nehri kıyısında birçok restoran bulunuyor. Hafta sonu kahvaltıları vazgeçilmez.Nehir kenarında serpme kahvaltı ve bir demlik çay vazgeçmek mümkün değil.

Narlı lokum Hürrem, kare kesilmiş Kavala kurabiyesi, Antepfıstıklı kallavi, pehlivanlara güç veren 41 çeşit baharattan yapılmış deva-i misk helvası yöreye özgü tatlılardan bazıları. Hıdrellez zamanı hıdrellez kurabiyeleri ise çocukluğumun ilk lezzeti.Kavala kurabiyesi ve badem ezmesi almadan ayrılamadım.

Kırkpınar yağlı güreşlerinin yapıldığı Kaleiçi’nden Karaağaç’a geçtim.Eski gar ,tren ve Güzel sanatlar …

Tabi ki eski binalar müze olmuş gezmeden olmaz.Önü kafeler ile dolu …Çınaraltında dinlenip çayımızı yudumlarken Edirne’de güzel bir günü geride bırakmıştım.Sevgili günlüğüm bugün seninle Edirne’yi anlatmak keyifli bir arkadaşla yapılan sohbet gibiydi.

Açıkçası bizim gibi çayı yedi bir darı için geziler içindir karnımız açık havada bir çay molası vermek şarttır. Edirne’de seyahatimiz arasında da çay molası verdik.

14

ERZURUM

 

Sabahın ilk saatleri soğuk iliklerime kadar işliyor. Hava, tıpkı seyyah-ı alem Evliya Çelebi’nin bahsettiği gibi. Elimde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı kitabı ve ben Havuz başından Çifte Minareli Medreseye Erzurum tarihini adım adım gezmeye başlıyorum. Kısa süren bir yolculuk…

 

Yakutiye Medresesi’nin önündeyim olduğu İlhanlıların sembolik yapılarından biri olan, işlemeleriyle insanı kendine hayran bırakan, hükümdar Sultan Olcaytu değerlendirme yaptırılan ve Anadolu’daki en önemli kapalı avlulu medreslerinden biri. Medrese içindeki odalar ve odaların tarihi kokan içleri beni benden alıp geçmişe doğru sürüklüyor. Mekanın bana göre dalgınlığımı bozdur sonra gezime devam ediyorum. Lala Paşa Camisine yürüyorum. Sabah namazını eda eden cemaat birer ikişer mekandan ayrılmaya başlamıştı. Yüzlerinde rablerine olan borçlarını ödemenin mutluluğu görülebiliyordu. Cami, şehrin ilk Osmanlı eseri idi. Merkezi bir yerde olması gün içinde farklı vakitlerde caminin dolup taşmasına neden oluyordu.Mustafa Paşa’nın bir hayratı olarak inşa edilen ve değişik dönemlerde tamir gören cami tarih boyunca güzel devlet adamı, şair, ulema ve halkın tercih ettiği bir eser. Zaman haylice geçmişti; fakat ben bunun farkında mıydım?

Güneş artık iyiden iyiye kendini göstermeye başlamış ve soğuk şehrin güzel insanlarının sesleri her yerden duyulmaya başlamıştı. Hayat işte bu şehirde yeniden başlıyordu. Bir tarafta makine sesleri diğer tarafta insanların koşuşturmaları ve banka oturmuş yeni yolculuğu bekleyen ben…

 

Lala Paşa Camisinden ayrılırken ayaklarımın beni hangi tarihi mekana götüreceğini tahmin etmem mümkün değildi. Neden mi? Bu şehir adeta bir açık hava müzesi idi ve her tarafın farklı bir tarihe açılıyordu. İşte o yerlerden birinin önünde idim. Usulca kafamı kaldırdım ve duvarda yazılı olan yazıyı okumaya çalıştım. Kapısına asılan panoda buranın Ulu Cami yani Atabey Camisi olduğu yazıyordu. Meraklandım, aslına bakarsanız birazda heyecanlandım. Bu ana kadar neden ben bu yapıyı görmemiş ve hakkında bir bilgi sahibi olmamıştım. Saydım tam 5 kapısı vardı. Ben şimdi bu beş kapıdan hangisini kullanacaktım. Önünde bulunduğum kapıdan içeriye girmeyi düşünürken dikkatimi bir mezar çekti. Bu mezar kimin? Neden hemen caminin yanı başında? Sağıma ve soluma baktım soruma cevap bulamadım. Mezarın etrafına yaklaştığımda duvarda bir yazının asılı olduğunu gördüm. Dikkatlice okudum. Şöyle bir yazı vardı: Pabuşcuzade Hazretleri…

Kimdi bu zat ve neden buraya defin edilmişti. Yanımda bir yaşlı amca beliriyor ve beni aydınlatmaya çalışıyor. Kızım:

 

-Bu zat Erzurum’un manevi mimarlarından biridir. Günün birinde şehirde kurbağa sesinden yatılmaz imiş. Halk muzdariptir. Haktan yardım ister ve dua ederler.  Dönemin kadısına gider ve durumu ona da izah ederler. Kadı der ki gidin o kurbağaların olduğu suya pabuçlarınızı atın. O an kadının dediklerine anlam veremezler ve kırgın bir şekilde oradan ayrılırlar. Dediğini de yapmayı ihmal etmezler. Günler sonra kurbağa sesinin azaldığının farkına varanlar o an kadının ne demek istediğini anlarlar. O günden sonrada kadı artık Pabuşcu kadı diye anılmaya başlar.

 

Bu bilgilerden dolayı amcaya teşekkür edip Ulu Camiyi gezmeye başladım. İçeriye girdiğimde iç içe girmiş 7 sahın gördüm. Cami ferah ve aydınlıktı. İlerledim ve mihraba yöneldim. Üç mihrap gördüm. İlki hemen caminin ana girişinin karşısında idi. Diğer ikisi ise sağ ve sol taraflardaydı. Ben gezerken yanı başımda bir görevli cami hakkında bilgi veriyordu. Onu can kulağı ile dinlemeye ve notlar almaya başladım. Caminin Anadolu’da ilk kurulan beyliklerden biri olan Saltuklu Beyliği tarafından yaptırıldığı ve yıllar içerisinde 4-5 kez tamirat gördüğü bilgisinin notlarımın arasına aldım. Caminin mimari Kızıl Mehmet imiş. Neden Kızıl sorusuna verilen cevap ise sakalının kızıl renkte olması imiş. Cami görevlisi bilgileri verirken soru sorulmasına da izin veriyor ve gelen soruları cevaplanmaya çalışıyordu. Tam aradığım fırsat oldu ve ilk soruyu ben sordum.

-Cami de dikkatimi çeken mihrabın olduğu yerde iki fil gözüne benzeyen pencereler var. Bunların özel bir sebebi var mı?

Görevli bu soruyu zaten bekliyormuş ve anlatmaya çoktan hevesli imiş. Kızım diye söze başladı:

-O zamanlar bugün ki gibi saatler yok. Namaz vakitleri nasıl bilinecek. İşte bu fil gözü dediğimiz pencereler devreye giriyor ve sorun çözülüyordu. Şimdi diyeceksiniz ki nasıl? Hemen bu sorunuzun cevabını vereyim.

-Öğle ve ikindi namaz vakitleri fil gözlerinden cami içine düşen gölgelere bakılarak anlaşılır ve imam efendi ezanı okumaya başlardı…

 

Görevli anlatmaya devam ettiği sırada ben usulca caminin diğer kısımlarıyla ilgilenmeye başladım. Keşke her tarihi mekanda böyle güzel anlatımlara ve bilgi birikimlerine sahip kişiler olsa…

 

Mihrabı, minberi, içinde yer alan okulu, depreme dayanıklılığı ve ses düzeniyle ülkemizde ki ender yapılardan biri olan Ulu Camiden çıkıp, Çifte Minareli Medresenin yolunu tuttum. Kar hafif hafif yağmaya başlamış etraf beyana bürünmüştü. Camiden sola döndüğümde tüm ihtişamıyla Çifte Minareli Medrese beni bekliyordu. Anadolu’da iki katlı açık avlulu en büyük medresenin burası olduğunu tarih öğretmenimden dinlemiştim. İtiraf edeyim hiç bu kadar etkileneceğimi bilmiyordum. Atalarımla ne kadar övünsem azdır. Ne güzel işler yapmış ve bize şanlı bir tarih bırakmışsınız.

Çifte Minareli Medrese XIII. Yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti tarafından yaptırılmış. Taş işlemeciliğinin en güzel örneklerinin sergilendiği yapının maalesef mimarini bilemiyoruz. Medrese girişinde çift başlı kartal, hayat ağacı, ebabil kuşu, incir ve nar meyveleri, hilal inde ince işlenmiş ve yapı güzelleştirilmiş idi. Medresenin içinde bir havuzun olduğu ve bu havuzda öğrencilerin astronomi çalışmaları yaptığını uzaktan dinlediğim rehberden öğreniyordum.

 

Ya sınıf kapılarının yüksekliğinin kısa tutulmasının sebebi neydi? Aslında bu sorunun cevabı kısa ve net idi. İlme duyulan saygıdan kaynaklanıyordu. Her sınıfın kapısının üstünde farklı şekiller ve motifler vardı. Motifler bize her odanın farklı bir bölüme açıldığını işaret ediyordu. Dört eyvanlı yapının içinde gezinirken Padişah Hatun Kümbetini de gezmeden gitmek olmazdı. Dualar ederek, gururla ve geçmişimle yüzleşerek Çifte Minareli Medreseden ayrıldım. Yorulmuştum ve bir gün tüm bu güzellikleri sığdırdığım için kendime de kızıyordum. Ben bu yerlere bir daha gelmeliyim…

Son durağım Romalarının inşa ettiği kale idi. Şanslıydı oraya da olduğu gidebilecektim. Çantam elimde yolculukuğuma devam ediyordum. Dikkatli bir kaçmıyordu. Kalenin içinde mescit ve Saat Kulesi yer alıyordu. Anadolu’da inşa edilmiş ilk mescit olan Kale Mescidi ve Tepsi Minare Saltuklu dönemine ait yapılar imiş. Kaleden ayrıldım ve bu muazzam gezimi bitirdim.Ben Havuz başından Erzurum Kalesine bin adımda vardım. O bin adımın her biri Erzurum’u değil bin yıllık tarihimi adımladım. Erzurum’u değil tarihimizi tanıttım… o bin adımı yürümeyi göze al da boyutu

15

ESKİŞEHİR

 

Bugün Türkiye’nin İç Anadolu Bölgesi’nde bulunan ve ortasından Porsuk Çayı geçen, geçmişini yaşıyor, ama bir o kadar da yeni kalan, aynı zamanda Yunus Emre’nin yurdu Nasrettin hocanın mirası olan Eskişehir’e geldim. Öncelik araştırmalı kadarıyla edeyim. Çok eski bir yerleşim yeri olan bu şehir, o çağlarda Hitit medeniyetinin merkezi yerleşimymış. M.Ö. 12. yüzyılda ise Frigler Anadolu’ya “Dorylaeum” adıyla anılan Eskişehir’in de içinde olduğu gibi şehrin fethederek geniş bir krallık kurmuşlar. Sonrasında ise Eskişehir; Lidyalılar, Persler, Makedonlar ve Romalılar gibi büyük medeniyetlere evinde yapılan. Eskişehir, Kurtuluş Savaşı’nda da önemli bir role sahip. Eskişehir tarihi,

TCDD’ye ait Tülomsaş Müsesi’den başladım. Burada Türkiye’nin ilk yerli otomobili olan Devrim Arabası adeta tarihe meydan okurcasına bana bakıyordu. 1961 yılında dört otomobilden bir tanesi, zafer kazanan bir komutan edasıyla, yalnız dimdik ayakta durdu. İçimi tarif edilemez bir gurur kapladı.

Eskişehir denilince ilk akla gelen yeri ,Odunpazarı’nı ziyaret ettim. Kaldırım taşları, rengârenk sıvalı evler, sarmaşıklar, solgun ve titrek sarı ışıklı sokak lambalarınına sahip olan Odunpazarı Eskişehir’in en eski yerleşim yerlerinden biri ve Osmanlı Dönemi’nden kalma tarihi evlerden oluşuyor. Bazıları beyaz duvarlarının arasında kahverengi çerçeveleriyle bazıları çivit mavisi , kiremit kırmızısı renkleriyle ve cumbalarıyla Odunpazarı evleri gelenek ve tarihini bu zamana kadar taşımış ve taşımaya devam ediyor . Osmanlı izlerini taşıyan kent; kıvrımlı yolları, çıkmaz sokaklarıyla beni kendine hayran bıraktı. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Ayrıca Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de Odunpazarı’nı anlattığını öğrendim.

Oradan sonra Atlıhan çarşısına gittim. Atlıhan’ın yapılış amacı aslında çevre il ve ilçelerden gelen insanların konaklaması için yapılmış bir kervansaraymış. Günümüzde hediyelik eşya,el sanatları ve özellikle lületaşından yapılan aksesuarların sergilendiği ve satışının yapıldığı bir çarşı konumunda. Atlıhan Çarşısından tüm aileme ve arkadaşlarıma hediyeler aldım. Ayrıca, Atlıhan’a gidip de  lületaşlarını incelememek, lületaşı ustalarıyla tatlı bir muhabbet etmemek olmaz. Ustalardan lületaşının işlenişini seyrettim. Lületaşı ustası Ahmet amca lületaşının ortaya çıkış hikayesini anlattı. Elinde yonttuğu beyaz taşa gözlerini kilitlemiş, ağzından sözcükler boncuk gibi dökülmeye başlamıştı. Hikayeye göre lületaşını ilk bulan ve yer altından yolunu ilk ortaya çıkaran bir köstebekmiş. Bir yaz günü Karatepe mevkiinden civar başka bir köye gitmekte olan bir delikanlı yorulunca, yere bağdaş kurup azığını çıkartmış, ne varsa yemeğe koyulmuş. İşte ne olmuşsa o zaman olmuş birden ayakucunda gözüne takılan bir delikten, önü sıra ite kaka bir beyaz taşı yuvarlayıp çıkaran bir köstebek görmüş. Köstebek delik önünde başlamış yuvarlak taşla oynamaya. Hikaye bu ya. Delikanlı dikkatini çeken bu yuvarlağa el atacak olunca köstebek hemen atmış kendini deliğe. Delikanlı yuvarlağı bir süre parmaklarının arasında dolaştırmış, sonra bıçağını çıkarıp başlamış bu sütbeyaz taşı yontmaya. Daha ilk bıçak sürmesinde kendi dünyasında şimdiye kadar duymadığı insanı taa içten yakan, deli divane eden bir ses: “Ah insanoğlu bana kıymasaydın ya!” diye bir feryat koparmaz mı… Delikanlı şaşırıp elinden taşı atmış. Taş yere düşünce ayın on dördü gibi bir kız olmuş!… Sonra ufalanmış, yusyuvarlak, tostoparlak bir hale gelmiş. Delikanlının şaşkın bakışları arasında yuvarlana yuvarlana geldiği deliğe girip kaybolmuş. Delikanlı durur mu, başlamış deliği eşelemeye!… Ay batmış gün doğmuş, gün batmış ay doğmuş, ay batmış gün doğmuş… Delikanlıyı arayan köylüler, delikanlıyı 7 kat yerin altına giden dapdaracık bir kuyuda boğulmuş olarak bulmuşlar. Yalnız, derisi yüzülmüş kanlı parmakları sıkı sıkıya birkaç lületaşını tutuyormuş. Hikayeden çok etkilenmiştim.

Oradan Kurşunlu Külliyesi’ne gittim. Külliye 1517-1525 yılları arasında Osmanlı mimarı Acem Ali tarafından yapılmış. Caminin kubbesi kurşunla kaplı olduğundan Kurşunlu Camii adı verilmiş. Külliyede birçok atölye de vardı. En çok ilgimi çeken Çağdaş Cam Sanatları Müzesi’ydi. Çok güzel cam eserleri vardı, bunların yapılışını izlemek de ayrıca keyif vericiydi. Eğer benim gibi şansınız varsa cam üfleme ustalarının çalışmalarını hayranlıkla izleyebilirsiniz. Atölyede camın hamur gibi şekilden şekle girmesi oldukça ilgimi çekmişti.

Sonra Sakarya nehrinin en uzun kolu ve şehrin önemli simgelerinden biri olan Porsuk Çayı’na gittim ve gondola bindim . Eskişehir’i Porsuk Çayı’ndan izlemek ayrı bir güzeldi. Gözlerimi kapadım, şehrin havasını içime çektim. Gondolun su üzerinde süzülüşü ile adeta ruhumun dinlendiğini hissettim. Gondol turunun sonunda acıktığımı fark ettim. Karşıma çıkan ilk kafeye oturup çibörek siparişi verdim. Taze sıcacık ve  lezzetli bir atıştırmalık gibi görünse de oldukça doyurucuydu. Çibörek mi yoksa çiğbörek mi ona tam karar veremedim ama tadının harika olduğuna karar verdim.

Balmumu Heykeller müzesi de en merak ettiklerimin arasındaydı. Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen tarafından hizmete açılan ve kendi eserlerinden oluşan toplam 160 kişinin balmumundan heykeli bulunan balmumu müzesi, Türkiye’de bu konseptle hizmet veren ilk müzeymiş. Müzeyi anlamlı kılan özelliklerinden diğeri ise müzenin gelirinin kız çocuklarının ve engelli çocukların eğitiminde kullanılıyor olmasıymış. Bu beni gerçekten çok mutlu etti. Balmumundan yapılmış heykelleri görüp incelediğimde bu kadar gerçekçi olmasına çok şaşırdım.

UNESCO Dünya Kültür Mirası Geçici Listesi’nde yer alan Odunpazarı bölgesinde inşa edilen ve dünyaca ünlü Japon mimarların imzalarını taşıyan OMM-Odunpazarı Modern Müze Japon mimari geleneğini yeniden yorumlamak ve yirmi birinci yüzyıla uyarlamak. Doğal malzemeye büyük önem veren, özellikle cephelerde ahşap ve camı tercih eden Kuma, her seferinde mimari boşluk, doğa ve insan arasında özel bir bağ kurmayı başarmış. Japon mimarisinde ve Japon geleneklerinde büyük önem taşıyan boşluk ve sadeliğin Kengo Kuma’nın projelerine yansıdığını görmek mümkün oluyor. Türkiye’nin en önemli modern sanat müzeleri arasında saymaya başladığım bu müzeyi ziyaret ettiğim için çok mutluyum. Sadece zengin bir koleksiyonu yakından inceleme fırsatı bulacağım için değil, bir Kengo Kuma eserini gördüğüm için de.

Eskişehir’in en eski yerleşim yeri olan ve tarihi yapılara ev sahipliği yapan Odunpazarı’nı geride bırakıp kendine hayran bırakmayı başaran şehrin en önemli parklarından biri olan Sazova Bilim, Kültür ve Sanat Parkı’na gittim.

Eskişehir’in en önemli gezi noktalarından olan Sazova Parkı içerisinde birçok önemli yapı yer alıyor. Tasarım olarak Disneyland‘ı andıran Masal Şatosu Türkiye’de bulunan en önemli kule ve tarihi yapılardan ilham alarak inşaa edilmiş bir yapı. Bilim Deney Merkezi çocuklara ufak yaşlardan itibaren bilim ve teknolojinin önemini anlatmak için kurulmuş bir tesis. Sazova Parkı’nda dikkat çeken bir diğer yapı ise yapay gölet yanında yapılan bulunan korsan gemisi. Atlas Okyanusu’nu aşan gemilerden olan May Flower’ın tasarımına sahip olan gemiyi gezerken kaptan köşkü, zindan, mürettebatın hamakları ile kileri görebilirsiniz. Eskişehir Hayvanat Bahçesi; Eti Su Altı Dünyası, Japon Bahçesi, Tropik Merkez, Papağan Evi gibi çeşitli bölümlerden oluşuyor. Toplamda 243 farklı türde hayvana ev sahipliği yapıyor. Esminyatürk Türk Dünyası Şaheserleri, Türk Dünyası Bilim, Kültür Sanat Merkezi’nin giriş bölümünde, bahçede yer alıyor. Minyatür parkı içerisinde Türk dünyasından seçme 32 yapının Miniatürk tarzında 1/25 ölçekli maketi sergileniyor. Türk Dünyası Bilim Kültür Sanat Merkezi Sazova parkının en yeni bölümlerinden. İçerisinde Müzik Tarihi Müzesi, Bilgi Bankası, Maket Müzesi, Bilim Tarihi Müzesi, 3D Sinema Salonu ve Kültür Sanat Okulu bölümleri bulunuyor. Bilim Deney Merkezi’ne bağlı olan Sabancı Uzay Evi,  devasa bir top görünümünde yer alan sunum ve çeşitli şovların yapıldığı özel bir salon. Sazova Parkı gezimi tamamlamış bir hayli yorulmuştum.

Hava kararmıştı karnım da iyice acıkmıştı adını çok duyduğum köftesini yemek için de görünürsızlanıyordum bir restorana girdim ve balaban köftemi yedim. Hala aklımda Anlattıkları kadar varmış tadı.

Gerçekten unutulmaz bir Eskişehir turuydu ve imkanım.

16

GAZİANTEP

 

Saat sabahın beşi, yer Gaziantep Havalimanı, ilk varsayılan geldiğim Türkiye’ye de,
Gaziantep’te tercihim olmasının nedeni vardır.
Gaziantep insanının sıcaklığı, muhteşem yemekler, tarihi yerler, harika müzeleri ve tabi ki
Gaziantep Kalesi ile eşsiz bir deneyim yaşamaya hazırdım.
Gaziantep, ailece her zaman ziyaret edilecek ve listemizin başından geliyordu ve
dedemin memleketiydi. Dedem bu şehri çok seviyordu. Ben de dedem gibi düşünecek miyim? Çok
merak ediyorum.
Gaziantep
yemeklerinden bir kez Gaziantep halkı idi. Çünkü Gaziantep’i yakından görmek ve insanlarını
yakından tanımak en büyük hayalimdi.
Gaziantep Kalesi olduğunu ve
orada ineceğimi söyledim. Gaziantep Kalesi beni
yıllar öncesine götürdü. Benim için
Gaziantep’te bulunan yerlerin başında gelen Gaziantep
Kalesi, içinde sakladığı tüm sırlarıyla karşımda duruyordu.
Gaziantep Şehir
Merkezi’nde
ihtişamlı bir şekilde duran Gaziantep Kalesi’ni gezme fırsatını bulduğum için
kendimi çok şanslı hissetmiştim. Şu ana kadar sürekli belgesellerde izlediğim Gaziantep Kalesi ve
içerisinde bulunan müzenin güzelliğini gördükten sonra bu ziyareti bunca zaman geciktirdiğim için
dedemden özür diledim. Kurtuluş Savaşı zamanına ışık tutan Gaziantep Kalesi’nde iliklerime kadar
dedemin kokusunu içime çektim. Dedemi çok seviyordum ama aramızda çok fark vardı aslında ve
ben “Dedem gibi düşünmüyordum”, çünkü onun aldığı emir üzerine elinde tüfekle geldiği
Gaziantep’e ben kendi isteğimle fotoğraf makinesiyle gelmiştim. Her bir karışını her bir taşını, her
bir köşesini fotoğrafladığım, kokusunu içime çektiğim kısacası dedemle buluştuğuma inandığım
kaleden ayrılırken, gözyaşlarıma hâkim olamadım. Yıllar sonra da olsa dedeme vefa gösterdiğim
için kendime teşekkür ettim, bundan bir süre kaybettiğim babam benim kadar şanslı değildi oysa.
Saatin kaç olduğunu ve zamanın çar çabuk geçtiğini fark ettiğim anda gözlerim, karşımda duran
bir simitçiye ilişti. Gaziantep’te simit yemek
benim için ayrı bir zevkti Anlaşılan o ki Cartlak Kebabı özlemiyle geldiğim
 . Yaşadığım topraklarda bir defasında Türklerin işletilmesi bir lokantaya gitmiş, adını kullan
bilmediğim bir tatlı yemiştim. Bu, adını unuturum korkusuyla resimlediğim Antep Baklavası idi.
Mutlaka gitmeliydim, ama
Kahvaltı Salonu’nda aldım. İnsanlık beyninde,
lezzeti harika ve bambaşka bir haz uyandırıyordu. Tadının aklımdan başlayarak
kaldırdığımda dedem tam karşımda oturuyordu, gülümsüyor, bana bakıyordu. Bir an şok geçirdim,
bu gördüğüm bir rüya olamazdı, hayal de değildi, neydi peki. Sonra konuştu benimle bir bardak
süt istedi, katmer istedi, kekelemeye başladım onu görünce, ama nasıl olur, hiç görmediğim dedem,
beni nasıl tanıyabilir ki. Hani dedem yaşamıyordu, hani burada ölmüştü, hani mezarı Gaziantep’te
idi. Tüm bu soruların cevabını kendimde ararken, karşımda duran dedem bana bunları
düşünmemem gerektiğini söyleyerek, keyfime bakmamı istedi. Birden çığlık ve bağırık sesleriyle
irkildim, dışarıdan gelen top ve tüfek sesleri Allah, Allah nidalarıyla yükseliyordu. Korkuyla ayağa
kalktığım katmer salonundan can havli ile dışarı çıktığımda gözlerime inanamadım. Ortalık tam
bir savaş alanı idi, arkamdan yaklaşan ve omuzumu tutan dedem bana korkmamam gerektiğini
söyleyerek birden gözden kayboldu. Savaş gün boyu devam etti, yaralılar ve yerde yatanlar hepsi
gözümün önündeydi ve ben hiçbir şey yapamıyordum, tüm gücümle gözlerimi kapattım ve dua
etmeye başladım.
   Sırtında güğüm taşıyan bir adam yüksek bir ses tonu ve değişik bir makamla; Şerbetçiii diyerek
bağırıyordu. Melodik ses tonu ile elinde birbirine vurduğu tabak sesleri ile gözlerimi açtım. Ne
dedem vardı, ne top, ne tüfek sesi, ortada savaştan eser yoktu. Elindeki bakır tabakları birbirine
vurarak çevreye varlığını duyuran bir şerbetçi, bana şerbet dolu bir bardak uzattı. İlk defa içtiğim
soğuk şerbet beni resmen büyülemiş idi, kendime geldiğimde etrafa göz attım, korna ve insan
sesleri birbirine karışmıştı. Her sokağında, her adımında Kahramanlık Destanı’nın izlerine tanıklık
eden Gaziantep’te, kendimi birden Şehitler Abidesi önünde buldum. Savaşa dair tüm fotoğraflar,
her yer toz duman, her şey siyah beyazdı. Zamanın nasıl geçtiğini bilmiyorum, oysa listemde
gezilecek o kadar yer var ki, hamama gitmeliydim mesela, kebap yemeliydim, ayran içmeliydim
ve ben “Dedem gibi düşünmüyordum” buraya savaşmaya değil barışmaya gelmiştim. Birkaç adım
yürüdüğüm ötede yeşil çimenler üstünde kurulu bir parkta soluğu aldım. Annesinin elinden tutan
bir çocuğa balon aldım, gözlerindeki sevinci görmeliydiniz, derken diğer çocuklar toplandı
etrafıma, anladım ki balon bekliyorlardı. Burası Gaziantep’ti, Ahmet’ti, Mehmet’ti, Şahin’di,
Ökkeş’ti isimleri, Mustafa’ydı diğeri. Doğru ya Carlo, Florus, Darvell ve Harbin olacaksın
isimleri çünkü burası Fransa değildi. Varsayılan varsayılan işitmiş, büyük bir
merak içerisinde ayağa kalkmıştım. Sesin geldiği yere yaklaştım, oldukça eski bir yapıydı, ibadet
etmeden önce çalışıyor ayaklarını yıkadıklarını gördüm
 . Avluya sokuldum, usulü ellerimi yıkamaya derken ayaklarımı yıkamaya başladım,
etrafa göz attım, insanlar içeri girmek için acele ediyordu. Beyaz sakallı yaşlı bir insanla bir bir göz göze jeldim
, benden süt isteyen dedeme o kadar çok benziyordu ki, varsayılan olarak yürümeye zorlanıyordu,
koluna girip, elinden tutmam ve yardım etmemiyorum anladım. İçeri girmeden önce bana
teşekkür eden dedenin elindeki bastonunu ters çevirdiğini fark ettim, onunla birlikte içeriye girdim.
Bizim ibadetimize hiç benzemiyordu, insanlar yere kapanıyor ve tekrar kalkıyorlardı. Aynısını
yaparak onlara ayak uydurmaya çalıştım, heyecandan düşüp bayılacak gibiydim, oysa gözlerimden
uyku akıyor ve o kadar yorgundum ki anlatamam. Daha fazla dayanamadım, uykusuzluğuma
yenildim ve yumuşacık halının üzerine kendimi bıraktım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini
bilmiyorum, insanlar uyanmam gerektiğini söylüyor ve beni uyarmaya çalışıyorlardı. Kan ter
içinde kalmıştım, gözümü açtığımda eşimi ve çocuklarımı karşımda gördüm, evimdeydim,
odamdaydım. Anladım ki gördüklerim ve yaşadıklarım hepsi bir rüya idi. Bir an düşündüm, sonra
gözyaşlarına boğuldum derken eşime ve çocuklarıma sıkıca sarıldım. Kendemi
Dede dememi istedi, ben ona dede
dedim, dedemi çok seviyordum Çunku Sonuç ben şimdi “Dedem gibi düşünüyordum.

17

GÜMÜŞHANE

Gümüşhane’ye geldiğimi, otobüsteki yolcuların hareketliliğiyle anladım. Ben de diğer yolculara uyum sağlayıp bavulumu almaya indim. Bavulların alım bölümü açılırken etrafa bakma fırsatım olmuştu. Etrafta bulunduğum merkezden ve tarafının saran dağlarında buluntaydı. Sanki çok değerli bir şeyi korummuşçasına; dizilmişlerdi. Düşünamelerimden arındım ve valizimi seçebilirsiniz sonra ne yapacağımı kafamda planlamaya başladım. Yapacağım şey belliydi, otobüste uykumu yeterli olduğu ve kısıtlı bir zamanım olduğu için, ekonomik ufak bir gezinti yapmam. Otogardan dışarı doğru adımlamaya başladım. Hava sıcaktı ve seçtiğiniz, anladığım kadarıyla, keyfi yerindeydi. Kaldırımdan yürümeye devam ettim.Yolun ilerisinde üçlü bir ayrım içindir, biri dolmuş durağıdır. birisi ise kahvehanenin olduğu yere giriş yoluna çıkıyordu. Belki bir rehber bulurum umuduyla kahvehaneye gitmeye karar verdim. Yol, aynı zamanda derenin üstündeki köprüydü de. Kahvehaneye doğru yapabilirmı hızlandırıyor, “Bu memleketi anlamak istiyorsam yapıyorım en iyi şey insanlarına sormak olacak.” Dedim. Nereyi gezip görmem görmek seçebilirimdir. Ben düşüncelerime dalıp gitmişken vardığımı fark etmemişim, etrafa biraz göz gezdirdikten sonra içeri girdim. Anlaşılan esnaflar burada birbiriyle yakındı. Ayrıca yan yana olmaktan hiç rahatsızmış gibi görünmüyorlardı. İçeriye girdiğim anda, çay ve kahve kokusu etrafımı sardı.Birkaç kişi toplanmış sohbet ediyor, birkaç kişi ise maç özeti izliyordu. Boş bulduğum ilk masaya oturdum. Yan masada olan bir kişi bana bakmaya başladı. Neden bakıyorsunuz anlamadım fakat bir tepki vermedim.

“Kardeş, sen buralı mısın? Seni buralarda daha önce hiç görmemiştim.” diye söze başladı. Ona baktım ve gülümsedim, daha sonra konuşmaya başladım…

“Hayır, buralı değilim, aslına bakarsanız ben bu memleketi gezmek isteyen bir vatandaşım yalnızca. Türkiye’yi her şehri bir gün süreyle gezmek şartıyla turluyorum. Eh, şu anda da Gümüşhane’yi gezeceğim.” Duraksamadan devam ettim; “Fakat buraları gezebilmem ve bunu bir güne sığdırabilmek için bir rehbere ihtiyacım var. Buraları bilmiyorum ve gezilecek yerleri bilmezsem hiçbir şey yapamam. Belki yardım eden olur diye kahvehaneye geldim.”

Adam anladım dermişçesine başını salladı ve kahvehane sorumlusuna dönerek, “Bize iki çay, ustam! Bu yeni gelen kardeşimize ısmarlarsın artık.” dedi.  Kahvehane sorumlusu güldü ve onayladı. Daha sonra çayları hazırlamak üzere arka tarafa gitti. O sırada da adam bana döndü ve içten bir şekilde gülümsedi.

Kendimi samimi bir ortamın içinde bulduğum için şanslı hissediyordum. Yeni gelmeme rağmen beni kucaklamışlardı, yabancılık çektirmiyorlar, onlardanmışım gibi hissettiriyorlardı. Bu gerçek anlamda çok hoştu. Memleketin insanlarına şimdiden ısınmıştım fakat kim bilir, önümüzdeki saatlerde ne olacaktı. Adamın konuşmaya başlaması üzerine düşüncelerimden sıyrıldım.

“Öncelikle ben ismimi söyleyeyim kardeş, ben İsmail. Buralıyım ve gezeceğin yerler konusunda sana yardım edebilirim. Fakat söyleyeyim, dışarda buraya küçük falan derler ama burası öyle bir güne sığmaz.” güldü ve göz kırptı. Ardından devam etti; “Bu yüzden görülecek yerleri sadeleştirip söyleyeceğim. Detaylı gezmek için, sen gel boş bir zamanında, bir hafta boyunca, hatta ondan da fazla zaman süresince Gümüşhane’yi gez, tadını çıkar yeğenim.”

İşte o anda, dışardan duyduğum tepkileri ve ön yargılarımı tamamen sildim. Hatamı anladım ve ön yargılı yaklaştığım için utandım. Ne diye memleketin has vatandaşından öğrenmek yerine ondan bundan öğrenmeye çalışmıştım ben Gümüşhane’yi?

İsmail’e gülümsedim ve başımı salladım. “Çok teşekkür ederim, burayı tanımayı gerçekten çok isterim.” dedim. Ben cümlemi tamamladığım sırada çaylar geldi. Kahvehane sorumlusu bana baktı ve konuşmaya başladı.

“Mutlaka Tomara Şelalesi’ne git sen. Karaca Mağarası da çok güzeldir, hayran kalırsın. Kısıtlı bir zaman var fakat kestirme yollarla sana yardım edebiliriz.” dedi. İsmail bunu onayladı ve bana baktı. “Mehmet Abi haklı. Söylediği yerlere mutlaka gitmelisin ki, en azından Gümüşhane’nin onlarca güzelliğinden birkaçına şahit olabilesin.” Düşünüyormuş gibi bir tavır takındı ve bana bakmaya devam etti. “Torul Cam Terasa da git mutlaka daha sonra… Eski Gümüşhane de senin buranın tarihini ve tarihi yapısını anlamanı sağlar.”

Kahvehane sorumlusu lafa girdi tekrardan; “Örümcek ormanlarına da gidersin, oturup güzel bir çay içersin orada.”

İkisine bakıp gülümsedim; “Gezilecek çok yer varmış gerçekten. Keşke hepsini bir güne sığdırabilseydim.” İsmail bana baktı ve koluma hafifçe vurarak konuştu…

“Daha bu ne ki? Fazlasıyla görülecek yer var fakat bir gün, bir gündür. Yolculuğun bitince de benim dükkandan istediğin kadar pestil al, benden olsun. Buranın pestili çok ünlüdür, duydun mu hiç?” sorusunu yönelttiği sırada iş yerinin kartını ve adresini verdi. Biraz daha konuştuk ve sohbet sohbeti açtı. Zaman fazla hızlı geçmişti çünkü baktığımda saatin 9.00 olduğunu gördüm ve ayaklandım.

O sırada 40 yaşlarında, iyi giyimli bir adam yanıma geldi ve gülümseyerek konuşmayı başlattı. “Merhaba, siz konuşurken kulak misafiri oldum. İsterseniz size bu gezinizde ben eşlik edebilirim. Buranın yerlisiyim ve memleketimi bir ziyaretçiye tanıtmayı çok isterim.”

Bu dediğiyle fazla mutlu olmakla beraber, Gümüşhane insanının samimiliğine bir kez daha hayran kaldım. Kafamla onayladım ve bundan fazla memnun kalacağımı belirttim. Birkaç konuşma seansından ve neyle gideceğimizi, nereye gideceğimizi kararlaştırdıktan sonra yolculuğa başladık. Beni arabasıyla götürmeyi teklif etmişti, biraz ısrar ettim fakat “Başka söz istemem! Bu benim vatandaşlık görevimdir.” diyerek beni ikna etti.

Yolda giderken, işinden, yaşantısından bahsetti. Fazlasıyla samimi bir konuşma oluyordu. Anlattığına göre, Gümüşhane Üniversitesi’nde güvenlik görevlisi olarak çalışıyormuş ve bir kızı varmış. Aynı zamanda üniversitede şu an yüksek lisans yapmaktaymış. Kızına örnek olmak için çalıştığını ve onu bu güvenli ortamda yetiştirdiği için çok mutlu olduğunu söyledi. Düşündüm; haklıydı, anlaşılan Gümüşhane, hem ortamıyla, hem de insanlarıyla sıcak ve samimi bir şehirdi. Demek tabelada gördüğüm o, “Altın kalpli insanların şehrine hoş geldiniz” yazısı bunu ifade ediyormuş. Yüzüme bir tebessüm yerleştirdim ve yolculuğun tadını çıkarmaya başladım.

Camdan etrafa göz gezdiriyordum, etrafta sadece çıplak dağlar vardı.  Konuşmamızdan birkaç dakika sonra ormanlık bir yere girdiğimizde, o çıplak dağlar yemyeşil oluvermişti. Ciddi manada çok hoş bir görüntüydü bu. Yolda, bir Karadeniz türküsü eşlik ediyordu bize. Açık camdan gelen rüzgar, saçlarımı yalarken gelen bu tını, benliğimle cümbüş oluşturmuştu. Gözlerimi, isminin Halil olduğunu bildiğim yol arkadaşımın sesiyle açtım. Bana baktı ve gülümseyerek kemerini açtı.

“Örümcek ormanlarına hoş geldin! Biraz turladıktan sonra Tomara Şelalesine geçeriz diye düşündüm. Sonrasında Karaca Mağarasına gider, oradaki açık pazarları inceleriz. Ardından da Süleymaniye Mahallesi’ne geçeriz. Son olarak Zigana Dağı’nda bir yemek yer yolculuğu tamamlarız. Uygun mudur?”

Başımla onaylayıp tekrar teşekkür ettikten sonra ormanı dolaşmaya başladık. Ormanın havası ve atmosferi çok hoştu. Yerden birkaç kozalak alıp çantama koydum, şekilleri farklıydı. Daha sonra arkadaşım bana çeşitli bitkiler ve kökler gösterdi, bu benim bayağı ilgimi çekmişti. Ardından fazlasıyla şaşırdığım bir şey yaptı. Belirli bir yere ilerleyip toprağı hafifçe açınca, içinden kaynak suyu çıkarmıştı. Dediğine göre Gümüşhane’nin suyu magnezyuma doymuş, çok güzel bir suydu. Denedim ve tadının gerçekten de çok güzel olduğunu fark ettim. Biraz daha dolaştık ve ortamın tadını çıkardık.

Arabaya tekrar bindiğimizde ormanda tam bir saat geçirdiğimizi gördüm. Oysaki bana bu kadar zaman yalnızca birkaç dakika gibi gelmişti. Yolculuğa devam ettik ve çeşitli yollardan geçtik. Arkadaşım, yollardan geçerken Gümüşhane hakkında bilgiler vermeye devam ediyordu. Burada aynı zamanda kuşburnu da ünlüymüş. Bir zamanlar elma da çokmuş buralarda. O anlattı, ben dinledim. Dinlemekten sıkılmak bir yana dursun, daha fazla anlatsın diye ısrar ediyordum. Halk oyunları, siron, dut… Neredeyse her şey… Anladığım kadarıyla, günümüzün şartlarına rağmen doğallığından hâlâ bir şeyler taşıyan bir şehirdi burası.

Sohbetimizi bitiren şey, Tomara Şelalesi’ne gelmemiz oldu. Birkaç park işi ve eşya alma seansından sonra, piknik yapmak için olduğunu düşündüğüm kamelyaların yanından geçtik. Şelalenin sesi ve kuşların cıvıltısı, insan seslerine karışıyor, mutluluk nidaları ve kahkahalar etrafı inletiyordu. Çokça merdiven çıktıktan sonra şelalenin baş tarafına ulaştık. Aman Allah’ım! Bu ne kadar da mükemmel bir şeydi böyle! Ayaklarımızı suya soktuk, aslında sokmaya çalıştık çünkü su çok soğuktu. Biraz fotoğraf çektikten ve bir dondurma aldıktan sonra arabaya bindik. Yolculuğa son hızla devam ediyorduk. Kısıtlı bir zamanım olduğundan mütevellit, çabuk olmaya çalışıyorduk. Karaca Mağarası’na geldiğimizde saat akşam 15.00 gibiydi. Zaman gerçekten fazla hızlı geçiyordu. Yine giriş kısımlarını hallettikten sonra içeriye adımladık. Telefonumla birkaç güzel fotoğraf çekmek isterdim aslında fakat görevli, buna yeltendiğimde radyasyonun sarkıtları etkilediğini söyledi. Bu güzelliği yine de kendi gözlerimle görebileceğim için şanslı olduğumu söyledi ve keyifli geziler diledi. İçeriye yine yüzümde bir gülümsemeyle girdim…

Bir saat sonra, anlık bir kararla “Eski Şehir” olarak da bilinen Süleymaniye Mahallesi’ne doğru yola koyulmuştuk. Mağaradan ağzım bir karış açık ve fotoğraf çekemediğim için fazlasıyla üzgün bir şekilde çıktıktan sonra açık pazarı biraz gezmiştik. Orada yerel kıyafetler giymiş kadınlar vardı ve çok hoş bir atmosfer vardı. Birkaç hediyelik eşya aldıktan sonra Karaca Mağarası’nı da tamamlamış olduk. Süleymaniye Mahallesi’ne geldiğimizde ise arkadaşım bana tarihinden bahsetmeye başladı. Anlattıklarına göre, burada eskiden Rumlar ve Türkler bir arada yaşarmış. Kültür ve din çokluğu, kültürün de gelişmesine olanak sağlamış. Eski kiliseler, camiler de bunun kanıtı niteliğindeydi gerçekten. Kiliseleri inceledik, birkaç camiye baktık ve sohbet etmeye devam ettik. Harima denilen yer, üç dinden de izler taşıyan bu yer kardeşliği en ince ayrıntısıyla ortaya koyan bir yerdi. Bu üç dinin mabedi de birbirine o kadar yakındı ki, şimdiki insanların gelişmiş  olduklarını düşünmek  çok garipti, eski insanlar daha medeni ve gelişmişti. Bu şehir bana gerek kültürel gerekse insani bakımdan gelişmemde yardımcı oldu. Bitti mi? Sıra Sarı Çiçek Evleri’nde… Bu evlerin içindeki işlemeler kusursuzdu. Bunu anlatmak için bile yazamayacağım kadar mükemmel, hani derler ya “Anlatılmaz yaşanır.” aynen öyle bir yerdi. Ondan sonra vakit kaybetmeden Limni Gölü’ne gittik, burası yine kendine hayran bırakacak şekilde mükemmeldi, maviyle yeşilin harika uyumunun bir deliliydi. Sırada Kent Ormanı var. Bu şehirde gezmediğim yer bırakmak istemiyorum. Ama insanların küçük olarak tarif ettiği bu şehre ömrümü versem belki de görmediğim yerler kalacak. Kent Ormanı orada yaşayan bir görevli, atı, kazları ve etrafa piknik yapmak için yapılmış çardaklardan oluşuyordu. Ama o ata binmek çok farklı bir duyguydu. Bu şehir her yerini  gezmesem bile  beni her konuda şaşırtmada ve bana gereken yerde gereken dersi vermede çok başarılı oldu.

Sohbet edip gülüp eğlendikten sonra akşamın bastırdığını fark edip Zigana’ya doğru yola koyulduk. Bu sefer arabada bize eşlik eden sakin bir müzikti. Yorgunluğumu hissetmeye başlıyordum. Burayı fazlasıyla sevmiştim ve ne yazık ki gitme vaktim çok yaklaşmıştı. Arabanın içinde sessizlik hâkimdi. Yeni tanıdığım fakat çok sevdiğim arkadaşımla,  bu sessizliği bozmamaya karar vermiştik anlaşılan.

Hava karanlık olduğu için bir köftecide yemek yiyip sütlaçla günümüzü kapatmaya karar vermiştik. Yemek cidden mükemmeldi ve tadı tam oturtulmuştu. Sütlacı ise fırında yapmışlar, bol fındığı esirgememişlerdi. Son lokmalarımızı yutarken bugün, geçirdiğim en harika günlerden biriydi diye düşündüm. Daha bunlar ne ki? Artabel Tabiat Parkı, Torul Cam Teras, Ecel Taşı, Kov Kalesi, ve daha nicesi…

Etrafın dağlarla sarı olduğu bu güzelliği kim bilebilir ki? Tabi ki üstünkörü bakan biri yerine merak edip araştıran. İşte o yüzden Gümüşhane’ye gelmeden önce burayı bilenlerden ve benim gideceğimi duyanlardan aldığım olumsuz yorumları otobüse bindiğim anda kafamdan silmeliydim. İlk olarak Gümüşhane insanının tanımadığı insanlara bile olan sevgisiyle karşılaştım. Burası nasıl saf bir şehirdi, burası nasıl diğer şehirlere oranla bu kadar iyi kalmıştı? Buraya küçük dediler ama bu küçük yerdeki insanların kalpleri büyüktü önemli olan da bu zaten.

Şimdi ise sıra Kov Kalesi’nde… Esenyurt Köyü’nde bulunan bu kale, yüksek  bir dağın tepesine inşa edilmiş. Uzaktan çok güzel görünüyordu, bu kalenin içini görmek için can atıyordum. Kaleye çıkmak  biraz yorucu oldu ne de olsa dağı çıkmak zorunda kaldım ama değdi. Kalenin içi çok güzeldi, derin bir nefes aldığında etraftaki çiçek kokusuyla beraber tarih kokusunu da alıyorsun. İlk olarak kalenin surlarına çıktım, yukarıdan manzara harikaydı. Ondan sonra etrafa bakınırken kapı gibi bir yere geldim, merak ettim, kapıdan dışarıya baktığımda yüzümde tatlı esintiler hissetmeye başladım. Etrafa bakınca burası surlardan baktığım manzarayı andırsa bile dikkatli bakınca farklı bir manzara olduğu fark ediliyordu. Sanırım burası kalenin arkasıydı. Kov Kalesi’ni  arkamda bırakmış bu şehrin diğer mükemmelliklerini görmek için yola koyuldum. Cam Teras’a yeni varmıştık ki, o camların üstüne çıktığım zaman sanki düşecekmişim gibi hissettim. Bana sallanıyor gibi geldi. Kendimi toparlayınca manzaranın karşısında mest oldum.

Türkiye turumun Gümüşhane durağını gezmeye devam ediyorum. Bu satırları kaldığım otelin odasında yazıyorum. Günüm pek çok açıdan enteresandı. Karaca Mağarası’na gitmek için bir dağa araba yardımıyla çıktım ardından araba yolu bitince az bir kısmı da yaya olarak gittim. Yaya olarak gittiğim kısımda pek çok dükkan bulunuyordu. Dükkanların çoğunda yöresel tatlar ve hediyelik eşyalar vardı. Bu eşyaların çoğunluğu Karaca ve Gümüşhane hatırası değeri taşıyan yöresel şeylerdi. Bu gezi bittiğinde Gümüşhane’yi anabilmek için küçük bir magnet aldım. Doğal taşlar (stres taşı, rahatlama taşı vb.) satan yerler de bulunuyordu. Beni meraklandıran bu özel taşlardan da aldım. Daha ileri mağaraya doğru yürürken yerde oturan ve önünde birkaç poşetin bulunduğu teyzenin yanına gittim ve poşetlerin içinde ne olduğunu sordum. Teyzenin dediğine göre poşetlerin içinde Gümüşhane’nin yöresel lezzetlerinden olan siron varmış, birini açıp bana gösterdi; birbiri etrafına sarılmış yufkalar gibi duruyordu. Üstüne yoğurt ve salça sosu dökülüp yeniliyormuş. Kulağa oldukça lezzetli geliyordu hemen iki tane aldım. Az daha ilerleyince mağaraya giriş yapabileceğim yere geldim. Hemen bir bilet aldım ve içeri girdim. İçerisi oldukça soğuktu ama bunu çabuk unuttum çünkü karşımda sarkıt ve dikitlerden oluşan harika bir manzara duruyordu. Burası sanki dış dünyadan izole farklı bir yaşam yeriydi. İçeride gezmemizi sağlayan tahta yollar vardı bunlar da bana göre doğal ve güzel duruyorlardı. İçerisi ışıklar yardımı ile aydınlatılıyordu. O kadar hayranlıkla seyrettim ki mağaranın sonuna nasıl geldiğimi bile anlamadım. Mağaradan çıktıktan sonra çok güzel bir dağ manzarasıyla karşılaştım. Bu manzarayı girerken nasıl da göremedim diye kendi kendime sorarken mağaraya girmeden önceki heyecanımı hatırladım. Bu mükemmel manzarayı daha yakından görmek isteyen insanlar için yapılmış oturma yerlerine doğru gittim ve oradaki teleskoplarla üzerlerinde hafif kar bulunan koca koca dağları seyrettim. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum ancak bir süre sonra kendi kendime “işte huzur bu” dedim. Ne kadar zaman geçerse geçsin seyahatimin güzel bir parçası olan Gümüşhane’yi mutluluk ve huzurla anımsayacağım.

Gümüşhane’yi gezmeye devam ediyorum. Burası dağların ardında saklı bir kent… Dört bir yanı benzersiz güzelliklerle bezenmiş doğa harikası… Karadeniz ’in incisi Gümüşhane… Rotamız Akçakale. Amacım şehrin köylerine küçük bir ziyaret yapmaktı. Bu bağlamda da hem rahat ulaşımı hem de bizi cezbeden doğal güzelliğiyle Akçakale Köyü’nü seçtim. Özellikle köy halkının sıcakkanlılığı ve misafirperverliği beni çok etkiledi doğrusu.

Şehrin merkezinden yola çıktım ve yaklaşık 15 dakika kadar süren yolculuğun ardından köye ulaştım. Yol kenarındaki bahçeler ilgimi çekti. Ağaçların dallarında dutlar, al al elmalar, cevizler ve türlü meyveler vardı. Anlaşılan bu köy bereketliydi. Köydeki günlük yaşantıyı merak ettiğim için mahallelerden birine girdim. Mahalle sakinleri meyvelerini topluyor, bostanlarını ekip biçiyordu. Birkaç teyze pekmez yapıyordu. Bir de ilk başta ne olduğunu anlamadığım ama tadına bakınca da lezzetine bayıldığım pestil vardı. Teyzeler ben turistim deyince seni aç bırakmayız dediler, ben de kırmadım onları. Kuymak, erişte, siron… Hepsinin tadı damağımda kaldı. Uzunca bir ziyafetten sonra köyün yaylasına çıktım. Burada hayvancılık yapan köylüler vardı. Her yer renk renk çiçek açmıştı. Buranın havası müthişti. Temiz havayı içime çektim bol bol. Yaylada İskender dedikleri su kaynağı vardı. Suyu buz gibiydi; içim yanmış kana kana içtim ne yapayım. Dağlardan sarı çiçek, dağ kekiği ve gelincik topladım. Kokularını içime çektikçe kuş gibi hafiflediğimi, rahatladığımı hissettim.

Köyün kendine has  bir kalesi vardı. Kalenin etrafı ıssızdı. Buraya gelmek gerçekten büyük bir cesaret istiyor. Yüksekçe bir yere konumlanmış olan kale, baştan ayağa Gümüşhane’yi seyrediyor. Köyde sıklıkla karşılaştığım harabeleri andırıyordu burası. Kalenin en tepesine çıktım ve birkaç dakikalığına hayaller âlemine daldım. Zıplasam ellerimle güneşi yakalayacaktım sanki. Buradan her şey ne kadar da güzeldi.

Köyün bir de mağarası vardı. Hava kararmadan orayı da keşfe çıkmak istiyordum. Edindiğim bilgiye göre bu mağara Türkiye’nin en büyük mağaralarından biriymiş. Önceden gezdiğim Karaca Mağarası’ nı andırıyordu burası. Mağara yıllar önce turizme açılmış.  Benim gibi çoğu turist buradaydı.  Onlar da benim gibi yeni yerler öğrenme heyecanını taşıyordu.

Hava kararmak üzereyken köy evine toplanan insanların yanına gittim. Orada köylüler sohbet edip çaylarını yudumluyorlardı. Haşlanmış patates, lor peyniri ve turşu da çaya eşlik ediyordu. Ben de onların sohbetlerine katıldım. Gece yarısı olunca kaldığım otele doğru yola koyuldum. Gümüşhane’nin meşhur pestil ve kömesinden bana bir paket yapıp verdiler. Ben de teşekkür ederek oradan ayrıldım. Ayrılırken sanki bir yanım eksilmişti. Yolculuğum boyunca dağlarla çevrili olan bu güzel şehrin insanlarının kalplerinin altın gibi olduğunu ve tarihi yerlerinin birbirinden büyüleyici olduğunu düşünerek yolculuğuma devam ediyorum. Bu şehrin eşsiz güzelliklerini keşfetme fırsatını bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Gümüşhane yolculuğuma yoldaşlık eden bu köye ve yol arkadaşlarıma selamlarımı sunuyorum. Başka duraklarda görüşmek dileğiyle… Gümüşhane’ den selamlar…

18

HATAY

 

Kahvaltımı yapmak için Sultan Sofrasına gittim. Orada Hatay’ın meşhur olan yemeklerinden yeşil zeytin, katıklı, kaytaz böreği, tuzlu yoğurt, küflü çökelek yedik. Kahvaltımı bitirdikten sonra Habib-i Neccar Camii’sine gittim. Gün batımında cami Osmanlı dönemi eseridir, etrafı medrese odaları ile çevrilmiştir. Avlusunda 19.yy eseri bir şadırvan bulunur. İsa’nın havarlarından Yunus (Yuhanna) ve Yahya (Pavlos) ile ilgili ilk inanan ve şehit edilen ilk kişi olan Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi bulunur

 

 Sırada çok ünlü bir kilise olan St.Pierre Kilisesi vardı.Tarihte birkaç kez geri yükleme de biliniyor.Edinilene göre MS. 39-41 Aralarında Aziz Petrus kiliseye gelerek hıristyanlığı yayılmıştır.Kilise 2.YY.’da Bizanslılar tarafından restore edilmiş 1860’lı kullanarak ise İtalyan Kapuçin Rahipleri tarafından tekrar tekrar çalışır halde kadar kaldı kalmayı başarmıştır.

 Gittiğim kilisede çok şey öğrendim.Tatlı yemek için meclis künefeye gittim beni çok iyi karşıladılar .Hatay’ın en meşhur tatlısı olan künefe yedim.Tadı damağımdan gitmedi.

Dünyanın en büyük ikinci mozaik koleksiyonu olan Hatay Arkeoloji Müzesi’nde Hitit, Helenistik, Roma   İskenderun ve Haribiye’de yapılan çalışmalar sonucu ortaya çıkan buluntular sergilenmektedir. İçerisinde o dönemlere ait çeşitli süs eşyaları, heykeller ve mezarlar bulunan müzenin temelleri 1932 yılında atılmıştır. Mozaik müzesi olarak yapımına başlanan bina 1948’de açılmış olup, genişletilmesi için yapılan ek çalışmalar ise1974 yılında tamamlanmıştır. Daha sonraları eklenen buluntular ile Hatay Arkeoloji Müzesi’nin binası yetersiz olduğu için 2011 yılında yeni bir müze yapımına başlanmış ve yeni müze 2014 yılında ziyarete açılmıştır.

Hatay’ın Samandağ ilçesinde Musa Dağı’nın güney tarafında bulunan beşikli Mağaraya gittim.Beşikli Mağara yüzyıllar boyunca pek çok farklı medeniyet için yerleşim ve ticaret noktası olmuş . Gezdikten sonra yolumun üzerinde bulunan  Titus Tüneli dikkatimi çekti. Tünel ,günümüzde yaklaşık 2000 yıl önce yapılmış tam bir mühendislik harikasıdır . Tünel Roma imparatoru Vespasyan tarafından yapılmıştır.Akdeniz’in Roma kalıntıları arasındaki belki de en ilginç projelerden biri Titus Tüneli olmuştur. Roma İmparatoru Titus’un yaptırdığı tünelin yapımının 100 yıldan fazla sürdüğü tahmin ediliyor. Yerli veyabancı turistlerin uğrak yeri olan Titus Tüneli, 2014 yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Geçici  Listesi’ne eklendi .Hatay’a gelen turistlerin buraya akın ettiği söylenebilir Samandağ ilçesinde bulunan Hıdırbey Musa ağacına gittim.Yaklaşık 3000 yıllık geçmişinin olduğuna inanılan musa ağacı turist akınına uğramaktadır.

    

 

Payas Kalesi, aynı adla anılan Payas ilçesi sınırları içindedir. Yerleşimin neredeyse insanlık tarihi kadar eski çağlara dayanan Payas, Hayat’ın bir ilçesidir. Payas, İskenderun Körfezi kıyısında olup Dörtyol ve İskenderun ilçeleri arasında bulunmaktadır. Payas’ta Bizans’tan sonra birçok uygarlık hüküm sürmüştür. En son Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında ilçe Osmanlı egemenliğine girmiştir. Osmanlı döneminde buranın hac yolu üzerinde olması, Osmanlı’nın buraya ayrıca bir önem göstermesine sebep olmuştur.

Bu önemle birlikte Payas’taki eski kale tamamen yıkılmış ve yeniden Osmanlılar tarafından yapılmıştır. 1567-1571 tarihleri ​​arasında yapılan tamamlanan Payas Kalesi bugün bugundaki haline kavuş. Cami, Hamam ve imaret için kalenin yapımından sonra tamamlanmıştır. Mehmet Paşa Külliyesi’nin nedeni neden oluyor. Kale dört köşeden ve toplamda sekiz adet akşam yemeği için ordaki ünlü bir lokantaya gidip ali nazik, aşür, boraniye çorbası, oruk, tepsi kebabı yedim.

19

ISPARTA

Şarkikaraağaç

 

Isparta’da Şarkikaraağaç ilçesine yolum düştü. Orası şirin bir ilçe ve sakin bir yerdi. Şarkikaraağaç’ta Kızıldağ diye bir yer olduğunu duydum. Oraya gitmeye karar verdim. Kızıldağ’a gittiğimde beni inanılmaz bir hava ve atmosfer karşıladı. Piknik yapmak için gereklidirmuş. Oraya çıkar çıkmaz temiz hava zaten kendini fark ettiriyor. Kızıldağ Türkiye’de tanınmış önemli bir edilmiştir. Oraya gittiğime memnun oldum ve gittiğim zaman sonradan geri gelmek cennet gibi önemli bir arada. Hayran kaldım gezerken. Manzarası çok güzeldi ve Şarkikaraağaç sanki ayaklarımın altında bulunmaktadır.

 

YALVAÇ

Bugün tarihin o güzel kokusunu bir kere daha içime çektiğimi söyleyebilirim. O yüzden çok mutluyum.

Yalvaç ‘ ta tarihi yerlerden birkaçını gezdim . İlk olarak Antiocheia Pisidya ‘ yı anlatmak istiyorum . Burayı ilk gördüğümde adeta büyülenmiştim . Burayı gezmek için can atıyordum . İlk olarak tarihi tiyatro alanına gittim buradaki tiyatro basamakları alttan başlayarak yukarı doğru büyüyordu ve tam ortasında gösterinin sahnelendiği yer vardı . Bu basamakların aşağıdan yukarıya büyümesinin sebebi ise sesin herkesin duyabilmesi içinmiş . Her attığım adımda tarihin kokusunu içime kadar çekebiliyordum . Her adımımda daha da çok heyecanlanıyordum . Her yerde eskide kalmış şekiller , taşların üzerine yapılmış motifleri görebiliyordum . Ayrıca Antiocheia ‘ da su kemerlerini de görebiliyorum . Su kemerleri eskiden suyun taşınmasında kullanılmış . Augustus Tapınağ’ı ise kayaların oyulmasıyla yapılmış bir tapınaktır . Tapınağın duvarlarında boğa başları gibi hayvan resimleri vardı .  Antiocheia Pisidya ‘ da Hristiyanlar buraya gelerek tapınakları ediyorlar . Yalvaç ‘ ta dikkatimi çeken yerlerden biri ise çınar ağacı idi . Çınar’ın 800 yaşında olduğu söyleniyor . Bu koca yaşlı çınarın gövdesi 10.25 metredir . Ayrıca Yalvaç Çınar altında bir sürü kahvehane var . Bu kahvehaneler masa ve örtü rengi ile birbirinden ayrılıyor . Bu kadar çok kahvehanenin olmasına rağmen bu kahvehaneler arasında asla bir anlaşmazlık olmuyor . Ve kimse kimsenin müşterisini alma çabasında değil .

Bu yüzden insanlar hoşgörü , sevgi ve saygı içinde yaşayabiliyorlar . Benim Yalvaç gezim şimdilik bu kadardı umarım bir daha farklı yerleri gideriz YALVAÇ

Geçen hafta Isparta’nın Yalvaç İlçesinde oturan dayımlara ziyarete gittim.Hem onlarla          görüşmek    hem   de      Yalvaç’ın güzelliklerini         görmek

için gitmiştim. Gezimize ilk olarak tarihi Pisidia Antiokheia Antik Kentinden başladık. Bu tarihi yere girer girmez  büyülenmiştim, Özellikle Roma ve Bizans

Dönemine ait kalıntılar dikkat çekiciydi. Gitmeden önce bu antik kent hakkında bilgilere bakmıştım ve Augustus Tapınağı’nı çok merak etmiştim. Oranın kalıntıları hoşuma gitti. Ayrıca eskiden Amerikalılar tarafından yapılan bazı kazılarda göze çarpıyordu. Burada bulunan Paul Kilisesi hac merkezi olarak kullanılıyormuş ve Hristiyanlığın yayıldığı bir konummuş. Burada dikkatimi en çok çeken unsur ise tristlerin buraya gelip ayin yapıp hac görevlerini yerine getirmelerini olmuştu. Onları bizzat gözümle görmek beni şaşırmıştı. Bir sonraki ziyaret ettiğimiz yer ise Yalvaç Müzesi oldu. Burada fosil yataklarından çıkarılan fosilleri gördüm; gergedan,mamut,at ve geyiklerin kemikleri vardı.Dikkatimi çeken bir heykel vardı. Oturan Zeus Heykeli idi.Oraya dikilen Zeus insanların da dikkatini çekiyordu. Müzede eskiden olan heykeller ve yapıtları görmek adeta beni heyecanlandırmıştı.Buradan çıktıktan sonra bir süre dinlenmek için Çınaraltına oturduk.Çınaraltında devasa büyüklükte bir ağaç vardı ve onun gölgesinde bir sürü oturulacak masalar vardı.Burda çrşitli insanların kahvehaneleri vardı ve insanlar çay içmeye , dinlenmeye gelirdi.Bize ağacın 800 yaşında olduğunu söylediler ona rağmen ağacın dimdik durması ve birçok insanın gölgesinde dinlenmesi çok hoştu.Buradan kalktıktan sonra gideceğim son bir yer vardı o da o meşhur Anlatan Meydanıydı.Orada ayrı ayrı yerlerde memerden yapılmış yapıtların üzerinde Yalvaç’ın güzelliklerinden o tarihi mekanlardan bahseden yazılar yazıyordu.Fosil yataklarından,Antiokheia Kentinden ve bölgede eskiden kontluklar kurup yaşayan medeniyetleri kısaca anlatıyordu.

Topladığım bilgilerin ve öğrendiğim şaşırtıcı olayların sonunda burayıda ziyaret edip bilgilerimi iyice toparladıktan sonra artık istediğimi almıştım,merak ettiğim o güzel yerleri teker teker gezmişti.Yalvaç’ın sokaklarında dolaşmak,çeşitli yerlerini görmek,en güzeli de insanların yüzündeki o eksik olmayan tebessüm beni mutlu etmişti.Gezimi böylelikle güzel bir şekilde sonlandırmıştım.  örmek dileğiyle .

 

 

 

Yenişarbademli

 

Bugün ailemle birlikte Yenişarbademli’ye gittik. Keyifli güzel bir gündü. Yenişarbademli doğal güzellikleri bakımından zengin bir yer olduğunu gördüm.

Mesela Pınar gözü mağarasının ağzından akan çay her şeyin sesini bastırıyor. İnsana huzur ve ferahlık katıyor. Özellikle doğaya açık havaya iç içe oluşu ayrı bir huzur veriyor. Pınar gözü mağarası içinde şelaleler gölcükler vardı. Çevresinde yaklaşık 213 bitki türü varmış. Gerçekten etrafa baktığımda birbirinden hem şekil hem boy olarak bir-çok bitki türü vardı. Ama alanda bu mağaranın güzelliğine ayrı bir hava katmışlar.

Gezimizde Dedegül daği taraflarından gittik. Oldukça yüksek görünen bir dağdı.

Dedegül dağı 2992 metre yüksekliği ile Isparta’nın en yüksek dağıymış. Zirvesinde yılın on bir ayı kar bulunmaktaymış. Bu şekilde çok güzel görüntüsü var. Burada her yıl dağcılık şenlikleri düzenlemiyormuş. Kamp dağcılık doğa yürüyüşü ve tırmanma acısından iyi bir yer. Ama yürüyüş yapması ayrı bi güzel. Dedegül  dağının doğusunda Karagöl var. Karagöl bir buzul gölüymüş. Bu taraflar biraz soğuk ama görülmeye değer. Güzel bir görünümü var. Birde sadece Karagöl’ün çevresinde ve   Dedegül dağının eteklerinde Dedegül çiçeği ile ün salmaktaymış.

Yenişarbademli’de ve Beyşehir gölünün kuzeybatı kısmında tarihi yapıtlarımızdan olan Kubad-ı Abad sarayı kalıntıları bulunmaktaydı. Oraya gidip oranın tarihini içime çektiğimde her bir köşesine göz gezdirdiğimde sanki kocaman bir tarihin içindeymişim gibi hissettim. Sanki her bir köşesi ayrı bir tarihi anlatıyordu. Anadolu Selçuklu döneminde Alaaddin Keykubat’ın emriyle 1236 yılında yaptırılmış. Anadolu Selçuklularına ait    en önemli yapılardandır.  Kubad-ı Abad sarayının kuzeydoğusunda  Beyşehir gölünde kız kalesi adası vardı. Burası Kubad-ı Abad sarayının tersanesi olarak yaptırılmış. Şu an sadece kalıntıları var ama çevreden tarihi andıran canlandırıcı bir görünüme sahip. Kız kalesi adası  ülkemizin Manyas’tan sonra en önemli kuş cennetiymiş.

Bu gezip gördüğüm yerler hem tarihten görünümler olsun hem doğal güzellikler olsun bende çokça yer kapladı ve her birinde hissettiğim duygu ve düşünceler ayrı bir yer kapladı. Hepsine bir daha olsun hâlâ gitmek isterim.

 

 

 

SENİRKENT

Günüm Isparta’nın Senirkent ilçesinden geçerken arabamın bozulmasıyla başladı.Ben de biraz burayı gezeyim dedim ve yola düştüm.İlk önce Yassıören Kasabasında bulunan mezar stellerini görmeye gittim.Oraya gittiğimde kütüphanenin bahçesinde bulunan taşlarıda gördük.Biraz gezdikten sonra oradan Uluğubey Kasabasına geçtik.Orada Veli Baba Sultan türbesini ve oraları gezdik.Daha sonra öğlen yemeğini yemek için Değirmenderesi adındaki piknik alanına gittik.Her yer yemyeşil ve doğasıyla eşsiz bir yerdi.Oraya gittiğimizde buraya has olan Banak adı verdikleri kemikli dana eti yedim.Oradaki dağların eteklerinde yapay şelale ve piknik alanları da varmış ama oraya çıkmak zor olduğu için gitmedim.Senirkent’ten çıkarken ilçenin girişinde bulunan satıcılardan oranın meşhur üzüm pekmezinden aldım ve yoluma devam ettim.

 

SENİRKENT

Bu gün Senirkent ‘ i gezdik . İlçeye adımımızı atarken burada bizi bekleyen harika şeyler olduğuna emindik .

Tabi ki aç olduğumuz için öncelikle santral mesireliğinde kahvaltımızı yaptık . Mesire alanı yemyeşil ve harika bir yerdi . Manzara karşısında yemeğimizi nasıl yediğimizi anlamadık .

Ardından gittiğimiz Tymondas antik kenti Senirken ‘ in Yassıören kasabası tarih kokan muhteşem bir yerdi . Antik kentte orta çağ kiliseleri , piskoposları gösteren listeler gibi bir çok tarihi yapı vardı .

Sonrasında ise yine aynı kasabada bulunan Ayazman  Mesireliğine gittik ve yemyeşil alanda yürüyüş yapıp alanda bulunan soğuk su kaynağından buz sulardan içtik .

Daha sonra ise Veli Baba Sultan Türbesine gittik . Rehberimizin anlattığına göre bu türbeye yatan zât sefere giden Murtzazor Paşa ‘ ya ve ordusuna izzet ve ikramda bulunmuş bunun üzerine zatın açık olan mezarı türbeye dönüştürülmüş . Yanına da bir cami yapılmış .

Gezilecek yerlerin yanı sıra ilce halkı da çok misafirperver insanlardı . Bizi büyük bir istekle evlerine yemeğe davet ettiler ve bizi ilçelerin meşhur üzüm bağlarına götürdüler . Tabi ki o harika üzümlerin tadına bakmadan geçmedim . Ve şu anda Isparta’nın başka güzelliklerine doğru yola çıktık …

 

ULUBORLU

 

Bugün geçirdiğim en güzel günlerden biriydi bunun sebebi ise Isparta‘nın Uluborlu ilçesine gittim. Tarihi yerleri gezip bu yerler hakkında bilgi sahibi oldum aynı zamanda buraya özgü yemekleri tattım.

İlk olarak merkezde yer alan Alâeddin Keykubat Kütüphanesi’nin zemin ve birinci katında bulunan müzeyi ziyaret ettim. Müzedeki çalışanlar yardımsever ve çok ilgiliydiler. Öğrendiğim kadarıyla 2007 yılında hizmete açılmış. Müzeyi gezmeye birinci katından başladım, bu katta Uluborlu yöresine özgü demir sanatları, mutfak eşyaları, kadın ve erkek giyimleri, aksesuarlar ve hamam eşyaları gibi objeler sergilenmekte. En çok dikkatimi çeken şey ise yanındaki beşikte bebeği uyuyorken ekmek yapmak için hamur açan yöresel kıyafetlerin giydirildiği mankenin sergilendiği bölümdü. Alt katta ise çini eşyalar, seramik kaplar, müzik gereçleri gibi eşyalar vardı. Hepsini inceledikten sonra müzenin bahçesine çıktım, burada Roma Dönemine ait mezar stilleri, sunaklar, lahitler ve taş eserler sergileniyordu. İncelerken o dönemlere gitmiş kadar oldum, her şey tam anlamıyla mükemmeldi. Çalışanlara beni bilgilendirdikleri için teşekkürlerimi sunup gördüklerimden memnun bir şekilde oradan ayrıldım.  Alaaddin Camii’yi görmek için çok sabırsızlanıyordum bu yüzden gidebildiğim en hızlı şekilde camiiye gittim. Cami 1231 yılında Sultan Alaaddin Keykubat tarafından yaptırılmış, yapıldığı dönemde Uluborlu Hamitoğlu Beyliğinin başkentiymiş. Caminin üç kapısı, bir minaresi, iki kubbesi ve 35 penceresi bulunmaktadır. Anadolu bölgesinin sağlam ve hala kullanılan en eski tarihi yapısı olmasıyla birlikte günümüzde hala ibadete ve ziyarete açıkmış. Özellikle ramazanda teravih namazı için çoğu Uluborlulu buraya geliyormuş, namazdan sonra dağıtılan yiyeceklerin olması bunun içinde önemli bir etken tabi.

Camii ve Uluborlu Kalesi’nin birbirine yakın olması biraz işime geldi çünkü hava oldukça sıcak ve bunaltıcıydı. Kalenin kitabesi bulunmadığından kim tarafından ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor ama M.Ö. 4.Phrygler Döneminde yapıldığı tahmin ediliyormuş. Selçuklu ve Hamitoğulları Beyliği zamanında da onarılıp kullanılan kalenin içinde birçok yapı bulunmaktadır. Kale içinde Roma, Bizans ve Osmanlı Dönemine ait tarihi kalıntılar var. Kalenin en üstüne çıkıp oradan Uluborlu’yu seyrettim ve bir sürü fotoğraf çektim. Küçük bir yer olmasına rağmen herkesin dikkatini çekebilen bir yerdi. Son olarak Cirimbolu Köprüsü’ne gitmeye karar verdim. Köprü olarak anılmasına rağmen aslında çift kemerli su kemeriymiş. Kapı Dağından kale içine Kavil Pınarının suyunu getirmek için inşa edilmiş. 45 metre uzunluğunda,21 metre yüksekliğinde günümüze sağlam olarak ulaşan yapılardanmış.

Uzun süredir gezdiğimin bilincine yeni vararak acıktığımı hissettim. Merkeze indikten sonra küçük bir restorana girdim ve garsona Uluborlu’ya özgü yemeklerden getirmesini rica ettim. Uzun bir bekleyiş ardından adlarının Banak ve Kuyruğu Sulu olduğunu öğrendiğim yemeklerden getirdi. Gerçi Kuyruğu Sulu böreğe benziyordu. Kokusuyla bile mest olduğum yemekleri afiyetle yedim ve parasını ödeyip restorandan çıktım.

Saat epey bir ilerlemişti, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım bile, oysa daha gezip görecek bir sürü yer vardı.

İleride bir kez daha Uluborlu’ya gitmeye karar verdim ama bu sefer arkadaşlarımla gideceğim, onlarında bu şirin yerde ne gibi güzelliklerin olduğunu görmelerini isterim.

 

ULUBORLU

Bugün günlerden Salı. Ben ve ailem birkaç gün önce Isparta’nın Uluborlu ilçesine gitmeye karar verdik. Bugün oraya gittik. Uluborlu’da en çok tarihi yerler görmek istiyordum. Uluborlu’ya gittiğimizde ilk olarak Uluborlulu olan Merve arkadaşımı ziyaret ettik. Merve bize kendilerinin kiraz bahçelerini gösterdi. Daha sonra bizi gezmemiz için ilk olarak Uluborlu Müzesine götürdü. Müzede ilk katta bizi demirci atölyesi karşıladı. O atölyede gördüklerim gerçekten beni etkiledi. Geçmişten kalmış pek çok demirler ve bakırlar gördüm. Daha sonra gezmeye devam ettiğimizde erkek ve kadın giysileri, aksesuarlarını gördüm. Alt kata indiğimizde porselenden olan mutfak ürünlerini, eski lambalı radyoları gördüm ve gerçekten müzeye bayıldım. Oradan çıkınca Merve bizi Uluborlu Kalesine götürdü. Aldığım bilgiye göre bu kale Kapıdağı’nın 1200 metre yüksekliğindeki yamacında yapılmış bu bilgi beni biraz ürküttü çünkü yüksekten korkuyorum. Kim tarafından ve ne zaman yapıldığı tam bilinmiyormuş. Bu kale iç ve dış kale olarak ikiye ayrılıyormuş. Kalenin kapısı oldukça büyüktü. Eskiden yaşanan olaylar yüzünden dış kale yıkılmış ancak iç kalenin büyük kısmı günümüze kadar gelmiş. Bu eserlerin dışında birkaç eser daha gezdik. Bunlar; Alaaddin Camisi ve ilçe merkezide bulunan Güneş Saati. Öncelikle gezerken gerçekten çok eğlendim ve baya bilgi sahibi oldum. Merve’yi çok sevdiğimi söyledim ve bize bu güzel ilçeyi gezdirdiği için ona teşekkür ettim son olarak Uluborlu’nun insanları gerçekten çok cana yakın. Bir sonraki gezi anımda görüşürüz

 

KEÇİBORLU

 

Bugün sabah 8.30 da uyandık. Kahvaltımızı yaylada yapmaya karar verdik. Evden her şeyimizi aldıktan sonra annem babam ve kardeşlerimle yola çıktık. Yaylaya gittiğimizde babam hemen ateşi yaktı. Bizde şu doldurmak için çeşmeye gittik. Kahvaltımızı yaptıktan sonra Ardıçlı’daki gül bahçesine gittik. Her taraf mis gibi gül kokuyordu. Fotoğraf çektikten sonra folklor ekibini izlemek için meydana gittik. Biraz vakit geçince lavanta bahçelerine gitmek için yola çıktık. Lavanta bahçelerine gittiğimizde her yer çok kalabalıktı lakin etraf mis gibi lavanta kokuyordu. Bahçelerde biraz yürüdükten sonra lavanta kafeye gittik. Hayatımda ilk defa lavantalı gazozu orada içtim. Sadece gazoz değil çay ve dondurma da vardı. Hayatımın en güzel gününü geçirdim.

 

MERKEZ

Sabahleyin erkenden yola çıktık. 7.30-8.00 civarı Gölcük Parka gidip piknik yaptık.11 civarı oldu. Süleyman Demirel Üniversitesine gittik, kampüste dolandık ve yetkili kişilerden biraz konuşma dinledik. Öğlen oldu, öğlen yemeğini üniversitede yedik. Az biraz moladan sonra Etnografya Müzesi’ne gittik. Müze hakkında bilgiler edindik. Müzede gezmek eğlenceliydi. Kafeler caddesine gittik, burada bir sürü kafe var. İyice eğlendik. Valilik meydanına gittik, burada gül heykelleri var. Dönüş vakti geldi. Senturm Garden’e gittik. Akşam yemeğini yedik, geri döndük.

 

MERKEZ

Türkiye turumda bugün Ispartadaydım. Isparta beni gül kokularıyla karşıladı. Baktığınız çoğu yerde gül görebilirsiniz gerek heykeller olsun gerek gerçekleri olsun Ispartayı tam bir gül şehri yapıyor.

Bana buraya gelmeden önce çarşıya mutlaka gitmelisin dediler. Çarşıda beni sıra sıra dönercilerin olduğu bir yer karşıladı. Zaten orası da dönercileriyle meşhurmuş.Birsürü seçenek olduğu için insan hangisine gireceğini şaşırıyor.

Biraz ilerledikten sonra beni Eski Üzüm Pazarı karşıladı. Üzüm pazarı denmesinin sebebi de eskiden orada üzüm satılmasıymış  . Ama şuanda kahveciler ve kuyumcular bulunmakta. Oradan geçerken kahve kokuları bana eşlik etti . Beraber 2 dakika yürüdük bu güzel kokularla.

Oradan biraz daha ileriye gittiğim de ise yine meşhur olan Kafeler Caddesine geldim.Burda güzel bir cami gördüm. Bahçesinde çok güzel çiçekler vardı orada duran banklardan birine oturup soluklandım.Dinlendikten sonra da keşfe başladım. Adının hakkını veren bir yer . Etrafta bir sürü kafe var. Üniversite şehri olduğunu düşünürsek onlar için güzel bir konum olduğunu söyleyebilirim. Ama tabiki kafelerden ibaret değil burası. Çeşitli mağazalar da bulunmkta. Mağazalardan gelen müzik sesleri  de yürürken bana eşlik etti. Bu konumda kitapçılar da var. Ben de bir tanesine uğradım. O sanat kokan mekan beni cezp etti.Ben de Oğuz Atay’ın Tehlikeli  Oyunlar adlı kitabını aldım.Okumak için çok heyecanlıyım.

Kafelerden sonra acıktığımı fark ettim ve şansıma bir düğün yemeğine rastladım. Sağolsunlar bana çok yardımsever davrandılar . Isparta’nın insanının bir kez daha çok misafirperver olduğunu anladım.Oturdum bir masaya .Tonton insanlar ile sohbete daldım.Yemek geldiğinde Kabune pilavının ünlü olduğunu söylediler . Ben de tattım. Gerçekten de çok güzeldi.Turşu da pilava ayrı bir tat kattı. Çorbadan da içtim. Helva da çok güzeldi . Karnımı güzelce doyurmuş oldum ve buranın ünlü yemeğini de tecrübelilerin elinden yemiş oldum .Sahiplere de çok teşekkür ettim ve öbür rotama doğru yol aldım.

Bir sonraki rotam da Aya Baniya Klisesi oldu. Burası baya harabe olmuş. Ama bana yine de tarihin verdiği o havayı hissetirdi.Burda fazla oyalanmadım ve öbür rotama yöneldim.

Canım ince belli bardakta koyu bir çay içmek istedi. Ben de piknik alanı olan Gökçay’a gittim. Merkezle arasında çok mesafe yok . Yani kolayca ulaşılabilir. Burada Isparta’nın manzarası gerçekten çok güzeldi. Yanımda eşyam bulunmadığı için oradaki dükkanlardan birinden çay aldım ve göletin yanına oturdum. Hem çayımı içerken kitabımı okudum hem de göletteki ördekleri izledim. Bir yerde yalnızsam hayvanlar ve kitaplar benim dostum olur. Onarla dertleşirim. Bu dertleşme için Gökçay gerçekten çok uygundu. Burada huzur buldum ve ciddi manada dinlendiğimi hissettim.

Akşam oldu ve benim için dönme vakti.Ama gül lokumu almadan gidemezdim. Bir tane mağazaya uğradım. Oradan sevdiklerime gül lokumu ,gül kolonyası,gül suyu aldım.Ve Isparta beni gül kokularıyla karşıladığı gibi gül kokularıyla uğurlamış oldu.

Güzel Isparta benim için güzel bir tecrübe idi. Fazla vaktim olmadığından her yeri gezemedim  . Ama anılarımı süslediği için Ispartaya teşekkür ederim.

 

ATABEY

Bugün arkadaşlarımla birlikte planlamış olduğum Atabey’in gezilecek yerlerine gittik. Gerçekten bir Manisalı olarak gezdiğimiz yerleri çok beğendim. İlk önce arkadaşlarımla birlikte bir kafede kahvaltımızı yaptık. Güzelce karnımızı  doyurduk. Girdiğimiz sokaktaki evler çok güzeldi bazıları eski yapıttı. Yolda geçen insanlara gezmek için nereye gidebileceğimizi sorduk. Bize üç tane yer adı söylediler. Birincisi Ertokuş Medresesi ikincisi Seleukeia Sidea üçüncüsü İslamköy Demirel Evi ve Demokrasi Müzesi. Ortak kararla ilk olarak Ertokuş Medresesinin bahçesine girdiğimde içime bir ferahlama geldi. Her taraf yeşil çam ağaçlarıyla doluydu. İçerisinde bir çeşme ,hamam ve camide vardı. Buradan etkilenmiştim. İçerisi resmen tarih kokuyordu. Bu medreseyi 621 yılında Ertokuş Bin Abdullah yaptırmış. Çok sanatsaldı. Sonra Seleukeia Sidea’ya gittik.  Burası Bayat köyündeydi. Sanırsam Roma İmparatorluğu zamanında tiyatro olarak kullanılmış. Yıllardan beri bozulmadan durmayı başarmış. Gezdiğimiz yerler çok güzeldi. İşte şimdide bize tarif edilen son yapıttaydık. İslamköy Demirel Evi ve

Demokrasi Müzesi. Burada sergilenen fotoğraflar ilgimi çekmişti. Süleyman Demirel’in hayatına ve 50 yıllık Cumhurbaşkanları ve Başbakanların fotoğrafları vardı. Orta büyüklükte bir müzeydi. Güzeldi. Buraları gezdikten sonra gerçekten sınav stresinden arınmıştık. Baya memnun olmuştuk. Eğer gezmek istediğiniz bir yer ile Atabey arasında tercih yapacaksanız mutlaka Atabeyi seçmelisiniz. Gezmeye değer, unutulmaz bir şehir.

ATABEY

Bugün çok güzel bir gündü, bunun sebebi Isparta`nın Atabey ilçesine gittim. Tarihi yerlerini gezip meşhur ekmeğinden yedim

İlk olarak Ertokuş Medresesi`ne gittim. Medrese 13.yy`da Selçuklu hükümdarlarından Ertokuş Bey tarafından yaptırılmış ve 700 yıl boyunca eğitim vermiş. Burada astronomi ve tıp alanında eğitim verilmiş. Medrese`nin yapımında kullanılan bazı taşlar çevre harabelerden getirilmiş ve hiçbir bağnaz düşünceye yer vermeden, bu taşlar üzerinde bulunan Bizans simgelerinin hiçbiri kazınmamış. Medrese dış avlu, iç avlu, türbe ve medrese odalarından oluşuyor. Odaların üzeri kubbe ile kapatılmış. İç avluda bir havuz ve üstünde ortası açık bir kubbe var. Dinlendirici su eşliğinde ders işlenirmiş. Giriş kapısının karşısında mescit ve dershane görevini üstlenen ona bir eyvan bulunuyor. Buradaki taş mihrap

Anadolu Selçuklu eserlerinin nadir örneklerindenmiş. 1933 yılında restore edilmiş.

Sonra şehir merkezinde bulunan Agrea Antik Kenti`nin yanından geçtim. Kentten birkaç parça hariç günümüze pek bir şey kalmamış ama Agrea Bizans zamanında bir piskoposluk merkeziymiş. İlginç! Mola vakti öğle yemeği yemek için gittiğim restoranda Atabey`in meşhur ekmeğinden yedim ve gerçekten güzeldi.

İlçenin güneyinde bulunan Seleukeia Sidera`ya gittim. Suriyeli Kral Seleukos I tarafından kurulmuş. MÖ kurulduğu düşünülüyormuş. Roma imparatoru Cladius döneminde adı değiştirilerek Claudia Seleukeia olmuş fakat çevre şehirlerle karışmaması için sonuna demir anlamına gelen ”Sidera” eklemişler. 1933 yılında yapılan kazılarda surlarla çevrili yukarı kent ve yamaca oturtulmuş bi tiyatro ortaya çıkmıştır. Tiyatronun oturma yerleri tahrip olmuş ama girişleri hâlâ ayakta. Yukarı kentin güneybatısında, Helenistik döneme ait bir tapınak podyumu var. Bunun alt kısmında 20 metre uzunluğunda bir sarnıç var. Yukarı kuzeybatısında genir bir mezarlık var. Mezarlıkta sanduka mezaar ve bolca mezar odası var. Mezar odasına 2-3 basamak ile iniliyor ve girişin iki yanında ölülerin yattığı kısım, ortada ise mezar hediyelerinin konulduğu seki var.

O kadar Atabey`e gelinir de Süleyman Demirel ziyaret edilmez mi ? Bunun için İslamköy`de bulunan Demirel Evi ve Demokrasi Müzesi`ne gittim. Türkiye Cumhuriyeti`nin 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel`in doğduğu evden gezmeye başladım. Müze bir külliyenin tam ortasında bulunuyor. Külliye`nin diğer yapıları ise Süleyman Demirìn ninesi Şehriban Hatun adına yapılmış cami , kütüphane, araştırma merkezi, şadırvan , hediyelik eşya satış yeri, lojman, çeşme, Demirel evi, köy evi gibi üniteler vardı. Ancak bunlar yapım aşamasında . Müze ise tamamlanmış ve kısmen halka açılmış. Müze de şu çok dikkatimi çekti, müzenin girişindeki yazı ; ”Ey ziyaretçi, Süleyman Demirel Demokrasi Müzesini dikkatli gez. 50 yıllık medeniyet mücadelesini, sende sez. Kafanı kaldır, kerpiç evleri, yeşil ovayı gör. Böylece : Türkiye-Köy-Demirel ve demokrasi arasındaki ağını ör.” Müzenin büyük kubbesi Demirel`in Cumhurbaşkanlığını, 7 kubbesi ise başbakanlıklarını simgeliyormuş. Müzede birçok hediye, fotoğraf ve belgeler sergileniyor.

Böylece Atabey`in belli başlı yerlerini gezmiş oldum. Ben kendim buraları gerçekten beğendim. Birgün tekrar gelmek isterim.

EĞİRDİR

Bugün doğal güzellikleriyle gelenlerin gözünü alamadığı Isparta’nın Eğirdir ilçesine gittim. Herkes gibi ben de büyülendim. Özellikle yedi renkli göl… Bakanların gözünü kamaştırıyor. Kişi uzaklar dalıp gidiyor, kuşların cıvıltısı, dalgaların sesi… İnsan kendini bir anda hayal dünyasında buluyor. İçi huzur doluyor. Bu güzellikten zorla ayrılıp Yeşil Ada’daki Ayostefanos Kilisesi’ne gittim. Bu kilise, Rum asıllı Hristiyanların Kudüs’e gitmeden önce gelip ziyaret ettikleri bir ibadet mekanıymış. Şuanda bu kilisede piyano eğitimi ve konserler veriliyormuş. Ben sadece piyanoyu ve içerinin muhteşem mimarisini gördüm. Sanki o dönemde yaşıyormuş gibi hissediyor insan. Daha sonra merkezdeki Hızırbey Camii ve hemen karşısındaki Dündarbey Medresesi’ne gittim. Hızırbey Camii, muhteşem mimarisi ve zengin kültürel dokunuşlarıyla girdiğimde beni büyüledi. Özellikle avizeye bayıldım. Çok şatafatlıydı. Karşısındaki medreseye gittiğimizde ise bir avluyla karşılaştım. Avlu bölümlere ayrılmış. Hatta şu anda halı dokuma bölümünde Isparta halısı dokunuyor. Hat sanatının eğitimi veriliyor…Camideki ve kilisedeki mimari medreseye de yansımış olmalı ki gözlerimi işçilikten alamadım. O kadar ince detaylar var ki insan kayboluyor baktıkça derinliklerinde. Bu kadar kültürel değere sahip çıkılması çok güzel bir şey. Sadece kültürel miras olarak değil doğal güzellik bakımından da çok zengin bir yer. Mesela Canada Yeşilada’ya yapay köprü ile bağlanmış. Yeşilada’da ki piknik alanları, hayvanat bahçesi, elma bahçeleri, kalesi, manzarası…Her şeyi ile gidilip görülmesi gereken bir yer…Ben gittim gördüm…Bir daha olsa bir kez daha giderim…Sizde gidin görün. Emin olun ki pişman olmayacaksınız…

 

GÖNEN

Lafı dolandırmaya gerek yok. Ben seyahat etmeyi severim. Hele de Isparta gibi bir şehire yakınsam daha da çok severim. Hem seyahat demişken aklıma ne geldi biliyor musun?

“Her zamanki rutinleri tamamladım yani kahvaltı yaptım, duş aldım, hazırlandım ve ıvır zıvır işte. Evden zor olsa da çıktım, bu sefer her şey farklı olacaktı. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm fakat otobüs terminaline değil. Arabaların çok gelip gittiği bir yol kenarına. Evet, evet! Tam da düşündüğün gibi otostop çektim. Bir yaşlı amca durdu. Isparta’ya kadar götürdü beni. Çok iyi bir amcaydı. Şöyle söyleyeyim: Bizi bedava götürdüğü gibi üstelik bir de masrafa girdi! (Ne iyi insanlar var!)

Yaşlı amca ile olan yolculuğumun sonuna geldiğimde, arabadan inmemle birlikte kocaman bir tabela gördüm. Üzerinde “Gönen” yazıyordu. Oradan bile hissedebilmiştim oranın güzelliğini. Temiz havayı çekip ilçeye girdim Gönen’in  sevecen insanları bana çok yardımcı oldular. Kime ne sorduysam nazikçe cevaplandım. Öğrendim ki Isparta’nın en güzel gülleri Gönen ilçesinin “Güneykent” kasabasında yetiştiriliyormuş ve il merkezine 25 km uzaklıktaymış.

En çok dikkatimi çeken kısım ise sık çam ağaçlarının içindeki güzel mi güzel “Yunus Emre Türbesi”. Şansımdan mıdır bilmem ama burada Yunus Emre’yi anma programı yapılırmış her yıl. Ben de izledim bugün, onları kırmadım. İkramları da geri çevirmedim. O meşhur aşurelerinden de yedim biraz. Tamam, belki biraz fazla yemişimd Gönen tarih kokuyor. Selçuklular zamanından kalan hamam kare planı ile üç bölümden oluşuyormuş. Ayrı ayrı sıcak, soğuk ve ılık. Maalesef günümüzde hizmete kapalıymış, olsun. Bu haliyle bile harikaydı

Son olarak Tarla Pınarı. İçimi huzur kaplatan yer…

Düşünsene cıvıl cıvıl kuş sesleri, gözünün alamayacağı kadar yeşillik serin serin esen poyrazın etrafa yaydığı tabiat kokusu…  Havuzlar, fırınlar ve ocaklar. Tenha, serin mi serin tam kafanı dinleyeceğin bir yer. Biraz uzandım. Aldığım ufak tefek atıştırmalıklarımı yedim sonra tekrar yol göründü. Dönüşte de otobüse binerek geldim evime. Gözen kadar güzel olmasa dahi evimi, ilçemi seviyorum. Bu güzel gün için öncelikle Gönen Belediyesine ardından da samimi insanlarına teşekkür ediyorum. Bir ara da seninle gidelim. Şimdilik benden bu kadar. Görüşmek üzere günlük!

 

SÜTÇÜLER

Bugün pırıl pırıl, mis gibi bir sabaha uyandım. Arkadaşım Zeynep gelecekti ve birlikte doğa gezisi yapacak, tarihi yerleri gezecektik. O üniversiteyi bitirmiş ve atanmıştı. Bende çalışmalarım sonucu güzel bir üniversite kazanmıştım. Birlikte bu güzel başarılarımızı kutlayıp, özlem gidereceğiz arkadaşımla.

Yanıma almam gereken eşyalarım hazırdı ve arkadaşım gelinceye kadar romanımı bitirdim. Yaklaşık yarım saat sonra geldi arkadaşım, ailemle birlikte güzel bir kahvaltı yaptık. Saat 9 :30 gibi çıktık yola. Gideceğimiz yer Isparta’nın Sütçüler ilçesiydi. Oraya hiç gitmedim umarım güzel bir deneyim olur.

Yolculuk güzeldi. Zeynep’in arabasıyla yolculuk ettik. Müzik açtık, eğlendik, mevsimde ilkbahar olduğu için her yer çiçek, masmavi gökyüzü …

Gelmiştik  Sütçüler’e . Sütçüler’i araştırmıştım gelmeden önce. Gezilecek yerler listesinde birçok yer vardı: Adoda Antik Kenti, Yazılı Kanyon, Kuz Mağarası, Tota Yaylaları ve İçmeleri, Sığırlık Kalesi l ve Sığırlık Kalesi ll gibi.

İlk olarak Sığırlık Kalelerine gittik. Bu kaleden 2 tane var: Sığırlık Kalesi l ve Sığırlık Kalesi ll. Sonra Adoda Antik Kenti’ ne gittik. Çok güzel tarihi yerlerdi. Yine yoldaydık ve bu sefere ki rotamız Yazılı Kanyon’du. O kadar güzel bir yer ki. Her şey üstüne geldiğinde veya bunaldığında sana ilaç gibi gelecek bir yer. Bir de köprü var. Altında nehir akıyor şırıl şırıl. Manzara fotoğrafları çekmeye bayılırı, e tabi Zeynep’te. Çok güzel fotoğraflar çektik. Bir süre sonra acıktığımızı fark ettik. Tota Yaylaları ve İçmeleri’ne doğru yola çıktık. Orası büyük bir orman ve etraf yemyeşil ağaçlarla, renkli çiçeklerle donatılmış bir sanat resmen. Yanımızda getirdiğimiz sandviç, çay ve diğer yiyeceklerden atıştırdık. Ah hayır! Biraz fazla yemiş olabiliriz. Ama ne yapalım yani? Orman havası açtı bizi, çok acıktık Allah Allah !

Gitmediğimiz yer olarak ‘’Kuz Mağarası’’ kalmıştı. Oraya vardığımızda güzel insanlar karşıladı bizi. Gezdirdiler mağarayı. Güneş batıyordu ve bizim de gitme vaktimiz gelmişti. Sütçüler’in mahallelerinde dolaştık biraz. Hatıra fotoğrafı çektirdik. Küçük hediyeler aldık. İnsanlarda bir o kadar misafirperver ve sevecen. Çok samimi ve içtenler. Sütçüler çok güzel ve gezilmesi gereken bir yer.

Yorulduk ama tatlı bir yorgunluk…

 

SÜTÇÜLER

Isparta`dan yola 101 km geçtiğimizden sonra bizi adeta yeşilliğin ve mavinin büyüleyici tonları karşıladı. Sütçüler ilçesi Beyşehir Gölü`nün güneybatısında kalıyordu. Isparta ilinin bir ilçesiydi. Rakımı 250 metre ile 2500 metre arasında değişkenlik göstermekteydi. Toplam nüfusu 10.707 idi. Yani küçük bir ilçeydi.

Ama küçük demekle haksızlık yapmış olurduk. Sütçüler ilçesi Romalılar tarafından ele geçirilmiş sonrasında Kilikya Eyaletine ve Asya(Roma) Eyaletine bağlanmıştır. Roma imparatorluğu`nun MS 395 yılında parçalanması ile Doğu Roma İmparatorluğu surları içinde kalmıştır. 1204 yıllında ilçe ve çevresi Anadolu Selçuklu Devleti`nin eline geçmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti`nden sonra ise öncelikle Hamitoğulları Beyliğine, daha sonra Osmanlı topraklarına katılmıştır. Kısaca tarihinde birçok topluluğa ev sahipliği yapmıştır. Böylece köklü bir tarihe sahip diyebiliriz. Ama sadece bu bilgilerle değil köklü bir tarihe sahip olduğunu gördüklerimizden de kolayca çıkarabiliriz. En önemlisiyle ” Adada Antik Kenti ” karşılamaktadır bakışlarımızı. Burası 1888 yılında tespit edilmiştir. Kuruluş tarihi tam olarak bilinmemektedir ama kent adını MÖ

II.yüzyılda Termessas`la yapılan bir anlaşmada ”Adada” kelimesiyle buradan alır. Anadolu`da en sağlam kalabilmiş artık kentlerden biridir. Kentte, Traionus

Tapınağı, İmparator Tapınağı, İmparatorlar ve Zeus Megitos-Serapis Tapınağı, İmparatorlar ve Aphrodite Tağınağı, tiyatro, anıtsal bir mezar yapısı, sur duvarları, nekropol, Bizans bazilikası, açık hava toplantı yeri, çarşı binası veya yönetim merkezi olabilecek yapı ile antik yol bulunmaktadır. Sonrasında rotamızı Sefer Ağa Camii`ne çevirdik. Bu camiinin tarihi ise 1184 yılına kadar dayanmaktadır. Sonrasında gözlerimiz ilçe merkezinde bulunan Taşkapı Harabelerine çevrildi. Burası biraz daha dağlık ve kayalıktı. Oradan ayrıldıktan sonra ilçenin Asar Mahallesin`de bir tepenin kuzey yamacında kurulan, erken Bizans döneminde yapıldığı tahmin edilen bir kale karşılamaktadır bizi. Bu kaleye Sığırlık I kalesi demişler. Bu kale dikdörtgen bir plana sahip olup, köşelerde birer kule bulundurmaktadır. Günümüze kadar sağlam bir şekilde gelmiştir. Bir de bu kalenin 2.si var. Onu da görmemek olmazdı. Sığırlık II Kalesi ise, Sığırlık ve Çandu Köyü arasında yolun kuzeyindeki bir tepe yerindedir. Kalenin doğu duvarlarında yuvarlak pencere bulunmaktadır. Bu kale de ayrıca iyi bir şekilde korunarak günümüze kadar gelmiştir.Sonrasında yolumuz Zarzilla Harabelerine çevrildi. Kasımlar yolu üzerinde olan Zarzilla Kenti kalıntıları bulunmaktadır. Buradan sonra Kocaköy Haeabeleri`ne yolumuz çevrilmiştir. Asar Tepesi üzerinde Hellenistik Döneminde kurulmuş kentin çevresi kısmen ayakta duran sur duvarlarıyla çevrilmiştir. Sur duvarlarının dışında da biri sağlam diğeri yıkık iki anıt mezar bulunmaktadır. Burayı da ziyaret ettikten sonra Yazılı Kanyon Tabiat Parkı`na gidip yeşilliğe doyabiliriz. Bu tabiat parkı ilçeye 10 km uzarklıkta olup, 600 hektarlık bir alana sahiptir. Kanyonun yan duvarlarında Bizans dönemine ait ibadet yapılan bölümler, surak yerleri ve yazılar bulunmaktadır. Bu yazıtlar nedeniyle ” Yazılı Kanyon ” adını burdan almaktadır. 1989 yılında tabiat parkı olarak tescil edilmiştir. Tabiat parkı, zengi bitki örtüsü ve yaban hayatı ile seyrine doyum olmayan eşsiz doğal güzellikleriyle ilgi odağı olmuştur. Tarihi ”Kral Yolu`nun” geçtiği kanyon, ttoprak ve kaya yazıtları ile tarihi önem arz etmektedir. Kanyon adeta cennetten çıkma bir yerdi. Eşsiz bir doğası, manzarası vardı. Burası karşısında büyülenmiş hissettim. Sattlerce zamanımızı burada değerlendirdikten sonra  Tota Dağı`na gidecektik. Bu dağın yamacında 20 hektardan oluşan misafirhane , seyir terasları, piknik alanları mevcut olup, Köprüköy Havzasına kuşbakışı bakılabiliniyordu. Doğası tek kelimeyle inanılmazdı. Buranın temiz havzasını içimize çektiktensonra Kent Ormanı`na gitmek için yol almıştık. Kent Ormanı`na vardığımda da doğallığı karşıladı bizi. Burada gözetleme ve seyir terasları, futbol, voleybol, basketbol sahaları ve piknik alanı bulunarak insanların her şekilde eğlenebileceği alanlar sunmaktaydı. Bu kadar yer gezdikçe gezesimiz geliyordu. Aksu ırmağının üzerinde kurulan Karacaören Barajı`ndaydık. Çevresinde alabalık üretim tesisleri, Reiki Huzu Vadisi Tesisleri, Yazılı Kanyon Tabiat  Parkı ve büyüleyici manzaralı ormanlar bulunmaktadır. Ayrıca kafa dağıtmak için baraj gölünde amatör balıkçılık ve su sperleride yapılmaktadır. Sonrasında Tota Dağı`nın yamacından kuşbakışı gördüğümüz Köprüçay Havzasının aslını görmekteydi. Aksu`dan  doğan köprü Sütçüler`den sonra sınırı Antalya`ya dayanmaktadır. Geçtiği güzergahlarda muhteşem manzaralar ve kanyonlar oluşturan Köprüçay truzim açısından son yıllarda adından sıkça bahsedilmektedir. En sonunda ise 200 yıllık geçmişi olan Köprülü Kanyon`un yamacında buluruz. Beydilli Köyü`nde bulunmaktaydık. Doğal taşlardan ve ağaçlardan yapılan evleriyle, sahip olduğu kültürel ve doğal güzellikleriyle kendinden bahsettiren köy, kendini insanlara hayran bıraktırmaktadır. Sütçülerin tarihinden bahsettiğimiz kadar coğrafyasından da bahsedersek, zengin coğrafyasında endemik biti gözlemciliği, foto safari, trekking, dağcılık, jeep seferi, su sperleri, yayla ve av turizmi yapılmasın da gayet el verişlidir. Sütçüler`e bir gün olur da yolunuz düşerse mutlaka gezip görmenizi tavsiye ederim.

 

AKSU

Bugüne Aksu gezisi düzenlemişlerdi. Sabah saat 07:00 gibi otobüs hareket etti. Molalarla beraber 2 saat yolculuk ettik. İlk olarak Zindan Mağarası’na gittik. Otobüsten inince, temiz hava bizi anında karşıladı. Öğretmenler birkaç duyuru yaptılar. Rehberimizi tanıttılar .En sonunda mağaraya girebildik. Abi! Mağara müthiş yaaa… Mağaralar normalde karanlık olarak bilinir ya, bu mağara dışarıdan daha aydınlık. Her yer ışıktı. Rehberle beraber konuşa konuşa gittik. Rehber anlatıyor mağara şu mağara bu… Benim dikkatimi çeken mağaranın 760 metre falan olması. Arkadaşlarla fotoğraf falan derken saat 12:00 olmuş. Mağaranın sonunda ise hamam diye bir bölüm var. Bölümün tabanında mozaik biçimli özgün kalsit kristaller vardı. Çok güzel görünüyordu. En sonunda dışarı çıktık.

Mağara girişinde; siyah, beyaz, kırmızı taştan yapılmış Eurymedon (Köprü Çayı Tanrısı) başı, iki yanda yunus motifi, altta ve üstte uçan erkek motifleri olan mozaikler vardı. Ve biz bunları çıkarken gördük. Manzara da dehşetti. Mağaranın karşısında Eurymedon Kutsal Alanı vardı. Orayı da gezdik. Kutsal alanın yanında açık hava tapınakları vardı. Orayı da gezdik. Ama her yerde tarihi eserler vardı. Manzara ve tarihi yerler çok güzeldi. Görülmeye değerdi.

Oradan çıktık. Tynada Antik Kenti ‘ne giderken bir lokanta da durup öğle yemeğimizi yedik. Oradan ver elini Tynada Antik Kenti. Merkeze azda olsa biraz uzaktı. Dikkatimi çeken şeyler; bina mezarları ve sivri tepenin yamacında bulunan kaya mezarlardı. Dolanmaya başladık. Horozız gitme vaktinin anlamaya geldiğini. Otobüse doluştu ve ordan Şarkikaraağaç’a indik. Saat 18.00.Yurda doğru konuşa konuşa, gülüşe gülüşe yürümeye başladık.En sonunda yurda vardık ve yattık.

 

20

İZMİR

Çocukluğum, gençliğim, anılarım, sevinçlerim, mutluluğum, tecrübelerim, hatıralarım, hatalarım, korkularım, gözyaşlarım, hayal kırıklıklarım, bütün yaşanmışlıklarım. İzmir… Benim ruhumu hâlâ canlı kılan, özümün tohumlarını her bir karış toprağında hissetmemi altında şehirdi. Bu koca şehir bana öyle şeyler kazandırdı, o kadar çok şey kattı ve aldı ki benden. İyisiyle kötüsüyle yanıma kalan bütün yaşanmışlıklar benimdi. Her şeyi gözümün önünden bir film şeridi gibi akıp gidiyordu; öylesine canlı bir değişkenüydü ki bu, sanki bütün renkler aynı anda birbirine karışmıştı. Kendimi boşluk içinde hissiyordum, kaybettiğim zamanı bir daha geri getiremezdim fakat artık bana biçilen ömrün geri kalanını burada, ait olduğumunuzun yaşayacaktım.

Hava gürlüyordu. İzmir’in havasına hiç belli olmazdı; sabah bahar bahçe güneşken, akşam kara kış yağmurlu oluyordu. Olun! Yirmi iki senedir hiç mi bir şey değişmez, yahu? Sanki bu, bana İzmir’in “Hoş geldin.” Deme şekliydi.Yağmur çiselemeye başlamıştı bile. Yolum uzundu ama ben yolda kalmıştım; malum, akşam Konak trafiği kilitleniyordu. Yol açılacak gibi durmuyordu, ben de fırsattan istifade biraz burada vakit geçirmeye karar verdim.Ah, akşam denizi bir başka güzel oluyordu! Saatlerce bir demlik çay eşliğinde bu manzaranın keyfini çıkarabilirdim.

Kızlarağası çarşısında bir kahveciye gitmeye karar verdim; burayı ayrı bir seviyordum. Çocukluğumun bir parçası da oraya aitti, şimdi ise zamanla çok şey değişmiştir diye düşünüyordum ama özünü asla kaybetmeyeceğini biliyordum. Tarihçesi ve kökleri geçmişten günümüze kadar bir miras gibi korunmuştu. İzmir’in en büyük ve en gösterişli hanlarından birisiydi. Görkemli mimari yapısı bir özgünlük harikası olarak bilinir ve Osmanlı hanlarından birisi olması buraya ayrıca bir özellik kazandırmıştır. Okuduğum, araştırdığım kaynaklarda yazılanlarda bunları tasdikliyordu. Osman Bey tarafından, 1598 yılında yaptırılan bu yapı oldukça büyük bir alan üzerinde kurulmuş.

Kemeraltını neredeyse boydan boya dolaşmak şu an, en büyük arzularımdan biriydi; o çarşının içine girmek, ara sokaklarında kaybolmak, ruhumu bulmak, insan kalabalığının içine karışmak… Şimdi gece gözüyle her şey karışacağı için bunu yarın sabaha ertelemeye karar verdim. Nasılsa yeterince vaktim vardı, öyle değil mi?

Hanın içine girmiştim, buradaki en meşhur kahvecilerden birine oturdum ve bir Türk kahvesi istedim. Kahvem gelene kadar şöyle bir çarşının içini gözlerimle taradım; gerçekten her şey aynıydı, sadece daha da bir güzelleşmişti burası. Saat daha sekizdi, haliyle daha erken sayılırdı; bir bisiklet turu yapmak için vaktim vardı. Kahvemi içtikten sonra handan ayrıldım, buradaki dostlarımı başka bir gün uygun zamanda ziyaret etmeye karar verdim. Sahile indiğimdeyse şaşkınlığım barizdi; insanlar neredeyse akınla buraya gelmişti, birçoğu çimlere oturmuş yakınlarıyla gülüp eğleniyordu. Kartla saatlik bir bisiklet kiralıktan sonra İskeleyi boydan boya bisikletle gezdim; adeta ruhum bir çocuğun saf mutluluğunu tatmıştı. Yaklaşık bir saate yakın bisiklet turu yaptıktan sonra midemin guruldadığını hissettim; sanırım deniz havası beni haliyle acıktırmıştı. “İzmir köfte ne güzel giderdi şimdi…” diye düşünmeden edemiyordum. Bu saatte yemek yemek hiç huyum değildir lakin sadece bugüne özel kendimi biraz şımartmaya karar verdim. Yemeğimi yedikten sonra artık gece epey geç olmuştu; artık eve dönme vaktiydi. Toplu taşıma araçlarının nimetlerinden faydalanmak bu konuda oldukça güzeldi; metronun ve tramvayın gelmesi oldukça güzel ve gelişim gösteren bir olaydı.

Ertesi gün;

Sabah erkenden zıpkın gibi kalkmış, güzelce bir İzmir serpme kahvaltı yapmıştım. İzmir’e yakışır ne varsa hepsi kusursuz güzelliği ve lezzetiyle birlikte sofrada yerini almıştı. En çokta boyozun o eşsiz tadını hiçbir şekilde tarif edemezdim; o kadar çok özlediğim şey birikmişti ki… Sonrasın da aldığım bir sevindirici haberle birlikte Çankaya’ya bir dostumun yanına ziyarete gitmeye karar verdim; hem bu sayede çarşıyı görmüş olacaktım.

Arkadaşımla birlikte Çankaya’nın bir ucundan Konak Sahil’in bir ucuna kadar sohbet ederek yürüdük. Gerçekten o kadar çok özlediğimi fark etmiştim ki bu günleri, keşke o yirmi iki yılı geri getirebilseydim.Burada, tüm dostlarımla birlikte olmak için elimden gelen her şeyi yapardım.
Arkadaşımla birlikte öyle derin bir sohbete dalmıştık ki artık ne kadar yürüdüysek farkında bile değildik. Hâliyle biraz karnımız acıkmıştı, arkadaşım buralarda İzmir’e özgü ev yemeklerinin olduğu bir mekândan bahsetmişti, oraya gitmek güzel olurdu. Hemen bu fikrimi arkadaşımla paylaştım ve o da bana katıldı.

Kısa sürede bahsettiğim yere varmıştık. Oldukça güzel ve şirin bir yerdi burası; tamamen gösteriş ve abartıdan uzak, sade bir yerdi.
Masada kirde kebabından, suraya, şevketi bostana kadar birçok çeşit yemek vardı. Tatlı olarak tabii ki olmazsa olmaz lokma vardı.Karnımızı güzelce doyurduktan sonra Kemeraltı çarşısının içine girmeye karar verdik; asıl mesele burada başlıyordu. Buranın içine sabahtan girip akşama kadar çıkabilen insan yoktu. Burada birçok ticari işlerin yapıldığı hanlar, sokaklar ve dükkânlar vardı; hepsi ayrı bir dokuda, farklı bir amaç doğrultusunda inşa edilmişti. Akşama kadar gezmek beni epey bir yormuştu ancak buna değdiğine emindim.

Durmak yoktu. Havra sokağından, Şadırvan Cami’ye kadar tarihi ne kadar yer varsa hepsini bir bir gezdik ve gördüğümüz bir sokak satıcısından İzmir kumru alıp yolumuza devam ettik. Tarihi Kiliseleri ziyaret etme imkânımız ve farklı kültürlere tanıklık etme şansımız oldu. Benim için yirmi iki yıl sonra çok güzel bir deneyim oldu ve hayatım boyunca unutamayacağım bir anı olarak kaldı. Yarınki gezintim için çok heyecanlıydım.Bunları düşünerek yatağıma uzandım ve rahat bir şekilde uyudum.

Uyandığımda İzmir’in o güzel havasını içime çektim. İzmirlilerden duyduğuma göre İzmir’in en önemli yapıtlarından tarihi olan Asansöre gitmek için hazırlandım ve kaldığım otelden ayrıldım. Konağa geldiğimde asansörü bulmak için insanlara sordum ve en sonunda buldum. Asansöre ücretsiz giriliyormuş. Birbiri arasındaki yükseklik farkı nedeni ile yapılan merdivenler ile bağlantısı sağlanan iki caddeyi bağlamak esasına dayalı İzmir Tarihi Asansör inşası 1907 yılında yapılmış bir yapı olduğunu öğrendim.

En yukarıda insanların oturabileceği bir kafe var.Oturamadım çünkü o İzmir’im muhteşem manzarasını izliyordum. Bir de teleskop olduğunu gördüm genellikle gece yıldızları görmek için kullanılsa da insanlar bakıyordu yine de. Gezdikten sonra o kafede bir çay içtim. Gerçekten çok güzeldi. Bir de İzmir’in o güzel manzarası eşliğinde içilince başka bir tadı olduğunu düşündüm. İzmir’e gelip buraya gelmeden gitmemenizi tavsiye ederim.Saate baktığımda saatin 8 olduğunu gördüm ve kaldığım otele gittim.

Bugün İzmir’de üçüncü günüm. Dün ki anılarımı bir yere bırakıp yeni bir günün getirdiği heyecanla kahvaltımı Alsancak sahilinde yapmayı düşünüyordum üstümü giyindim ve Basmane’de kaldığım oteller sokağındaki otelimden ayrıldım.Alsancak’a doğru yola çıktım.Yolda gördüğüm bir fırından İzmir’in geldiğimden beri duyduğum o güzel boyozundan ve simidinden aldım. Sahile geldiğimde herkesin gençlerin büyük bir çoğunluğunun oturduğunu görünce bende oturdum çimlere ve fırından aldığım yemekleri yedim.Düşündüğüm tek şey dedikleri kadar güzel olduğu havası ve yemekleri. Bugünkü durağım İzmir’in kültürel yerlerinden biri olan Şirince.

Şirince İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı köydür.Güzel bir yol geçirdikten sonra Şirince’ye geldim.Şirince, Türkiye’de Ege Bölgesi’nde İzmir kent merkezinin güneydoğusunda, Selçuk ilçe merkezine 8 km uzaklıkta bir dağ köyü. Bir dönem Kırkınca, Çirkince gibi isimlerle anılan köy Cumhuriyet Dönemi ile birlikte Şirince ismini almış.

Şirince’nin şüphesiz Türkiye’nin en estetik köylerinden biri.Esnafın çoğu dışarıdan gelmiş, eskiden ailelerin oturduğu taş konaklar çoğunlukla butik otel ya da restoran/ kafe olmuş.Köylülerin tezgahındaki yöresel mahsullerin çoğu kendi üretimi bile değil…  Sanki her sabah herkes setinin başına geçiyor, akşam turistlerin gitmesi ile dağılıyor.İlk gittiğimde gözümü her yerde olan şaraplar dikkatimi çekti.Aldığım bilgilere göre  genelde turlar Şirince ziyaretini, ikisi de Selçuk’ta olduğu için, sabahtan Efes, öğleden sonra da Şirince olarak planlıyor. Yarım gün her yerini gezmek ve fotoğraf çılgınlığına kapılmak için gayet yeterli bir zaman olduğunu düşünüyorum Selçuk’tan Şirince’ye saat 07.00 – 10.00 arası her 20 dakikada bir, 10.00 – 18.00 arası 30 dakikada bir, 18.00 – 19.40 arası da her 20 dakikada bir minibüsler kalkıyor. Buraya İzmir’den gelecekler içinse İzmir garajından ise her 40 dakikada bir Selçuk’a otobüs kalkıyor. Şirince’nin en eski adı aslında “Kırkınca” imiş. Rumlar Kirkince,mübadele sonrası Rumların yerine Türkler de Çirkince demeye başlayınca köyün ismi en son Çirkince kalmış. En sonunda çirkinin tam tersi olan köye Şirince denilmeye başlanmış.Şirinceyi turistik Yer yapan buranın şaraplarıymış.Bununla birlikte sommelierler (şarap eksperleri) genelde meyve şaraplarına burun kıvırırlarmış.Ama şişe şişe alanları da gördüğümü söylemek isterim.Burası aslında bir Rum Köyü olduğundan burada zaten bir şarap kültürü varmış, ama nasıl olduysa olay meyve şaraplarına kaymış; elma, çilek, muz, şeftali, kavun… Çoğunun gerçek meyve şarabı olmadığı, aroma katılmış şaraplar olduğu söyleniyor meyve şaraplarını herkes denememi söyledi ben de pek sevmem ama buraya gelmişken içtim.Enfes bir tadı var, gerçekten de dedikleri kadar varmış. Merkezindeki envaı çeşit ev yapımı sabun, el işleri, zeytinyağı ürünleri satılan köy pazarı, şarap evleri ve Arnavut kaldırımlı sokaklarındaki tarihi Rum evleri görülmesi gereken yerlerden. Ayrıca köyün kuzeyindeki Hodri Meydan Kulesi‘nden köy manzarası da bir harika. Şirince’nin meyve şarabının meşhur olduğunu söyledim.Buradaki şarap mahzenlerinden tadım ve alışveriş yapabiliyormuşsunuz.Köyün Güney cephesindeki Aziz John Baptist Kilisesi ziyarete açılalı çok olmadı. Kilisenin tarihinin ne kadar eskiye uzandığı tam olarak bilinemiyor ama 1805’te yeniden inşa edilerek şu anki görüntüsüne geldiğini biliyoruz. Kilisenin küçük bir de şarap mahzeni var. Burada da şarap tadımı yapabiliyorsunuz. Yorulduğumu hissettim dinlenmek için bir yere oturdum ve herkesin Türk kahvesi içtiğini gördüm ve bende istedim . .Hemen sıcak kum üzerinde, ağır ağır pişmiş şöyle bol köpüklü bir Türk Kahvesi içtim.Tiyatro Medresesi,performans sanatları araştırmaları yapmaya, çalışmaya ve dinlenmeye gelinecek, hem amatör hem de profesyonel tiyatrocular için bir toplanma alanı. Seyirciler ve sanatçıların bir araya gelerek tanışma ve tartışma imkânı bulacağı gerçek bir karşılaşma mekânı olarak düşünülmüş.

Mimarı ise  Sevan Nişanyan. Burada atölye çalışmaları, yaz kampları, tiyatro kampları, paneller ve konferanslar düzenleniyor. Burada ne yapabiliriz derseniz, turizm amaçlı gidip gezilecek bir yer değil ama burada sahne alan performansları izlemeye gidebiliyorsunuz. Bir şeyin sergilenip sergilenmeyeceği gün içinde belli oluyor, o yüzden gittiğiniz gün sosyal medya hesaplarından takip edin.

Bir de MonoFest adı ile bir festival yapıyorlar, tek kişilik gösteriler oluyor. Ağustos’ta Şirince’deyseniz mutlaka bakın. Tiyatro Medresesi’nin hemen yanındaki arazide ise ünlü Nesin Matematik Köyü var. Burası matematiği ders olmaktan çıkarıp hayatın içine sokan, hocaların ve öğrencilerin bir arada yaşayıp mekanın yönetiminde beraber söz sahibi olduğu, sessiz sakin, doğa ile iç içe, kâr amacı gütmeyen ütopik bir öğrenme alanı. Lise ve sonrası öğrenciler buradaki matematik kamplarına katılabilir. 1-2 hafta sürüyormuş köyün tüm etkinlikleri yaz aylarında oluyormuş o yüzden pek bir şey göremedim Şirince’de dikkatimi çeken en ilginç şey Brad Pitt’in Oynağı Truva Filminin Takılarını Yapan Dükkân

Şirince’nin çarşısında Demetrius of Ephesus isimli bir dükkân var ve Troy filminde gördüğünüz o Helenistik takıları sahibi Sedat Kantaroğlu yapmış. Film için araştırma yapmaya Türkiye’ye gelen film ekibi, kendisinin Selçuk Müzesi’nde açtığı sergiyi gezip işlerini beğenince ona film için takı tasarlamasını teklif etmişler. Dükkânında Brad Pitt’in imzalı fotoğrafından, Cuelho imzalı kitaba pek çok ünlünün hatırası var.

Şirince’nin girişinde tarihi bir kilise vardır. Yüksekçe bir tepe üzerinde bulunan bu kilise 19. yüzyıldan kalma bir Rum kilisesi. Kilise, mübadele döneminde buraya Yunanistan’dan gelen mübadillerce camiye çevrilmiş. Kilisenin mihrabı ve duvarları 12 havari resimleri freskleri ile bezeli. Bu fresklerden Andreas ve Markos’un isim ve resimleri günümüze gelebilenler. 2012 yılına kadar harap halde olan kilise, restorasyona girmiş ve 2016’da yeniden açılmış.

Şirince’de yemek yemek için fazla yer yok ama gen de üzüm kafe denilen bir yere girdim. Çok kalabalıktı. Harika bir şirince manzarasında saatlerce oturdum. Saat 6.30 olmuştu Şirince’den ayrıldım. Basmane’deki otelime geldim. Güzel bir gün geçirdiğimi çalışırüm. Ancak bu projede bize ayrılan sayfaların sonuna gelirken tanıtamadığımız yerler için üzüldüm. Ege’nin İncisi olan bu kentte çünkü daha görülesi pek çok yer var. Yüzyıllara meydan okuyan Efes Antik Kenti, Bergama, Agora, Çeşme, Alaçatı, Seferihisar, Sığacık mutlaka görmeniz gereken yerler arasında. Kentin sıcakkanlı bekliyoruz hep sevgiyle karşılayacaktır buna eminim.

21

KARAMAN

Bugün içimde bambaşka bir heyecan var çünkü güzel dilimizin; Türkçemizin başkenti olan Karaman’a yolculuktadır.

Yazın son demlerindeyiz, akşamları serin oluyor haliyle. Biz de ona göre aldık yanımıza kıyafetlerimizi.

Çünkü karasal iklimin hakim olduğu bir şehre gidiyoruz. Güneşin sıcak gülüşüne aldanırken akşam serinliğinde kucağında buluveririz kendimizi maazallah.

 

Gitmeden tabi her zamanki gibi biraz araştırma yaptım. Türk yemekleri, yemeklerini, kültürünü edindiğim bilgilerden az çok önemlidir fakat gidip bu tarih kokan şartlarında, güzelliklerini yerinde görmek eminim daha tesirli olacak.

Bence anlatırken iyice yaklaştık şehre, girmek üzereyiz. Yolculuğun içinde rehavetle ve açık camdan içeri temiz havayla tatlı bir uyku kollarına alıyor beni.

Karamana girdiğimizde burda yaşayan bir aile dostumuza gittik, Bu seyahatimi diğerlerinden farklı kılan da karamanlı bir aileye konuk olmak. Bu sefer kültürüyle insanıyla iç içeyiz. İç Anadolu evlerinde geleneksel hale gelmiş olan sobalar burada da bulunuruğutu. Yanına hazırladıkları yumuşacık yer yatağı bizi uykuya çağırıyordu. Başımı yastığa koyar koymaz uyumuşum sabah harika bir kahvaltı bekliyordu. Burnuma gelen kokular beni iyice acıktırmıştı.

Kahvaltıdan sonra biraz sohbet ettik. Onlarla beraber yaşayan nineleri öyle hikayeler anlattı şaşkınlıktan ağzım açık kaldı.

Meğer ne hikayeleri karaman içinde saklıyormuş.

Öğlene doğru biraz gezmeye çıktık. Buranın meşhur caddesi i İsmet paşada turladık.

Çarşının içinde bulunan Aktekke Meydanına doğru yürürken hemen yanındaki çay bahçesini dallarıyla ve büyük gövdesi ile kaplayan kocaman bir çınar ağacı gördük. Binaların, modern alışveriş merkezlerinin arasında çokça yaşlı olmasına rağmen öyle doğal öyle güzeldi ki.

‘En az altı kişi kollarını açıp el ele tutuşursa, ancak kucaklayabilirdi o çınarı… Bu çınar, bin yıl Karaman toprağında onurla yaşamıştı. Horasan’dan Karaman’a yerleşmeye gelen Mevlânâ’nın babası Baha Veled’i, Emir Musa burada karşılamıştı. Mevlânâ çocukluğunu ve gençliğini bu çınarın gölgesinde yaşamış, tahsil ve terbiyesini burada almıştı. Diyar diyar gezen Yunus Emre sonunda bu çınarın altında dinlenmişti’..

 

Meğer ne çok görmüş geçirmiş bu çınar. Yaşlı bir bilge gibi gülümsüyor, dalları bana el sallıyordu.

Sonbaharın sakin esintisiyle süzüle süzüle kıvrılıyordu yaprakları. Sonra birkaçı narince kopuveriyor. Yeni hikayelere tanık olacak yapraklara yerini teslim ediyordu gururla. Bu ağaç kadar bilge biri bu dünyadan geçmiş midir bilinmez ama Yunus Emre gibi Piri Reis gibi Mevlana gibi ustalar dinlenmiş bu ağacın gölgesi altında.

Bu koca ağacın tanık olduğu kimselerden bazıları yalnızca. Karaman’ın güzelliklerinin yalnızca tarihi yapılarında değil taşında toprağında ve bazen de bir ağacın gölgesinde saklı olduğunu görüyoruz.

Daha neler karşılayacak bizi…

Hazır camiinin yanındaki çınardan bahsetmişken caminin içinde bulunan Mevlana Türbesini de anlatmak istiyorum:

İçine girdiğimde etrafımı Osmanlı havası sardı diyebilirim.

Mezar yapılarının üzerine Osmanlı harfleriyle işlenen örtüler ve başına konan bir adet semazen şapkası sizi bambaşka yerlere götürüyor ve bambaşka hisler yaşatıyor.

Bu diyarlarda yaşamış olan Mevlana Hazretlerinin annesinin türbesinin burada bulunması Karaman’ın tarihi yapısına ayrı bir güzellik ve gizem katıyor.

“Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol ” diyen Mevlânâ’nın hayatıyla ilgili okuduğum bir kitap belki de hala süren bu mistik havanın da etkisiyle burada sanki o zamanları yaşıyormuşum gibi hissettirdi bana. Tarihi yapı bakımından Osmanlı mimarisinden birçok izler taşıyor bu camii.

Aynı zamanda henüz gezmediğim fakat rehberin de adından bahsettiği Nuh Paşa Camii’nin yapısıyla benzerlik gösterdiğini öğrendim. Merakla, mimarinin yarattığı her biri birbiriyle bağlantılı olan bu tılsımın düğümlerini çözmeyi bekliyorum. Gezilecek çok yer var daha,

 

 

Çok yorucu bir günün ardından konuğu olduğumuz eve geri döndük ve birer köpüklü Türk kahvesi içtik. Kahve kültürüne bayılıyorum. Ülkemin neresine gidersem gideyim hiç değişmeyen ve bizleri ortak paydada buluşturan bu kültür daha ilk yudumda beni evimde hissettirdi.

Kahve demişken Osmanlı dönemi geliyor insanın aklına. Yeri gelmişken aklımda yer eden bir başka yeri de anlatmak istiyorum çünkü oldukça tarih kokan bu yapı beni büyüledi diyebilirim.

Tarihiyle, nakışlarıyla ve Osmanlı mimarisinin de dokunuşuyla tam bir tarihi mekan olup Karaman’ın merkezinde yer alan Hatuniye Medresesi’ nden bahsediyorum evet. Karamanoğlu Alâeddin Bey’in hükümdarlığı döneminde, Murad Hudâvendigâr’ın kızı olan eşi Melek Hatun (Nefîse Sultan) tarafından 783 (1381) yılında mimar Nûman b. Hoca Ahmed’e yaptırılmış. Edindiğim bilgiye göre Ana eyvanın iki yanındaki kubbeli odalardan doğudaki kışlık dershane, batıda bulunan ise Nefîse Sultan’ın türbesi imiş.

 

Böyle mekânlara mistik bir hava katan içlerinde güzelce gizlenmiş ve hatta estetik açıdan da aykırı durmayan türbeleri olsa gerek.

Bir zamanlar eğitim amaçlı kullanılmış olan bu medrese şimdilerde millet kıraathanesi olarak kullanılıyor. Böyle güzel ve tarihi bir mekanın dokusuna zarar vermeden halka açık olması ve insanları orda bir araya getirmesi de bu şehrin sakinlerinin şansındandır diye düşünüyorum.

Veee Karaman gezimizi harika ve Karaman şehriyle yaşıt olan bir yer ile sona erdiriyoruz.

Adeta bir matruşka gibi olan ve yine şehir merkezinde bulunan bu yer Karaman Kalesi.

Her dönemde bir bölüm daha eklenmiş ve yenilenmiş olduğundan yapılan her kazıda farklı yapılarla karşılaşılıyormuş. Örneğin ilk kazılarda bir mezar bulunurken daha sonraları hamam, kabul odası ve sonradan eklenmiş amfi tiyatro gibi bölümlere de rastlanmış.

Geniş Surlarıyla bu şehre yıllardır hatta inşa edildiği zamandan beri güven veren bir yapı Karaman Kalesi.

Şimdilerde kermes, eğlence, panayır gibi amaçlarla kullanılan ve çok geniş yer kaplayan kale kullanılan şeye hizmet vermekte.

Ayrıca üzülerek söylemek zorundayım ki Karaman’ın yeşil kalmış nadir yerlerinden biri. Rüzgar ve kuş cıvıltıları oldu. Başlıyorım gibi huzurlu, mutlu ve hala öğrenmeye merakla bitiriyorum Karaman gezimi.

Ve bir kez daha şunun farkına vardım: Ülkemin taşı toprağı altından …

22

KASTAMONU

 

Sabahın erken saatlerinde uyandım. Günlerden Çarşamba. Cide için soğuk bir gündü. Uzun zaman olmuş buralara gelmeyeli. Yıllar sonra arkadaşımla tekrar Kastamonu’yu gezdik, Cide ve kendine has doğasıyla yıllardır sanki hiç kimsenin el sürmediği değerlerini ilk günkü gibi korumayı kendine amaç edinmiş,

Tuğ Tepesi’nde bir kahvaltı ile başladı. Cide’nin tüm manzarası ve denizi göz kamaştıran bir tablo gibiydi. Ünlü yazarımız Rıfat Ilgaz’ın evini unutmadık. Bir yazarın yaşadığı, büyüdüğü yeri görmek çok güzel kelimelere dökülemeyecek bir his. Daha sonra rotamızı bir doğa harikası doğal liman olan Gideros’a çevirdik. Gideros’a herkesin gitmesini ve bir çay içmesini tavsiye ederim.

Kastamonu’yu da gezeceğimiz için Cide’ye ayırdığımız vakit bu kadardı. Hemen çarşıdaki minik sevimli dükkânlardan yöresel sarı yazma, ceviz helvası, şimşir kaşık, çatal gibi yöreye özgü hediyelik eşya aldık ve üç saatin sonunda ancak Kastamonu’ya vardık. Meşe meşhur etli ekmekten yemeden olmazdı. Gerçekten çok güzel bir lezzet. Sonrasında Nasrullah Cami’nin güvercinlerin karnını da doyurduk. Nasrullah Camii Osmanlı döneminde yapılan ilk camidir. Anadolu’da 1885 yılında Abdurrahmanpaşa Lisesi’ni unutmak olmazdı. Zaten hemen birlikte konumlanmışlardı meydanla.

Hanlar, hamamlar, tarihi konaklar, külliyeleriyle atalarımızın yaşadığı bu topraklarda geçmiş zaman üzerine sanki kısa bir filmin içinden geçiyorduk. Ardından Kastamonu’nun ana simgelerinden olan Kastamonu Kalesi’ne çıktık. Tarih kokan bu şehri yükseklerden izlemek, şehrin o kesif kokusunu genzimin derinliklerinde hissetmek, çocukluğumdan kalan ancak anlamlandıramadığım tuhaf bir his uyandırdı içimde. Arkadaşımın seslenişi ile bu geçmiş yolculuğundan uyanmak zorunda kaldım. Gitme vakti gelmişti bizi sırada bekleyense ünlü Saat Kulesi’nin gölgesinde çay keyfiydi. Kaleye ulaşmak için verdiğimiz zorlu yokuş yürüme yolculuğundan sonra ilaç gibi gelecekti. On – on beş dakika yürüme mesafesinden sonra varacağımız yere ulaştık. Güzel gören güzel düşünür ya bundan mıdır bilmem çayın tadı bile ayrı bir güzel gelmişti. Birden akşamın gelmekte olduğunu hissettirdi loşlaşan gökyüzü.

Mutlulukla anlayabilmiş değilim ama ülkeemin en güzel illerinden birini tekrar tekrar görmenin vermiş olduğu.

23

KIRIKKALE

Kırıkkale’nin soğuna kapılmış olmalıyım. Gece gece kapısının çıldırması sağolsun abi kapıyı güler yüzle çalışmak sonuçta gece gece kapısının biri geliyor. Adam güler yüzlü orta yaşlarda bir adam – Buyur hemşehrim gecenin geç saatinde bir şeymi oldu. Bende tabi gece gece rahatsız ettiğim Için özür dileyerek geceyi geçirmek Için kalacak Bir yerim olmadigi otellerinde nerede oldugunu bilmediğim Için gözüme ilk çarpan eve geldim geceyi Burada geçirebilirmiyim dedim Hasan abi ‘abiyle tanıştık adı hasan abi’ nin birde karısı var Ayşe teyzede genç Ettik bakımlı Bir Kadın . Tabii sohbetimiz o kadar uzun sürmedi gece geç saat oldugu için Ayşe abla bana bir oda ayarladı kalmam için banyoyu kullanırsa düşüncesiylede havlu verdi.Ayşe teyzenin ne kadar iyi insanlar oldugunu anladım yarının hayaliyle uykuya daldım ….

 

Sabah çok rahat ve dinç uyanmıştım dışında evdekiler hala uyuyodur düşüncesiyle çekinerek odadan dışarı çıkgımda Ayşe teyzenin elinde birbirinden güzel şeyler yemek için bahçeye dogru gitmekdu gülşeeden edemez. Aybir ablaya tek tek isimleri Birbirinden güzel yemekler hazırladım gelin demiyle hasan abiyle karnımızında guruldama sesiyle masaya dogru ilerledik masaya

Yemegimizi bir süre sonra bitirip ben kırıkkaleyi gezmek için izin istedim hasan abi hemen sen burayı bilmiyorsun ben sana rehberlik edebilirim diye teklifte bulundu aslında çok hoşuma gitti bana rehberlik edicek olması hemen kabul edip teşekkür ettim evden çıkarken Ayşe teyze akşam yemeğinede çağırdı tabi o güzel yemekleri karşısında yok diyemedim. Hasan abinin arabasına bindik ve hasan abi beni silah müzesine götürdü silah müzesine vardıgımızda içimde heycanla ve merakla içeriye girdik tabi hasan abi oradakileri tanıyormuş hemen hasan abinin yanına gelip selam verdiler müzeye girdiğimizde birbirinden çeşit ve güzel silahlar vardı hepsinin tarihi eser olmasıda ayrı ilgimi çekti bütün silahlar tek tek inceledim bir süre sonra buradan ayrıldık ve sulu mağraya dogru yol aldık hasan abi biraz sulu mağra ve yer altı şehrinden bahsetti mağra Kırıkkale’nin en önemli tarihi yerlerinden başta geliyormuş fosil ve yarı yapay- yarı doğal kalıntıların bulunduğu görkemli bir mağra oldugunu söyledi mağraya ilk girdiğimde biraz heyecanlıyım nedenini bilmiyordum ama magrada hatıra kalması için birsürü fotograf çektim mağrada kendimi tarihi zamanlarda oldugumu hissediyordum bu duygu çok hoşuma gitti birazda burayı gezdikten sonra ayrıldık. Hasan abi ordan beni çeşnigir köpürsüne götürdü  köprünün karakeçeli ile köprüköy arasında kızılırmak üzerinde yapılmış tarihi bir köprü oldugunu söyledi hasan abi çesnigir köprüsünün selçuklular dönemine ait oldugunu söyleyince içine ayrı bir heyecan düştü. Çeşnigir köprüsü yavuz Sultan Selim’in mısır seferi esnasında mimar sinan tarafından yapılmış köprüye ilk ayak bastıgımda gözümün önünde selçuklu devleti canlandı kendimi eskide yaşamış insanlar gibi hissettim “ya dokundugum yere yavuz Sultan Selim dokunduysa düşüncesiyle her tarafa baktım resmen tarihi iliklerime kadar hissetim en çok etkilendiğim yerlerden birisi olabilirdi.

Saatin nasıl geçtiğini anlamadan hava kararmaya yakın olmuştu son olarak hasan abi beni cerit kale kaya mezarlıgına götürdü hasan abi bilgisini yine bana aktarmıştı mezarlık hakkında Romalılar dönemine ait yani yaklaşık 3 bin yıllık oldugu o dönemde zengin asilzade ve ünlü komutan vefat ettiğinde buraya gömüldüğünü romalılar döneminde şimdi oldugumuz yerin çok aktif oldugunu söyledi.  Aslında şuan oturduğumuz ev gezdiğimiz adım attıgımız yerler bile bir tarihi eser geçmişte başka insanların kullandığı yerler aslında günümüzdeki herşey geçmişten geliyor mezarlığa geldiğimizde burada romalı birinin yattığına inanamadım resmen Türkiyede bir romalı komutanın mezarı olması aslında komutan pekde önemli birisi değil sanırım önemli birisi olsaydı romalılar komutanı almak için savaşlar yaparlardı mezarlığı burada bırakmazlardı diyede düşünmedim değil burayı da köşe bucak gezdikten sonra hasan abiyle eve geçtik Ayşe abla kapıyı açar açmaz burnumuza güzel yemek kokuları geliyordu hemen ellerimizi yıkayıp sofraya geçtik Ayşe abla gene döktürmüştü  sofrada keskin tava, sızgıt, höşmerim, ayran aşı, tuvalak, madımak ve sarığı burma vardı Ayşe abla tek tek saymıştı bir güzel yemeğimizi yedikten sonra günün tatlı yorgunluyla bahçede çay içiyorduk hasan abi  bize semaverde çay yapmıştı saat geç olana kadar sohbet muhabbet zamanın nasıl geçtiğini anlamadık hasan abi beni otogora götürmek için hazırlanıyordu o sırada Ayşe teyzede yolluk yapmış bana yolda açıkırsam yiyeyim diye çok düşünceli insanlar kırıkkaleden hiç gitmek istememe düşüncesi kafamdan çıkmıyordu. Ama her güzel şeyin bir sonu vardır üzülerek Ayşe teyzeye kocaman sarıldım ve herşey için teşekkür ettim tabi Ayşe teyze çok ısrar etsede o gece orda kalmam için yeni yerler keşfetmek için ayrılmam gerekiyordu bir yandan yeni yerler keşfetmenin verdiği mutlulukla bir yandanda Kırıkkale gibi bir yerden sıcacık insanlarının oldugu küçük ama tarihi eserlerinin çok oldugu güzel yerden ayrılmanın verdiği üzüntüyle evden ayrıldık hasan abiyle otogarda hasan abiyle sarıldıktan sonra arabaya dogru ilerledim araba hareket ettiğinde hasan abiye el sallayarak kırıkkaleden ayrıldım .

24

KOCAELİ

Kocaeli ülkemizin tarih ve kültür dolu şehirlerinden oluşur. Hem araştırmacıların hem de turistlerin dikkatini çekmektedir. Gelin birlikte bu muhteşem yerlere geziye çıkalım.

İlk durağımız ‘Hünkar Çayırı’. Fatih Sultan Mehmet’in 27 Nisan 1481 Cuma günü İtalya için yapılacak sefer için üç yüz bin kişilik ordusuyla Fatih Sultan Mehmet gözlerini hayata yum Sürer. Aynı anda burada bir çeşme bulunur. IV.Mehmet tarihinde, Sadrazam İbrahim Paşa’nın, Fatih Sultan Mehmet anısına 1659 tarihinde yapıldı. Fatih Sultan Mehmet’in bir anıtı dikilmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in otağını kurduğu üzerinde.

İkinci durağımız ise turizm amaçlı Kocaeli için önemli olan ‘Darıca hayvanat Bahçesi’. 1990 yılında Darıca –Bayramoğlu bölgesinde ilk Türk Özel Hayvanat Bahçesinin kurulmasına başlanmıştır. Başlangıçta Kuş Cenneti ismi altında açılan bu yere tüm dünyada mevcut en önemli kuş türleri edildi. 1995 yılından itibaren parka, kuşlara ilave olarak diğer hayvan ve bitki türleri getirilmiş, yeni alanlar ilave içindir bugünkü haline ulaşılmıştır.

 

Üçüncü adresimiz ise ‘Eskihisar kalesi’. Eskihisar Kalesi İzmit Körfezi’nin güneyinde bulunan eski çağlarda geçişi kontrol altında tutan Eskihisar Köyünün kuzey doğusundadır. Bu kalenin yapım nedeni günümüzde hala sırrını korumakla beraber, kalenin Bizans döneminde, limanı korumak amacıyla yapıldığı sanılmaktadır. Günümüzde ise kaleyi ziyaret etmek mümkündür. Osmanlıdan bile önce kurulmuş olan bu kalenin fethiyle birlikle Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet kaleye askerlerini yerleştirmiştir.  Günümüzdeki Eskihisar yerlilerinin bu askerlerin soyundan geldiği söyleniyor. Muhteşem bir de deniz manzarasına sahip kale, hem iç hem dış bölgelerden turistleri kendine çekiyor ve etkinlik yapmak için çok iyi bir yer olduğu biliniyor. Ortaçağ savaşlarını seven bir insan olarak bu kalenin hemen yanı başımızda bulunması ve kolayca ziyaret edilebilmesi beni cezbetti.

O yolda ilerlerken dördüncü durağımız çıkacaktır karşımıza. Bildiniz mi? Evet! Osman Hamdi Bey’in evi.

Osman Hamdi Bey, bir Osmanlı sanatçısı olmasının yanı sıra diğer birçok vasfıyla adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. O, bir ressam, bilinen ilk Türk arkeolog, Osmanlı müzeciliğinin en önemli ismi, ilk Osmanlı güzel sanatlar akademisi müdürü ve çağdaş Türk müzeciliğinin kurucusudur. Görev aldığı çoğu önemli devlet görevinin yanında onu bugüne taşıyan en önemli özelliği sanatçı kişiliğidir. Özellikle Paris’te dönemin en önemli ressamları olan Gerome ve Boulanger’den aldığı resim eğitiminin ardından ortaya koyduğu en önemli ürünü olan ”Kaplumbağa Terbiyecisi” adlı tablo, Türk resim tarihinin en önemli eserleri arasındadır. İşte Eskihisarda bulunan bu beyaz ve geniş bahçeli evde ‘Kaplumbağa terciyecisi’ isimli eserini yapmıştır. Müzeyi  önceden Osman Hamdi Bey yazlık ev olarak kullanıyordu. Burada onun yapmış olduğu resimleri ve eşyalarını görebilirsiniz. Ve evi kocamandır. Müzeyi haftaiçi ücretsiz ziyaret edebilirsiniz.

Bir sonraki gün Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’ndeki Camii’yi ziyaret etme fırsatı buldum. Etrafı her zaman kalabalık olan ve halkın hala ibadet etmek için kullanmaya devam ettiği bu Camii’nin ve bir parçası olduğu külliyenin tarihçesini inceledikten sonra bu yapıya başka bir gözle bakmaya başladım. Osmanlının eski mimarisinden izler taşıyan ve Gebze’nin merkezinde, en kalabalık yerinde büyük bir alana yayılmış olan Külliye, 1523 yılında Çoban Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış. Kervan yolu üzerinde kaldığından Kervansaray, Hamam, Han, Kütüphane ve daha birçok yapıyı sınırları içine alan külliye, tüccarların ve misafirlerin sık uğradığı ve imkanlarından yararlandığı bir yermiş. Eserin mimarı konusunda ise net bir bilgiye sahip değiliz, çünkü bu eserin adı Mimar Sinan’ın eserlerinin yer aldığı listede bulunuyor. Fakat eserin yapılış tarihiyle Mimar Sinan’ın seferde, uzakta olduğu dönem çakışıyor,fakat çizimin Mimar Sinan’a , İnşaatın da kalfası Mimar Hüsam’a ait olabileceği düşünülüyor. Gezerken dikkat ettiğim başka bir şey de, Külliye’nin içindeki yapıların Gebze’nin çarşısına dağılması, daha doğrusu kentleşme sırasında Külliye yapılarının sınırlarına dikkat edilmediği için birbirlerine karışmaları. Gebze halkıyla yaptığım küçük sohbetlerden çıkarımım ise, çoğunun yaşadıkları ve her gün önünden geçtikleri yerde 500 yaşına gelmek üzere olan tarihi bir eser olduğunu bilmedikleri. Çoğu kişi Camii’nin çevresinin Külliye sınırları içerisinde olduğunu bile bilmiyor olabilir. Camii’nin kalın duvarlarla çevrili bahçesinde yazın en sıcak döneminde bile bir vahada gibi hissettirecek uzun, güzel ağaçlar ve serinleten bir rüzgar vardır. Çoban Mustafa Paşa’nın Mısır’dan getirttiği taşınabilir sütunları, muntazam kesme taşları ve Kubbesiyle mimarisinde insana sıcak bir his veren bir şeyler var. Gebze’ye uğrarsanız, önünden otobüsle hızla geçmek zorunda kalanları bile bir kez dönüp baktıracak zarafete sahip bu tarihi güzelliği etrafının şehir trafiği ve kalabalığına aldırmadan bir ziyaret etmelisiniz.

Bir diğer adresimiz ise size biraz ilginç gelebilir… Hiç ‘Su Dolabı’ diye bir şey ya da bir yer duydunuz mu? Tanıdık geliyor diyorsanız yanılmıyorsunuz. Gebze’de bulunan ‘Su Dolabı’ güzergahımız üzerinde olduğundan şimdi ziyaret sırası onda.Çoban Mustafa Paşa Camii´nin ve Gebze kentinin su ihtiyacını temin etmek amacıyla yaptırılan  ‘Su Dolabı’ 12 kuyudan oluşuyor ve beygirlerle çalışıyordu. 16. Yüzyıl’da Hüsam Kalfa´ya inşa ettirilmişti. Duvarları yüksekçedir.  Günümüzde restore edilmiştir. İçeri girme şansınız olmasa da, önünde harika hatıra fotoğrafları çekebilirsiniz!

Bugün, uzun zamandır ziyaret etmek istediğim bir yerdeydim. Kocaeli’nin merkez ilçesi olan İzmit’te bulunan, İzmit Saat Kulesinin yakınında konumlanmış av köşkü, ya da yavru saray olan Kasr’ı Hümayun gerçekten de etkileyiciydi.

 

Bu güzel yapı, günümüze 19. yüzyıldan gelmiş olup, İstanbul dışında bulunan tek saray ünvanına da sahipmiş. Bunu duyduğumda yaşadığım şehirle gurur duymadım değil. Aynı zamanda tarihte bir zamanlar bu sarayı ziyaret eden kişiler de yapının büyüsünü artırıyor. Kasr’ı Hümayun, Atatürk ve Fransız Yazar Claude Farrere dahil birçok büyük devlet adamı ve önemli şahsiyeti ağırlamış. Daha önce bu kişilerin ayaklarının bastığı yerlerde dolaşmak çok güzel bir histi, fakat gözlemlerime göre halk bundan pek haberdar değil. Çoğu İzmitli Saat Kulesinin yanında bir yapı olduğunu biliyorken o yapının Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan ve oldukça büyük tarihi ve sanatsal değeri olan bir Saray olduğunu bilmiyor. Bu eski Av Köşkünü süsleyen işlemeler, ince mermer işçiliği, çok sayıda sütun bana Dolmabahçe Sarayı hissi verdi. Mimari açıdan çok zengin olan ve kesinlikle görülmeye değer bu yapı, 1967 yılından beri müze olarak hizmet vermekte. Oradaki çalışanlarla sohbet ederken öğrendiğim bir diğer şey ise , 2013 yılında Atatürk’ün Selanik’teki evi bakıma alındığında kıyafetlerinin geçici olarak Kasr’ı Hümayun’da sergilenmiş olması. Bu bilginin yanı sıra notlarıma Kasr’ı Hümayun’un anlamını da düşmek isterim, Padişah’ın Evi anlamına geliyor. Kesinlikle uğranılıp görülmesi gereken bir tarihi güzellik.

 

 

 

 

 

 

 

 

İzmit’teyken şehrimizin en büyük simgesi olan İzmit Saat Kulesi’nden bahsetmeden olmaz.

Osmanlı mimarisinin temsilcisi olan bu saat kulesi Sultan Abdülhamid’in saltanatını kutlamak için yapılmıştır. Kulenin olabildiğince yüksek bir yere yapılmasının sebebi ise yakında bulunan tren istasyonu işçilerinin saati görebilmesini sağlamak içindir.

 

 

Bir sonraki durağımız az önce bahsettiğimiz tren istasyonu, nam-ı diğer Tarihi Tren Garı. Sanayi devrimi ile büyük bir değişim geçiren dünyanın bir meyvesi olan İzmit’teki Tarihi Tren Garı da bunlardan biridir. Son dönemlerini yaşayan ve hayatta kalmak için yenilenmesi gereken üretim ihtiyacını karşılamak adına bu Tren garı ortaya çıkmıştır. Ham maddelerin daha hızlı iletilmesi için kurulmuş olan tren  İzmit-İstanbul arası bir rotaya sahiptir. Bu demiryolunun yapımını Osmanlı ile iyi ilişkiler içinde olan Almanya İmparatorluğu üstlenmiştir. Daha sonrasında ise bu yol İstanbul-Hicaz olarak genişletilmiştir. Bu projede Müslümanların kutsal yolculuklarını daha rahat yapmalarına netice olmuştur. Dönemin Almanya İmparatoru 2.Wilhelm ve Atatürk, şehre ilk geldiklerinde burada karşılanmıştır. Bu demiryolu Osmanlının nasıl gelişen bir dünyada geri kaldığı halde yıkılmayı reddedip diğer ülkelere karşı durduğunu belli ediyor. Demiryolu Saf Alman işçiliği ile yapılmış ve oldukça sağlam, şu an bile bir sorunu yok gibi görünüyor, Tarihi Tren Garı kesinlikle gezip görmeniz gereken bir yer.

Bugünkü yolculuğumda rahatlayabileceğim ve nefes alabileceğim bir yere gitmek istedim. Gezmek için Kocaeli Gebze’nin çarşısında dolaşırken, insanların Ballıkaya Tabiat Parkı adında bir yerden bahsettiklerini duydum. Duyunca çevrede soruşturdum ve oranın şehir merkezine çok yakın bir tabiat parkı olduğunu öğrendim. Park çok rahatlatıcıydı. Büyük ve çevresi çokça ağaç ve çiçeklerle doluydu.

 

Yeni durağımız ise ‘Hannibal tepesi ve anıt mezarı’. Hannibal Barca MÖ 247 ile MÖ 183 yılları arasında yaşamış Sami ırkından gelen Kartacalı politikacı ve generaldir. Hannibal tüm zamanların en büyük askeri  dehalarından  biridir. Hannibal, Scipio ve Philopoemen ile birlikte çağının üç büyük generalinden biriydi. Mezarı bilinmemekle beraber, ölüm yeri olan Gebze’de bulunan Tübitak yerleşkesinde kendi anısına yapılan bir anıt bulunmaktadır. Hannibal Anıtı, Atatürk’ün dile getirmiş olduğu Hannibal’ın mezarının bulunması ve bir anıt yapılması isteği vasiyet kabul ederek 1981’de yapılmıştır.

 

 

 

 

 

Bir sonraki adresimiz ‘Hereke Halı Dokuma Fabrikası’. 1843 yılında kuruldu. Eskiden genç kızlarımız dokuduğu halılar ile kendi çeyizini yaparmış. Yine Türk dokuması halılar yabancılar tarafından sürekli talep gördüğü için Cumartesi günleri bile bankalar kapanmazmış. Daha sonra fırsatçı pazarcıların kaliteyi düşürmesiyle Türk dokuması önemini yitirmiş ve bayrak Çin’e devredilmiştir. Maalesef günümüzde bu geleneğe sahip çıkan bilinçli bir nesil bulunmamakta. Bu fabrikanın bahçesinden adımınızı atınca karşınıza bir köşk çıkar. Neresi mi? İşte orası son durağımız. “Kaiser Wilhelm Köşkü”.

Hiç Kaiser Wilhelm köşkünün yapılış hikayesini duymuş muydunuz?

Bence ilginç bir hikayesi var.

 

Kaiser Wilhelm Köşkü, 1884 tarihinde Alman İmparatoru Yıldız Sarayında. Bu köşkü diğerlerinden ayıran bir özellik ise çiviler kullanılmadan bütünüyle ahşap konstrüksiyonla inşa edilir. Kaiser’in kalabileceği uygun hiç bir yer yoktur. Osmanlı Hükümeti çareyi İstanbul’da yüksek meblağda para vermekte bulur. Tamamlanan köşk parçaları Kocaeli’ye getirilir ve köşkoca köşk tek bir çivi bile çakılmadan birleştirilir.

25

KONYA

Sabah uyandığımda içim içime sığmıyordu. Beni bekleyen bir yolculuk vardı yine. Gerekda pırıl pırıl bir gökyüzü ve serin bir hava vardı. Gezmek, görmek, keşfetmek için her şey müsaitti. Hayır ilk varsayılan yolculukuğa çıkmıyorum. Daha önce pek çok şehir gezdim. Pek çok yer keşfettim. Yolculuğun bir arada hızlı trene binecektim. İçimin içime sığmıyor bundandı.

Sonunda trendeydim. Koltuğumu buldum. Oturdum. Çok geçmeden tren hareket etti. merakla vagonun içinde ekrandan trenin hızını kontrol ediyordum. 250 km yazıyordu ama inanmakta güçlük çektim. Tren bu kadar hızlı gitmesine rağmen hiç sarılmıyordu. Garaja ulaştım. Arkadaşım Süleyman Şah garın çıkışında beni bekliyordu. Sözleşmiştik. Erkenden geldi. Beni görünce gülümsedi ve “Hoşgörünün ve sevginin şehri, Mevlana’nın evi Konya’ya hoş geldin.” Dedi. Müthiş bir gün geçireceğimi hissetmiştim o an.

Süleyman Şah, “ilk durağımız Mevlana’nın türbesi olsun. Onu selamlayıp şehri gezmeye devam edelim. “Dedi. Süleyman Şah bana Konya’nın tarihi hakkında bilgiler verdi.

Konya tarihi Hititler dönemine kadar uzanıyormuş. O dönemlerde bu bölge yerleşim yeri olarak kullanılır. Konya bölgesinde bulunan yer yer alıyormuş. İkonion ismini taşıyormuş. En parlak dönemini de sıralarda yaşamış. Günümüzde yüzünde çalışırken Türkiye’nin en büyük şehri olma içindir taşıyor. 31 ilçesi var. iki milyonun üzerinde insan yaşıyormuş bu çalışıyor. Geniş sokakları, yağ somunu ve etli ekmeği meşhurmuş. Süleyman Şah bunlardan bahsederken ağzımın suyu aktı. Bunu saklamayacağım.

Konya’da tarih ve modern şehir hayatı iç içe. Bu oldukça etkileyici bir durum. Alaaddin Tepesi, Kılıç Arslan Köşkü yer alıyor. İnce Minareli Medrese, Karatay Medresesi, Alaeddin Camii göze çarpan ilk tarihi eserler. Bunlarla sınırlı değil tabii.

Özellikle Sille köyü doğal yapı ve tarihi ile aklımda yer edindi. Sille eski bir Rum köyü. O dönemden kalma evleri, kilisesi ve mağaraları ile oldukça dikkat çekiyor. Köyün içinden geçen ırmak ve Şeytan köprüsü ise farklı bir ruh katıyor köye.

Konya gezim bittiğinde kendimi yorgun, mutlu ve doymuş hissediyordum.

26

KÜTAHYA

 

Soğuk bir sonbahar sabahıydı. Kendimi Kütahya’nın mevcut, meydandaki ihtişamlı vazoda buldum. O kadar güzel bir el işçiliği vardı ki gözümü ondan alamıyordum. Kütahya’nın en ünlü camilerinden biri olan Ulu Camiye yol aldım. Ulu Camide sabah namazını kılmıştır sonra caminin içini seyre daldım. Duvardaki hatlar, süslemeler beni benden aldıtı. Dış mimarisinin ihtişamından bahsetmeye gerek yok zaten, ayrı bir güzel. Ulu Camiden çıktıktan sonra karnım, kokusu burnuma kadar gelen paça çorbası için guruldulmuştur. Sınıf bir çorbacıya gidip, 4 kişilik bir masaya tek başıma oturdum. Arkada “Kar mı Yağdı Kütahya’nın Dağına” türküsü çalıyordu. Türkünün sözleri, çalgıların sesleri beni benden alıyordu.Çorbamı içtikten sonra tok karnımla beraber “Sevgi Yolunu” gezmeye başladım.

Meşe Germiyan Sokağına doğru ilerledim. Hayret eğitim sokaktan geçerken eski ve güzel binalardan kaldırımdaki taş işçiliğine. Germiyan Sokağı çıkışında bir dizi eski kunduracı vardı. Artık bu devirde kunduracılığa gerekliliğinde maalesef bu meslek yok olmaya göz tutmuştu. Aralarından bir tanesine girip kunduracıyla sohbete daldık. Biraz dertleştikten sonra Kütahya’nın çeşmelerinden, Kütahya’dan çıkan önemli sanatçılardan bahsetti. Hisarlı Ahmet, Gülten Dayıoğlu, Ahmet Yakupoğlu bunlardan bazılarıydı. Kütahya’daki önemli yapılardan da söz etti. Çinili Cami, İshak Fakih Cami, Lala Hüseyin Paşa Cami gibi çeşitli camiden, Kütahya Kalesi, Frig Vadisi, AİZANOİ Antik Kenti ve sayama görmek için eserden bahsetti.

Hava karardığında aynı zamanda karnım da acıkmıştı. Ne yapsam ne etsem diye düşünürken yakınlardaki bir restorana girdim. İçeri girdikten sonra garsondan menüyü rica ettim. Oturduğum yer Yellice Dağı’na bakıyordu. Güneşin batışını izlerken hala ne yiyeceğime karar verememiştim. Menüdeki birkaç yemek isimi dikkatimi çekti. Garsona sorduğumda ise Kütahya’nın yöresel yemeklerinden bazıları olduğunu söyledi. Denemek için can atıyordum. Öncelikle sıkıcık çorbası içtim. Burnuma kadar gelen yoğun tarhana kokusu çok hoşuma gitmişti. Çorbayı içtikten sonra cimcik yemeği geldi. Uzaktan ne kadar makarnaya benzese de tadı benzersiz bir şeydi. Karnım doymuştu ve hava da kararmıştı. Saat bir hayli ilerlemişti, ama çok geç olmadan Hıdırlık Mescidi’ne çıkmak istiyordum. Yolumun üstündeki Maltepe Mahallesi’nde çocuklar saat geç olmasına rağmen dışarıda oynuyor, neredeyse bütün komşular dışarıda yüzlerinde gülücüklerle sohbet ediyorlardı. Hıdırlık Mescidi’ne vardığımda gördüğüm manzara gün içindeki bütün yorgunluğumu unutturmuştu. Bir çay ocağına girdim, çaycı her Kütahyalının olduğu gibi sıcakkanlı ve sevecendi. Bu güzel manzaraya karşı içimi ısıtan bir bardak çay çok iyi gelmişti. Çayımı yudumlayıp bu güzel şehirle vedalaşırken bir sonraki rotamı düşünmeye başlamıştım bile…

27

MALATYA

Bu sabah köyüm olan Başak ‘ta bisikletimle geziyordum. Köyde Sarıkaya denen bir dağ var. Orada birkaç fotoğraf çektim. Manzara müthişti. Yola devam ettim ve bakkalın önüne geldim, biraz abur cubur aldım. Başak ‘ta bir meydan var, oraya gittim. Orada bir adam meyve satıyordu. Başak Köyü ‘nün derneği var. Bu dernekte bağlama kursu var ve buraya yediden yetmişe herkes gelip bağlama çalmayı öğrenebilir.

Yola devam ettim ve Karabaşlı denen bir çeşmeye geldim. O çeşmeden su içtim ve sanki hayatımda böyle güzel bir su içmemiş gibi hissettim. O çeşmede fotoğraf çektirdim. Hava biraz kararmıştı. Hemen evime gittim ve yorgun bir halde yatağıma yattım.

Sabah kalktım ve köyü gezmenin tadını çıkarmaya devam ettim. Birkaç metre ilerledikten sonra, gözüme köyümüzün geleneksel çorapları çarptı. Hemen fotoğraflarını çektim.

Kültür Evi’nin kaba inşaatı yapılıyordu. Hemen oraya gittim ve biraz çalıştım. Orada da birkaç fotoğraf çektim.

Sonra, pek sık gidemediğim, babamın atölyesine gittim. Babamın bir sürü malzemesi var. Ey bir marangoz. Ben çok gidemesem de, gittiğimde çok eğleniyorum.

Yola devam ettim ve köyümün biraz uzağında kalan geldim. Çok büyük bir ağaç. Köyümün halkı buraya gelip, pikniklerini yapıp gidiyorlar.

Yolaşan ağacının biraz uzağında kalan Yazı adlı yaylanın gölet kısmına geldim. Baya büyük bir gölet olan bu su birikintisi, köyümün yaptırmış olduğu, içinde balıklar, ördekler ve helikopter böceklerinin olduğu güzel bir yerdir. Yaylanın biraz alt taraflarında kalan, köylülerimin ineklerinin yaz ve ilkbahar mevsimlerinde kaldıkları bir alan vardır. Bu alanın üst tarafında kocaman bir dağ var. O dağın zirvesinde bir adamın mezarı var. Buraya köylülerim, Kılıç Ziyareti diyorlar.

Yayladan biraz uzaklaştıktan sonra köyümün bana göre en güzel atı olan atın yanına gittim. O atın fotoğrafını çektim.

Yola devam ettim ve 50 yıllık bir köprünün önüne geldim. Baya güzel bir köprüydü. Benim kirvemin anneannesinin evinin, köy ile arasında kalan bir köprü.

Ertesi gün Saz Köyü’ ne gittik. Girişinde bulunan meşe ağacı köyün güzelliğine güzellik katan bir ağaçtı. Saz Köyü’nde insanlar bir yandan ineklerine verecekleri otları dererken bir yandan da evlerinin ihtiyaçlarını karşılıyorlardı.

Basak Köyü’ ne dönerken bir kanadı kırık bir yalıçapkını gördük ve yakınımızda olan Hekimhan ilçesinde bulunan bir veterinere götürdük. Orada veteriner muayenesini yaptı ve birkaç gün kendisinde kalmasını istedi. Daha sonra köyümüze döndük.

Eve döndükten sonra yorulmuş olduğum için hemen yatağıma yattım.

Çanakpınar Köyü ‘ne dolap takmaya gittik. Yollar biraz kötü olsa da köydeki eski tip evler beni etkiledi. Tahtadan yapılmış Karadeniz evlerini anımsatıyordu. Köyün insanları da çok güzel insanlardı. Bizi en iyi şekilde ağırladılar ve mutlu mutlu işimizi yaptık. Duvarın eğriliğinden dolayı biraz zorlansak da işimizi bitirmeyi başardık.

Arabamıza malzemelerimizi koyduk ve Çanakpınar Köyü ‘nden ayrıldık. Yolda giderken çok aç bir köpek gördük. Arabada birkaç ekmek vardı ve böyle o köpeğe verdik. Sanki bana teşekkür edermiş gibi bazı.

Köye geldikten sonra arkadaşlarımla beraber top oynadık. Eğlendikten sonra eve geldim ve ödevlerimi yaptım. Daha sonra da uyudum.

28

MARDİN

 

Şeyhmus’un nazdin daveti üzerine Mardin’e geldim. Gece vardığım havaalanında Şeyhmus beni karşıladı. Havaalanıından çıkıp şehre yöneldik. Merkeze doğru hareket içindir, parıldayan ışıklardan, şehrin bir dağ eteğine neden olduğu anlaşılıyordu. Araba yolculuğu onbeş dakika kadar sürdü. Yol kenarına aracımızı park ettikten sonra, oldukça dar bir sokakta merdiven tırmanmaya başladık. Bu tırmanış beklediğimden uzun sürmüştü ve geniş avlulu taş eve vardığımızda bir hayli yorulmuştum. Aile alışılagelmiş doğu misafirperverliği ile avluda küçük bir sofra hazırlamıştı. Aile ile tek tek tanıştım. Şeyhmus’un annesi anlama söylemek bir dille evi küçük kızına bir şeyler söyledi.İçeri giren kız az sonra çay ve çörekle geldi. Çayımızı yudumlarken; tadı alışık olduğumdan çok farklı çörekten tattım. Şeyhmus bu tatlı çöreğin baharatlı ve tarçınlı olduğunu ve ikliçe olarak adlandırıldığını anlattı. Çay ve çörek iyi gelditi ancak; sadece bir gün kalacağımdan erken uyum yapmaya gerekdu. Şeyhmus beni çok kalın taş duvarları, demir parmaklıklı pencereleri ve yüksek tavanı olan yatacağım odaya götürdü.

Belli ki yorgun olduğumdan derin uyumuş ve iyice dinlenmiştim. İlk kez geldiğim, kültürlerine biraz da yabancı olduğum bu evde, odadan hemen çıkmak istemedim. Pencerelerinden duvarlarının oldukça kalın olduğu anlaşılan bu evin içinin kendi evimden çok da farkı yoktu. Duvarlar plastik boyalı, mütevazi mobilyalar vs… Ama zemin… Zemin çok farklıydı. Şekil olarak birbirinden farklı ama özenle birbirlerine eklemlenmiş büyük, düz ve pürüzsüz taşlar.  Belli ki ilginç şeyler görecektim. Çok geçmeden kapı kibarca tıklandı, Şeyhmus kısık bir sesle uyanıp uyanmadığımı sordu. Kapıyı açtım, birlikte avluya çıktık. Kahvaltı sofrası hazırdı. Şeyhmus havalar çok soğuk olmadığı sürece günün büyük bölümünün avlularda geçtiğini anlattı. Avlunun kenar duvarına yaklaştığımızda gece karanlığında fark edemediğim bir ayrıntı dikkatimi çekti. Bulunduğumuz avlu, alt komşunun damıydı ve kaldığımız evin damı da üst komşunun avlusu. Binalar öyle estetik yerleştirilmişti ki kimse kimsenin görüntüsünü kapatmıyordu ve her avludan eşsiz Mezopotamya Ovası manzarası rahatlıkla görülebiliyordu. Vakit kaybetmemek için hızlı hızlı kahvaltı yaptık. Anne arada bir evin kızlarına talimatlar veriyordu. Şeyhmus bakışlarımdan anlamış olacak ki bana annesinin ablaları ile Arapça konuştuğunu, şehirde Türkçe’nin yanı sıra, yoğun olarak Arapça ve Kürtçe çok az da olsa Süryanice konuşulduğunu anlattı.

Evden çıktık, dün tırmandığımız merdivenlerden bugün iniyorduk. Sokak o kadar dardı ki, yan yana yürüyemediğimizden Şeyhmus beni arkasına aldı. Merdivenlerin sonunda Eski Mardin’in ana yoluna vardık. Anayol dediğime bakmayın, yan yana iki aracın geçemeyeceği dar bir parke yol. Yoğun bir program hazırlamıştı. İlk olarak şehrin merkezi sayılan meydana, müzeyi ziyaret etmeye geldik. Müze binasının taş işçiliği, sergilenen tarihi kalıntılardan daha fazla ilgimi çekmişti. Fazla kalmadan müzeden ayrıldık. Kısa bir yürüyüşün ardından Kırklar Kilisesi’ne geldik. Şeyhmus, kilise görevlileri ile selamlaştıktan sonra beni tanıştırdı. Bir yerel rehber bizi gezdirirken, ibadethanenin hala faal olarak kullanıldığını ancak cemaatin göçler nedeniyle azalmasından, şehirde bulunan diğer kiliselerle dönüşümlü olarak kullanıldığını anlattı. Kiliseden ayrılıp çarşıya yöneldik. Ancak tarihi filmlerde rastlanabilecek türden, içinde yük taşıyan eşeklerin gezdiği yan yana küçük esnafların dizili olduğu, oldukça gürültülü bu çarşıya sok’ıl bakar (inekler çarşısı) dendiğini öğrendim. Çarşı boyunca ilerlerken bakırcılar, marangozlar, demirciler ve semerciler çarşılarından geçtik. Sırada Ulu Cami vardı. Şehrin sembollerinden olan cami kesme taş tekniğiyle yapılmış, oldukça heybetli bir yapıydı.

Şehrin her yanında dikkati çeken taş işçiliği ve yüzyıllardır bir arada hoşgörü içinde yaşayan farklı inanç gruplarını görünce, neden Mardin için “Taşın ve İnancın Şehri” dendiğini anlamaya başlamıştım. Yorulmuş, biraz da acıkmıştım. Aslında acıkmaktan çok yerel lezzetleri merak ediyordum. Yemek yemeğe giderken sağlı sollu dizilmiş gümüşçüleri gördüğümde, eve eli boş dönmemin doğru olmayacağını düşündüm. Girdiğimiz bir gümüşçüde bir telkâri ustasını çalışırken gördüm. Gümüş telleri öyle zarif, öyle güzel işliyordu ki ağzım açık kaldı. Aileme ve arkadaşlarıma hediyeler aldım.

Lokantaya vardığımızda, Şeyhmus garsona, misafir olduğumu ve yerel yemekleri merak ettiğimi söyleyerek, Mardin tabağı sipariş etti. Çok geçmeden büyük ve gösterişli bir tabak kondu önüme. Ben yerken, Şeymus anlatıyordu. Önce lahmacunumuzun kapalı hali, sembusek, ardından haşlanmış (ikbebet) ve kızarmış (irok) içliköftelerden birer tane yedim. Sıra daha önce karşılaşmadığım, görüntüsünden de pek hoşlanmadığım garip parçalara geldiğinde tereddüdüm garsonun da dikkatini çekmiş olacak ki, sıcakkanlı bir tonda denersem pişman olmayacağımı anlatmaya çalışıyordu. Kibe; içi etli baharatlı pirinç pilavı ile doldurulmuş ve dikilmiş işkembe dolmasıymış. Görüntüsünün aksine tadı gerçekten de olumlu anlamda sıra dışıydı. Kaburga dolmasının da tadına baktıktan sonra gezimize devam etmek üzere mekandan ayrıldık.

Şehrin dar sokaklarından inerek Kasımiye Medresesine ulaştık. Geniş bir avlunun içinde yine harika taş işçiliği ile inşa edilmiş tarihi bir yapı. Gezerken kapıların alçaklığı dikkatimi çekmişti. Geçmişte burada din eğitimi alanlar oldukça kısa boyluymuş diye geçirdim içimden, gülümsedim. Arkadaşım bana her odanın bir derslik olduğunu, ders sonlarında öğrencilerin hocanın huzurundan saygı gereği, geri geri yürüyerek ve eğilerek çıktığı için kapıların özellikle alçak yapıldığını söylediğinde biraz utanmıştım. Avlunun ortasından geçen suyun kenarında biraz konuştuktan sonra medreseden ayrıldık.

Yürüyerek yola vardığımızda Şeyhmus’un bir arkadaşı arabasıyla bizi alıp, Deyrul Zafaran Manastırı’na götürdü. İlk yapıldığında Güneş Tapınağı olarak kullanılan bu manastır, daha sonra Romalılar tarafından kale olarak kullanılmış. Etrafında yetişen zafaran (safran) bitkisinden dolayı Deyrüzzaferan Manastırı adı ile anılmaya başlamış. Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeleri, taş nakışları ile bu manastır şehri ziyarete gelenlerin mutlak duraklarından biri.

Vakit bir hayli ilerlemişti. Şeyhmus kısa süre içinde gezdirebileceği en çok yeri gezdirmek için çabalıyordu. Bir hayli yorulmuştuk aslında. Tarihi ve turistik mekanlardan çok yaşayan şehri, sokakları gezmek istediğimi söylediğimde biraz garipsedi. Belli ki ömrünü geçirdiği binalar, sokaklar onun için alışılageldik, sıradan yerlerdi. Oysa ben hayatımda ilk kez çöp arabaları giremediği için, çöplerin eşeklerle toplandığı daracık sokaklardan, hemen başımızın üzerinde bir annenin yemek yaptığı mutfağın bulunduğu dar tünellerden (abbara) geçiyordum. Şehir buram buram taş kokuyordu. Taş ve tarih… Labirent gibi sokaklarda uzunca bir gezi yaptık. Çok karmaşık geldi bana, tüm sokaklar birbirine benziyordu, kenarlarında yüksek duvarlar uzanan dar sokaklar, nasıl kaybolmuyordu insanlar burada.

Eve vardığımızda akşam yemeği saati gelmişti. Anne bize yerel bir yemek olan kuzu etli erik yahnisi hazırlamıştı. Adının alluciye olduğunu öğrendim. Bu, yine benim damak tadıma oldukça yabancı ama çok da lezzetli bir yemekti. Yemekten sonra Mezopotamya ovasına karşı çaylarımızı yudumlarken Şeyhmus kapanış konuşmasını yapıyordu. Mardin’in; Sümer, Süryani, Arami, Akad, Babil, Asur, Pers, Bizans, Arap, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı hakimiyetinine girmiş olduğunu, şehrin her köşesinde bu medeniyetlerin mimari izlerine rastlanabileceğini, ama şehrin en önemli mimari yapılarının Artuklular’dan kalma olduğunu öğrendim. Demek bu yüzden şehrin merkez ilçesine Artuklu adı uygun görülmüş diye düşündüm.

Önceki medeniyetlerin izleri silinmeden, Mardin’den, ayrılık vakti gelditi. Evdekilerle vedalaştık. Araçla havaalanına giderken Şeyhmus, safra gerçekleştiremediğini, bu geziye bu kadar kısa bir süre ayırmaktadır için gücendiğini söyledi. Bırakın Nusaybin, Midyat, Savur vs .. ilçeleri gezmeyi, şart çok şart Dara Harabelerini safra gezecek mecalimiz ve zamanımız kalmamıştı. İlk fırsatta tekrar geleceğimi söyleyerek gönlünü almaya çalıştım. Bilet kontrolünden geçmeden Şeyhmus ile uzun uzun sarıldık, bir günde binlerce yıl yaşatmıştı bana.

29

MERSİN

 

Otobüsün dışında; deniz ve güneş fotoğrafı, daha yolculuk izleyindan içim ısındı. Fotoğraf bu kadar heyecanlandırıyor ise, gezi boyunca ne heyecan verici şeyler bekliyordur beni.

 

Turda ilk mola yerimiz Anamur, Mamure Kalesi. Mamure Kalesini geziyoruz. Yeşil kenarlarda muz seralarından geçiyoruz ve bir muz serası gezisi yeşil, sarı renklerde muzlar içinde kayboluyor insan…

 

Kısa bir yemek molası, Köşekbükü Mağarası, birbirinden ilginç farklı sarkıtlar, bir doğa harikası içindir karşınız, yeraltında göz alıcı, şaşırtıcı görüntüler karşılıyor sizi.

 

Daha bu büyülü ortamın etkisindeyken bambaşka bir büyülü alana gidiyoruz. Anamurium antik kentinde, sanki tarihe bir yolculuk yapıyorsun… Antik kentin deniz tarafından çakıl taşlarından alıp parlayan denizde taş sektirip, bunların kısa bir yürüyüş…

Ve mavi ile yeşilin, kampçıların buluştuğu pullu tabiat parkına geçiyoruz. Deniz, orman, güneş…

Anamur öğretmen evinde konaklıyoruz. Hafif dalgaların sesi ile güne merhaba diyoruz.

Sabah kahvaltısı sonrası, denizden biraz uzaklaşıyor, biraz daha yukarılara çıkıyoruz. MUT’LUYUZ şimdi J Mut Yerköprü şelalesi… Şelalenin sularında gökkuşağı karşılıyor bizi. Acaba Gökkuşağının içinden geçsem mi?

Silifke’nin yoğurdu, kız seni kimler doğurdu… Yol alırken Silifke’ye, aynı türküyü mırıldanıyoruz. Masmavi pırıl pırıl bir deniz, sahilde insanlar…

Rehberimiz kız kalesinin hikâyesini anlatıyor. Efsaneye göre kralın bir kızı olur. Kralın kâhini, kralın kızının gelecekte bir yılan tarafından sokularak öleceğini söyler. Kral ve karısı kahinin söylediklerinden çok etkilenir. Kızlarını korumak için denizin ortasında bir kale yaptırmaya karar verirler. Kralın kızı bu kalede yaşamaya başlar. Gel zaman git zaman kaleye sepetle gelen üzümün içinden çıkan yılan kralın kızını sokar ve kız ölür. Dinlerken hayalimde canlanıyor anlatılanlar. Tekne ile kralın kızının yaşadığı kaleye çıkıyoruz. Denizin ortasında hüzünlü bir efsane…

Sahil boyu tarihi kalıntılar, şimdi sıra da Kanlı Divane… Tarih anlatıyor sanki her şey toprağın altında güçlü bir kök her yere filiz sarmış, her yerden tarih fışkırıyor. Antik tiyatrolar, kaleler, dini mekanlar…

Deniz memleketinde deniz kıyısında ne yenir? Canım soslanmış kalamar ve deniz kokulu balık çekiyor. Denizden esen ılgıt ılgıt bir rüzgâr birde hafif bir müzik. Tekrardan Akdeniz akşamları…

Mersin’de konaklıyoruz bu kez, yine sahilde insanlar, teknede balık ekmek kokusu. Biraz içerilere doğru girince de, tantuni kokusu alıyor yerini… Oh, misss! Acıkmış mıyım ne? Tantuni yemeden gidilir mi Mersin’den?

Sabah Tarsus’a doğru yol alıyoruz. Kleopatra kapısındayız. Kleopatra Antonius ile buluşmuş mudur acaba burada? Yarı insan yarı yılan olan Şahmeran yaşamış mıdır burada? Yedi uyurlar yıllarca uyuduktan sonra uyanıp şehre indiklerinde neler olmuştur acaba?

 

Bu düşüncelerin içindeyken Tarsus Kırkkaşık Bedestenine geldik. Bedesten Ramazanoğulları Beyliği zamanında yapılmış. Kimler gelmiş kimler gitmiş. 440 yılda neler görmüştür bu bedesten. Rehberimiz önceleri bedestenin aşevi ve medrese olarak kullanıldığını anlattı.

Bedestenin ortasında büyük kazanlarda yemekler konulurmuş. Etrafında kırk tane kaşık… Kırk kişinin yemek yediğini sonra yine  başka kırk kişinin yemek yemesini canlandırıyorum gözümde. Kırk kaşığın sesini duyuyorum sanki kulaklarımda…

Rengârenk bir çarşı, yöresel el sanatları ayrı bir dünyaya götürüyor, huzur kaplıyor insanı. Baharat kokusu yayılıyor etrafa. Gözlerin içi gülen bir bayan karşılıyor beni bir bardak kaynar ısmarlıyorum kendime.

Sonrasında 440 yıllık Tarsus Ulu Camii’yi geziyoruz. Caminin minaresindeki saat kulesinden gelen saatin sesi ile Hz. Danyal Peygamberin Kabri Makamı Şerif Camii geziyoruz.

Araca binmeden, etrafı gözleyerek, inceleyerek geziyoruz. Her adımda farklı bir hikâye… Bu geçişler kadar güzel ki hiç bitmesin istiyorsun. Eski Tarsus evleri; burada bazı filmlerden tanıyorum bu sokakları, evleri. Şimdi ben de bir filmin sahnesindeyim sanki.

Paul Kuyusu hemen ilerde dururken, Hıristiyanlar için önemini anlatıyor rehberimiz. İncil’de St. Paul müjdeleyici olarak geçiyormuş.

 

TARSUS… Han olmuş, yolcusu çok olmuş…

Buraya kadar gelip de cezerye almadan gitmek olmaz. Antep fıstıklı cezerye, cevizli cezerye, fındıklı cezerye… Çeşit çeşit cezerye… burası medeniyetler şehri.

30

MUĞLA

 

Mükemmel bir Eylül sabahına gözlerimi açtım. Ağaçların rüzgarla çıkardığı ses hala ninni gibi geliyordu bana. Evin terasında hamağın üstünde uyumuş kalmışım. Akşam hava almak için çıkmıştım dışarıya. Hemen hemen tüm Muğla’yı gören bahçeli güzel bir evde yaşıyorum. Muğla manzarası gece ışıklarıyla beraber çok güzel ve huzur verici oluyor. Müzik dinleyip manzarayı izlemek beni sakinleştiriyor.

Oturduğum semte Eski Muğla veya Saburhane diyorlar. Hemen arkasındaki Asar dağı bütün heybetiyle ilgili Muğla’nın simgesi olarak. Hamaktan kalkıp masanın üstünde kurutulmak için konulan Muğla tarhanından biraz koplayınız kuru tarhanayı yemeye bayılırım. Annem kızar bana o öyle yenmez diye. Ama kendimi tutamıyorum. Öyle görünce onları hemen bir parça kopartıp ağzıma atasım geliyor. Tarhanayı ağzımda geveleye geveleye eve girdim.

Annem ve babaannem biber diziyorlardı. Kış hazırlıkları meşhurdur Muğla’da. Kuru biberin kızartması da dolması da çok güzel olur.

Babaannem:

“Yörü kız tutve azıcık tutuve.” Dedi.

Saburhane’de oturmamızın en büyük nedenlerindendir. Babaannem doğduğundan beri hep buralarda büyümüş, dedemle evlendiğinde bile gitmemiştir. Babaannemle evlerimiz altlı üstlüdür. Asla bu evlerden vazgeçmemiş. Manzarası ve yeşil alanı daha çok olduğu için babaannem burayı daha çok seviyor.

Her zaman başında iğne oyalı baş örtüsü, elinde kınası, altında şalvarı eksik olmaz. Kına cennet kokusudur der. Babaannem sürekli iş yapar, iğne oyası yapmayı pek sever. Babaannem yine boş durmamış kışa hazırlık için ipe patlıcan ve biber diziyordu. Onları kurutup kışın yiyoruz. Babaannem ve annem dizdi, ben de bağlayıp balkondaki çivilere astım.

Ablam içeride kahvaltı hazırlıyordu. Birlikte kahvaltı yapmanın keyfi de bambaşka. Ablam Muğla simidi almış, sıcak, çıtır çıtır. Çökelek peyniri, halis Muğla zeytinyağı, kırma zeytin, çam balı ve sıcacık çayla harika bir kahvaltı bizi bekliyordu.

Ablama teşekkür ettim kahvaltı için. Kedim Efe’ye yemek vermek için terasa çıktım. Etrafıma bakındım Efe çatının üstünde yatıyordu. Seslendim pek umursamadı beni. O sırada etrafıma bakınırken inşaat ustalarının Muğla bacası yapmaya çalıştıklarını gördüm. İtinayla uğraşıp şekil veriyorlardı bacaya Muğla bacası yapmak zordur. Ustalar da epey uğraştılar. Tam onları izlerken Efe geldi yanıma başını okşadım, yemeğini verdim.

Kedimin ismini ben koymuştum. Küçüklüğümden beri Muğla Zeybeği oynayanlara ilgim vardı. Onları izler, taklit etmeye çalışırdım. Zeybek oynayan erkeklere Efe derler. Efeler heybetli, iri, gösterişli olur. Kartal gibi kolları açık, göğüsleri gergin, kafaları dik durur. Kedim Efe de iri ,kuyruğu kabarıktır. Bende bu ismin yakışacağını düşündüğüm için ismini Efe koydum. Efe ile kahvaltı ettikten sonra, onunla biraz oynadım.

Tam o sırada arkadaşım aradı. Buluşup beraber kahve içelim diye kararlaştırdık. Telefonu kapattıktan hemen sonra hazırlanmaya başladım. Eski Zahire Pazarında güzel bir yer var, sakin, kahve içmek ve sohbet etmek için harika bir yer. Hazırlanıp evdekilere haber verip çıktım. Zahire Pazarına giderken yol üstünde Helvacı Tahsin’den babaannemin siparişi olan helvayı aldım. Helvacı Tahsin’i herkes bilir Muğla’da. Taze ve lezzetlidir ürünleri.

Arkadaşımla buluşup birer kahve içtik ve sohbet ettik. Uzun zamandır görüşmediğimizden özlemişiz birbirimizi. Daha sonra acıktığımızı farkettik. Arkadaşım köfte yiyelim istedi. Arasta’nın hemen alt tarafında Muğla köftecileri var. Gidip köftelerimizi yedik afiyetle. Artık epey vakit geçmişti. Akşam çökmüştü Muğla’nın üstüne. Güzel bir günün ardından keyifle eve doğru yürüdüm. Yaşadığım şehri ne kadar sevdiğimi şehirde. Ne çok büyük ne çok küçük. İstediğin yere bakınsun.Bu nedenle daha yaşayacağımı düşünerek eve ulaştım.

31

NEVŞEHİR

 

Bugün uzun bir yolculuktan sonra Nevşehir’e ulaştım. Cama kafamı yaslamış, tüm bu güzelliklere göre iç geçirmiştim. Bu yer gerçekten sana kendini sorgulamakyor, seni düşündürüyordu.

Yolculuk bittiğinde ise elimde valizim, Nevşehir’in ünlü kaya otellerinden birine gelmiştim. Bu, içimde antik bir hissiyat uyandırmıştı.

Tüm gece tavana baktım, inceledim, tasarlamaküm … gerçekten de sihirli bir yerdi burası.

Bu anlamlı geziden sonra, ilk durağım belli olmuştu. Kızılçukur Vadisi’nde güzel bir gün geçirdim. Tur arkadaşlarımla birlikte gittik. Öncesinde Salkım Tepesi’ne, daha sonra Kızılçukur Vadisi’ne geldik ve şunu söyleyebilirim ki: Burası mükemmel bir yerdi. Salıncaklar ve fotoğraf çekini gerekli için gerekli harika düzenekler vardı ve ben de bu şansı değerlendirerek hepsinde olabildiğince fotoğraf çekinmeye çalıştım. Hepimiz toplu fotoğraflar çekindik. Arabadan indiğimizde bir turist kafilesi ile karşılaştık ve onlarla konuşmaya çalıştık. Bize çok garip kullanınlardı, galiba dilimizi bilmedikleri içindi çünkü biz kendi halimizde konuşup, gülüşüyorduk. Biz fotoğraf çekerken, turistlere özel üzüm şarabı patlattılar.Az kalsın arkadaşımın üstüne patlatıyorlardı. Turdaki bir diğer arkadaşım, olanlara çok garip bakıyordu, onu suçlamamak gerek. Bu ilginç gelenekle ben de ilk varsayılan karşılaşıyordum. En sonunda arkadaşlarımla, mükemmel manzaranın tadını çıkararak güzel bir yemek yemiştik. İşte o bir dedim ki: ” İyi ki geldiim buraya, ha? ”

Kızılçukur Vadisi’ne neden böyle dediklerini gidince öğrendim, çünkü her yer kızılımsı bir renkteydi. Öğrendiğim bir bilgiye göre ikindi vakitlerinde rengi daha belirgin oluyormuş. Nevşehir gittikçe ilginçleşmeye devam ediyor, acaba bir sonrakinde neler yaşayacağım sevgili günlük?

Bir sonraki durağım ilginç, kültürel açıdan zengin bir köydü: Mustafapaşa Köyü. Dünyadaki tek bebek müzesini yapısında taşıyan, her mevsimi kendine göre kapsamlarıyla barındıran tarihi bir köy. Burada eski bir medresenin yanında birbirinden güzel tarih ve geçmişe sahip birçok kilise de bulunuyor. Olmazsa olmaz güzelliğiyle Asmalı Konak da bu eserlerin arasında. Bu tarihi yere 7.sınıftayken okul değişikliğim yüzünden gelmiştim. Buranın adını çoğu zaman duymama rağmen hayatımda ilk defa okulum sayesinde buraya gelmiştim. Geldiğim günden itibaren Mustafapaşa’daki insanlar sanki daha önce buraya birçok kez gelmişim gibi iyi ve hoşgörülü davrandılar. Oradaki insanlar bu kadar içten ve samimi olmasaydı belki de okula bu kadar kolay alışamayacaktım. Bir keresinde sosyal bilgiler dersi sayesinde röportaj için Asmalı Konağa gitmiştim. Dışının oymalı yapısını incelerken hayretler içindeydim. Bu kadar zaman geçmişti ve yapı hala büyüleyiciydi. Bu yapıyı incelerken iyi ki bu röportaj için seçilmişim diye düşünmüştüm. Kiliseleri gezerken bu kiliselerin yapıldığı zamandaki el işçiliğini düşünerek o zamanki mimariyi çok merak ettim. Bir de Mehmet Şakirpaşa Medresesi’nin oyma işçiliği beni hayretler içinde bırakmıştı. Hepsi çok eski

tarihlere dayanmalarına rağmen nasıl bu kadar gelişmiş eserlerdi anlayamamıştım. Kısacası Mustafapaşa’daki kültür ve din farkları ayrımcılık oluşturmak yerine kültür birleşimi mükemmel eserler oluşturmuş. Nevşehir’deki nüfus burada yaşıyor, ama tam anlamıyla tarihini bilmiyor.

Bugün ise neredeyse her kaya bloğunun oyularak ibadet, yaşam ve öğreti alanlarına dönüştürüldüğü, her alanında kutsallığın sanatla birleştiği müzeye gittim. Müzeden sonra anladım ki her insan tarihini ve geçmişini bilmeli.

Orada birçok kilise, şapeli, yemekhane ve manastır bulunuyor ve hepsi de çok ilgi çekici. Kilisede işlenen konular İncil ve Hz. İsa’nın hayatından alınmıştır.  Bu kiliselerin içindeki resimlerden de anlaşılabilir. Kiliselerin içine girince çok şaşırdım çünkü taşlar sanki el ile yapılmamış, makine ile yapılmış gibiydi. Kiliselerin içindeki  boyama teknikleri ise yapıldığı döneme göre farklılıklar gösteriyor. Vadide yaşamın başladığı İlk Hristiyanlık dönemindeki geometrik desenli boyamalar, daha geç tarihlerde yerini dinsel içerikli boyamalara bırakıyor. Çoğunlukla Hazreti İsa’nın ve İncil’in hikayelerini anlatan freskler de ise, hala o dönemlerin kokusu geçmemiş, renklerinin feri sönmemiş, ‘bir zamanlar bizler de yaşadık’ diyen enerjisi tükenmemişti. Gerçekten çok eski olmasına rağmen hâlâ çok güzel ve yeni duruyor.

İnsan bir kez dahi olsa görmeli bu yeri.

Ertesi gün ise hep beraber Kaymaklı yeraltı şehrini gezdik. Kale denilen  küçük tepenin altında bulunan yeraltı şehri, Kapadokya’da bulunan yaklaşık 36 yeraltı şehrinin en büyüğüymüş. En derini ise isminden de anlaşılacağı üzere Derinkuyu’da bulunuyormuş. Kaymaklı yeraltı şehri 8 katlı olup sadece 4 katı ziyaretçiye açıkmış. Bu beni çok  şaşırttı. O zamanın teknolojisi ile yerin 8 kat altına gidebilmek oldukça zor olmalı. Burayı gezmek benim için yorucuydu. Kapadokya’daki en büyük yeraltı şehri olmasına rağmen bazı yerler aşırı dardı ve oralardan tek sıra halinde geçmek zorundaydık. Işıklandırma olmasına rağmen bazı yerler cidden ürkütücüydü, özellikle havalandırma boşluğu ve odanın içinde bulunan küçük odacıklar. Gayet güzel bir gündü. Günün sonunda yorulmamıza rağmen güneşin batışını kaleden izlemek zevkliydi, tüm Kaymaklı gözümüzün önündeydi. Daha sonra, arkadaşlarımla burayı gezmek, hediyelik eşya satan yerlerden hediyeler almak ve tabii ki onlara kaymak ısmarlamak isterim…

Kaymaklı’dan epey etkilenmiş, burayı hiçbir şeyin geçemeyeceğini düşünmüştüm. Elbette, yanlış düşünmüşüm. Kapadokya sürprizlerle dolu bir pandora kutusuydu adeta. Arkadaşlarımla biraz düşündükten sonra Zelve Açık Hava Müzesine gitmeye karar vermiştik. Gitmeden önce tarihini araştırmıştım.

Zelve 9 ila 13’üncü yüzyıl arasında Hristiyanların önemli yerleşim ve dini merkezlerinden biri olduğu düşünülüyor. Birçok kilise, manastır, tüneller, yerleşim yerleri, bir cami ve köy meydanı var.

Peri bacaları, taştan oyma evler, ince ince patikalar, güvercinliklerden oluşan çok büyük bir yer. Adeta büyülendim.

Gezmeye devam ettik. Daha sonrasında çok eski evler vardı. Bazı yerlere girmesi yasaktı ama demir kapıların ardından bakıldığında da gerçekten güzel şeyler görünüyordu. Epey ilginç bir gezi olmuştu bizim için.

Buraya geldiğimden beri ilgimi çeken bir şey vardı: Nevşehir Kalesi.

Nevşehir Kalesi Selçuklular döneminde, Bağdat’a giden kervan yolunun korunması amacıyla inşa edildiğini öğrendim. Osmanlı döneminde Damat İbrahim Paşa tarafından onarılmış ve cumhuriyet döneminde de yeniden restore edilerek tahrip olmaktan korunmuş. Sur duvarları sağlam olup, kale girişi güneybatı yönündeymiş. Kuşatma zamanlarında kalenin su ihtiyacının giderilebilmesi için kalenin içinden ovaya kadar giden bir tünelin varlığından söz ediliyor ama şu anda buna dair herhangi bir emare bulunamamış. Sit alanı olarak ilan edilen bölgede yapılan kazılarda ise Kapadokya’da 200’den fazla bulunan yeraltı şehirlerinden birine rastlanılmış. Burada yapılan çalışmalarda ortaya çıkarılan oyma manastır ve kilisenin Ortodokslar açısından çok önemli bir yere sahip olduğu düşünülmektedir. Öğrendiğim bu bilgiler, bilgi hazneme önemli bir katkıda bulunmuştu. Bunun için minnettardım, gezi boyunca her gün yeni bir şey öğrenmeye devam ediyordum.

Bir sonraki durağımız mükemmel bir turistik yer olan Avanos’tu!  Acıkmıştık bu yüzden yemek yemeye karar verdik. Irmak manzaralı bir restorana oturduk. Yemek yedikten sonra gondola binmiştik! O kadar heyecan vericiydi ki, aynı zamanda çok ama çok rahatladığımı hissettim. Binerken bayağı korkmuştum ama sonra alışmış, tadını çıkarmaya başlamıştım. Manzara gerçekten çok güzeldi. Gondoldan indikten sonra asma köprüden geçecektik. Çok fazla insan olduğu için çok sallanıyordu. Arkadaşım korktuğu için geçmek istemedi ancak ben ısrar ettim ve geçtik. Karşı tarafa geçince dondurma aldık ve yemeye başladık. Yürürken sokaklarda bir sürü çömlekçi gördük ve denemek istedik. Bir tanesini seçtik ve içeri girdik. Merdivenler çok dikti, az kalsın düşüyordum! İçeride çömlek yapan çok fazla insan vardı. Biz de çömlek yapmayı denedik. Benim çömleğim çok kötü olmuştu. Çömlek yapımının çok zor olduğunu öğrendim. Çok ünlü bir saç müzesi olduğunu duymuştuk ve oraya gittik. İçeride bir sürü saç vardı. Görünce baya şaşırdım. İçeriyi gezdik ve güzel fotoğraflar çektik

Gezimizin son durağı olan Ürgüp’e geçtik. Tur rehberimiz bizi özel bir yere götüreceğini söylemiş ancak bir bilgi vermemişti.

Vardığımızda gözüme 3 tane iç içe geçmiş peribacası çarpmıştı.

Efsaneye göre Kapadokya’da kralın kızı olan prenses bir çobana aşık olur. Ancak Kral kızının bir çoban ile evlenmesini istemez. Bu çoban ve prensesin bir çocuğu olur. Bunu duyan Kral askerlerine prenses, çoban ve çocuğu öldürmelerini emreder. Bu efsaneye göre artık kaçması imkansız olan prenses; çoban ve çocuğu uğruna Allah’a bir mucize olması için yalvarır. Prensesin sesi Allah tarafından duyulmuştur. Böylece Allah onları birer taşa çevirmiştir.

Efsanede en önde duranın çoban, arada duranın çocuk, en arkada duranın ise prenses olduğuna inanılır.

Bu efsaneyi öğrenince taşların ne anlama geldiğini anladım. Burası Nevşehir’in en çok bilinen ve en çok ziyaret edilen turistik yerlerinden biriymiş. Özellikle akşamları insanlar buraya çok

geliyordu çünkü akşamları buradaki merdivenlerin ve peribacalarının çevresinin aydınlatılması için ışıklar kullanılıyordu. Bu ışıklar kamerada hoş görüntüler bıraktığı için insanlar buraya gelip efsaneyi öğrenmek ve fotoğraf çekinmeyi ister. Ben de bu insanlardan biriydim, açıkçası.

İşte! Nevşehir gezim maalesef ki bu kadardı, sevgili günlük. Son cümlelerimi yazarken içimde buruk bir his oluşuyor, kalemi bırakıp aklıma kazınmış olan bu anıları düşünüyorum.

Bu gezi, bana çok şey kattı. Her açıdan geliştiğimi düşünüyorum: genel kültür , düşünme, yeni yerler keşfetme… Tüm gezi bana bir ilaç gibi gelmişti.

Her ne olursa olsun, buraya tekrardan geleceğim. Eminim ki ilk geldiğimde yaşadığım heyecanı bir dahaki sefere fazlasıyla yaşayacağım.

32

SAMSUN

 

Samsun’a bir pazar günü arabama binerek sahile gidip yürüyüş yapmaya karar verdim. Arabayı park ederek sahile doğru yürümeye başladım. Samsun’a hayran oldum. Sahil kenarında yürümeye başladım. Biraz yürüdükten sonra sahilde oturup denizin o müthiş manzarasını izlemeye başladım. Manzara çok güzeldi. Bir odada güneşin suyun üstünde parlamasının ışıltısı, şarj edilebilir masmavi suyun güzel görüntüsü inanılmazdı. Saatlerce bu manzaraya bakabilirdim. Deniz insanı başka yerlere götürüyor, kafasını dağıtıldı. Etrafa baktığımda bazı insanlar yürüyüş yapıyor, bazı insanlar koşarak spor yapıyor, bazı denizi izliyordu. Muhteşem duyguya kendimi bıraktım.Telefonuma baktığımda gözlerime inanamadım zaman su gibi geçmiş ben yaklaşık bir saattir denizi seyrediyordum. Deniz o kadar huzur vermişti ki içim enerji dolmuştu. Sanki tüm stresim üzerimden gitmişti. Sahilde biraz yürümeye karar verdim. Biraz yürüdükten sonra tütün iskelesine geldim. Tütün iskelesinde o muhteşem manzara gen karşımdaydı. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının anısına yapılan heykeller tütün iskelesinde karşımda durdu. Bir tarih gençlerine ancak bu kadar güzel öğretilebilirdi. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının arasına geçerek resim çekindim. Bu manzaradan sonra sahil boyunca yürümeye karar verdim. Kenarda balık tutan insanlar görünce biraz baktım.Kenarda duran yaşlı bir kadın ve yaşlı bir erkek heykeli vardı. Gençler aralarına oturuyor resim çekiniyorlardı ilerlemeye devam ettim. Sağlayın sevgi gölünü görünce biraz dinlemem görmekğine karar verdim. Sevgi gölünde bir masaya oturdum. Her zaman olduğu gibi gen kalabalıktı. Gölün üzerinde gezen ördekler göle renk katıyor, balıklar gölün içinde bir o yana bir bu yana yüzüyorlardı. Biraz dinlendikten sonra yola koyuldum. Hemen karşıda hayvanat bahçesini görünce içeri girdim. Bir tarafta aslanlar, ayılar, dev kuşları çok sayıda hayvan bur da bulunuyordu. Aslan gen her zamanki gibi heybetiyle ben ormanların kralıyım diyordu sanki. Doğa zaman güzellik katılır. Ayılar ayağa kalktıklarında bir dev gibi oluyorlardı. Biraz ilerleyince tavus kuşlarını gördüm. Kanatlarını açmış o muhteşem güzelliklerini bize sergiliyorlardı. O kadar çeşitli hayvanlar vardı ki bu hepsini tek tek inceledim. Hayvanat bahçesinden çıkınca Doğu Park’a karar verdim. Sol tarafımda deniz, sağ tarafımda yeşillik görmek devam ettim. Doğu Park’a geldiğimde her zamanki gibi insanlar piknik yapıyor, top oynuyor, mangal yapıyor zaman geçiriyorlardı. Manzara gen muhteşemdi. Biraz oturup dinlendikten sonra ilerideki Bandırma gemisin gördüm. Bandırma gemisini görüp de gitmemezlik olmazdı. Kurtuluş savaşı sırasında Mustafa Kemal Atatürk bu gemiyle Samsun’a geldi, kurtuluş savaşının başlangıç ​​adımını atmıştı. Bandırma gemisine girdim. İçerisi gerçekten buram buram tarih kokuyordu. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarına ait kıyafetler, resimler, çeşitli silah, kılıç vb. eşyalar geminin içinde bulunuyordu. Bunları gördükçe gözlerim doldu. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının bizler için vermiş olduğu mücadele ediyoruz vatanımızın kurtulduğunu tekrar gördüm. Buraya kesinlikle herkes ziyaret etmeliydi. Vatan mücadelesinin nasıl yapıldığını herkesin görmesi gerekiyordu. Bandırma gemisini gezdikten sonra arabama doğru geri yürümeye başladım. Zaman geçmiş artık akşam olmaya başlamış aynı zamanda acıkmıştım. Arabya geldiğimde arabama cilt ve Samsun’un meşhur pidesinden yemek için bir lokantaya gittim. Lokantadan içeri girince güler yüzle karşılandım. Garson yanıma geldiğinde ona Samsun’un meşhur pidesinden istediğimi söyledim. Pide yapılıp gelince yemeğimi yemeye başladım. İnanılmaz güzeldi. Pidenin neden en güzel Samsun’da bir kez daha anladım. Arabama binerek eve doğru yol alamaya başladım. Bir gün daha doya doya geçirmiştim. Okul tatilinde artık bol bol gezmek için zamanım vardı. Eve geldiğimde çok güzel zaman geçirdiğimi fark edilditim. Samsun’un buram buram tarih koktuğunu bir kez daha fark ettim. Hem nerde bu kadar güzel manzara sahip kaç yer vardı ki. Yatağıma yattığımda mışıl mışıl uyuya kalmışım. Böyle güzel bir şehre kim sahip olmak istemez ki…

Sabah erken uyanmıştım. Pencereden gün doğumunu izlemeye başladım. Dışarıdan gelen temiz havayı ciğerime doldurmaya başladım. Sabah kahvaltısı için kahvaltı malzemelerimi ve çayımı hazırlamaya başladım. Kahvaltımı yaptıktan sonra dışarı çıkmaya karar verdim. Sokağa çıktığımda dışarıda güzel bir hava vardı. Sahile doğru gitmeye başladım. Bu sefer dün gittiğim yönün ters tarafına yürümeye başladım. Denizden esen hafif meltem esintisi yüzümde bir esinti oluşturdu adeta. Biraz yürüdükten sonra Amazon köyü ve Amazon adasını gördüm. Uzaktan inanılmaz güzellikte bir manzaraya sahipti. Amazon köyü eski tarihlerde Samsun’da yaşamış savaşçı kadınların heykelleri, evleri gibi çok sayıda yapıdan oluşmuştu. Bunlara yakından bakma fırsatı bulmak tarihi yakından tanımak adına benim için önemli bir şeydi. Amazon köyünden çıktıktan sonra hemen ileride teleferiği görünce teleferiğe bindim. Teleferikten gökyüzünden Samsun’un manzarası inanılmaz güzel gözüküyordu. Teleferiğin iniş noktası Amisos tepesiydi. Amisos tepesi hem manzarası hem de kral mezarlarıyla ünlüdür. Amisostan denizin güzelliği, şehrin görünüşü çok güzeldi. Amisosta aynı zamanda kral mezarlarını görme fırsatım oldu. Amisos tepesinde bir bankete oturarak şehrin güzelliğini izlemeye başladım. Yaklaşık bir saat oturduktan sonra tekrar teleferiğe bindim. Havadan Samsun’un manzarası çok güzeldi. Teleferikten indikten sonra ileride bulunan batı parka gittim. İnsanlar bir taraftan mangallarını yakmış, bir taraftan semaverlerini yakmış etraf mis gibi et kokuyordu. Bir tarafta çocukların bazıları ip atlıyor, bazıları top oynuyorlardı. Hemen yanda ise çocuklar için çok güzel bir oyun alanı vardı. Çocuklar için yapılmış olan çizgi film karakterlerinden oluşmuş olan heykeller ve binalar çok güzeldi. Redkit, şirinler, he man, hayalet casper, daltonlar, pamuk prenses ve yedi cüceler gibi çok sayıda çizgi film karakterinin hem evleri hem de heykelleri içinde çocuklar hem resim çekiyor hem de eğleniyorlardı.  Yan tarafta olan salıncak, tahterevalli gibi oyuncaklarla da oynayan çocukları görebiliyorduk. Yolun karşı tarafında atlı faytonlar geçiyordu. Batı park âdete aileler için hem dinlenecekleri, hem piknik yapacakları hem de eğlenecekleri bir yerdi. Bu insanların eğlenmesini gördükten sonra bende yan tarafta satılan etlerden alarak kendin yap kendin pişir yerinde etimi pişirmeye karar verdim. Etimi pişirdikten sonra bir piknik alanına geçerek yemeğimi yemeğe başladım. Yemeğimi yedikten sonra çimene uzanarak dinlenmeye başladım. Denizden esen meltem rüzgârının etkisiyle uykuya dalmışım. Uyandığımda yaklaşık 2 saat vaktin geçtiğini gördüm. Ayağa kalkıp üzerimi düzelttikten sonra deniz kenarında yürüyüş yapmaya devam ettim. Denizin yan tarafında 19 Mayıs Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesini gördüm. Öğrenciler bahçede geziyor, birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Biraz daha yürüdükten sonra sol tarafta yeni yapılan golf sahasının yanına geldim. Golf alanına giderek golf oynamak istediğimi söyledim. Golf oynayan insanlarının yanına giderek golf oynamaya başladık. Samsun spor açısında gerçekten çok güzel imkanlara sahip şehir gerçekten. Hem spor yapma hem de eğlenme açısından çok güzel bir şehir. Golf oyunu bittikten sonra güneşin artık yavaş yavaş batığını eve geri dönüş vaktinin geldiğini fark ettim.  Eve doğru geri yürümeye başladım. Akşam vaktinde deniz başka bir kimliğe bürünmüş daha da güzelleşmişti. Eve geldiğimde günümün çok güzel geçtiğini ve eğlendiğimi fark ettim. Biraz yemek yedikten sonra yatağıma uyumaya geçtim.

Bugün ne yapsam diye düşünürken çiftlik caddesinde buldum kendimi. Samsun’un tarihine iz bırakmış bir caddedir. Yıllar geçtikçe bu cadde daha da güzelmiş. İnsanlar banketlerde oturmuş muhabbet ediyordu. Dükkânlar alış veriş çılgınlarıyla dolup taşmıştı. Yoluma devam ettim ileride Gazi müzesini gördüm. Bu müze Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a ilk çıktığında kaldığı oteldi. Sonraları müzeye dönüştürülmüştü. Müzeye girmeye karar verdim ve içeri girdim. Müze gerçekten tarihe ışık tutuyordu. Tarihi silahlar, kıyafetler, Mustafa Kemal Atatürk’e ait eşyalar, kurtuluş savaşını yansıtıyordu resmen. Müzeyi gezdikten sonra gezmeye yürümeye devam ettim. Bir anda yükselen ezan sesiyle kendimi tarihi büyük caminin önünde buldum. Müezzin o kadar güzel okuyordu ki ezanı hem tarihi büyük camiyi gezmek hem de namazımı kılmak için camiye gittim. Cami çok eski ve tarihiydi. Hem gezip tekrardan görmüş oldum. Camiden çıktıktan sonra ileride Onur Anıtı’nı gördüm. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün atın üstünde olduğu ve atın şaha kalktığı dev heykel. Turistler sıraya girmiş resim çekiniyordu. Çevresindeki parkta çiçekler açmış etraf mis gibi kokuyordu. Hemen yan alanında çocuklar oyun oynuyor, parkta eğleniyorlardı. Onur Anıtı’nın ilerisinde valilik binasının yanında Samsun arkeoloji ve etnografya müzesini gördüm. Müzeye girdim. Müzede klasik, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait eserler bulunmaktaydı. Eserleri tek tek inceledim. Tarih buram buram kokuyordu sanki. Buranın öğrencileri tarihi yerinde öğrenme açısından ne kadar şanslı olduklarını bir kez daha gördüm.  Daha sonra Canik’de bulunan Meşe tesislerine gitmek için arabaya bindim. Meşe tesislerine geldiğimde manzara gerçekten çok güzeldi. Meşe tesislerine girdim Samsun’a özgü olan keşkeş yemeği söyledim. Yemek gelene kadar manzaranın tadını çıkardım. Keşkek yemeği önüme gelince yemeğin lezzetiyle karnımı doyurdum. Samsun’un merkezinde bu kadar tarihi eser vardı ki ilçelerinde gezilecek ne kadar var deyip düşündüm bir an. Samsun’un her yerini gezmeliydim. İlçelerini tek tek gezmeye ve her yeri görmeye karar verdim. Bir an düşündüm ilçeleri Atatkum, İlkadım, Canik sürekli gezdiğim yerlerdi. Tekkekör, Çarşamba, Terme, Salıpazarı, Ayvacık, Kavak, Lâdik, Havza, Vezirköprü, 19 Mayıs, Asarcık, Alaçam, Bafra, Yakakent bunları dolaşmak için hangisini hangi zamanda gideceğimi planlamak için evde doğru gitmeye karar verdim. Beni tatlı güzel yolculuklar bekliyordu artık. Gideceğim yerlerde kendime yer ayarlamam gerekebilirdi. Eşyalarımı hazırlamaya başladım. Çantama yedek kıyafetlerimi koydum. Yedek ayakkabımı ayarladım. Fotoğraf makinemi ve pillerimi aldım. Artık hazırdım. Acaba hangisinden başlasaydım ki. Yarın artık benim için güzel bir heyecan olacak. Erkenden yatmaya karar verdim.

Bugün ilk gideceğim yer Tekkeköy. Tekkeköy ilçesi karadenizin ilk insan yerleşkesidir. Arabama binerek Tekkeköy’e doğru yol almaya başladım. Arabamla yolculuk yaparken bir yanımın deniz diğer tarafımın yeşillik olması manzarama renk kattı adeta. Tekkeköy ilçesinin girişine vardığımda sol tarafımda Samsunspor’un yeni stadını gördüm. Yeni yapılmış otuz iki bin kişilik muazzam bir yapı. Dış görünüşüyle adeta rakip taraftarlara korku salıyor. Samsunspor için bir mabet sanki. Tekkeköy merkeze doğru gitmeye başladım. Daha önce nereye gideceğimin planını yaptığım için yola devam ettim. Telefonumdaki navigasyon programı sayesinde ilçedeki tarihi yerleri ve yapıları rahatlıkla bulabilecektim. İlk olarak Tekkeköy Ören yerine gitmeye karar vermiştim. Tekkeköy Ören yeri tunç çağından kalma bir yerleşim yeridir.  Ören’e vardığımda  burada çeşitli mezarlar  olduğunu gördüm. Daha önce okuduğum bir  yazıda burada yapılan arkeolojik kazılarda çıkarılan eşyaların Anadolu’nun hiçbir yerinde bir eşinin bulunmadığı belirtilmişti. Ören’e vardığımda dedikleri gibi çok eski çağlardan kalma mezarları gördüm. Kazı çalışmaları devam etmekteydi. Çok eski eşyalar çıkarılıyordu. Tarihe dair çok eski yapılar gün yüzüne çıkarılıyordu. Tekkeköy Ören gerçekten tarihe ışık tutuyordu. Burayı biraz inceledikten sonra Tekkeköy mağralarına doğru gitmeye başladım. Tekkeköy mağralarına ulaştığımda girişteki yazı gözüme çarptı. Yazıda mağraların Kalkolitik dönemden kaldığı ,  mağaraların doğal yolla oluşmuş olduğu, sonrasında oyularak genişletildiği bilgisi yazıyordu. Mağralar bölgedeki ilk yerleşim izlerinin görüldüğü yerlermiş. Mağraları önünde mağra yaşantısını gösteren şekillerin ve mağra adamı figürlerinin olduğunu gördüm. Mağrada ana bölümün yanı sıra merdiven, sarnıç, depo ve yol gibi yapıların olduğunu gördüm. Mağaraların çevresine baktığımda  ise Roma ve Bizans dönemlerinden kalma köprü ve kale kalıntıları olduğunu fark ettim. Etraf buram buram tarih kokuyordu adeta. Mağraları gezdikten sonra Şeyh Yusuf Zeynuddin Camii ve Türbesi’ni görmek için arabamla yola koyuldum. Şeyh Yusuf Zeynuddin Camii ve Türbesi Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Şeyh Yusuf Zeynuddi’nin kendisi tarafından yaptırılmıştır. Dönemin ünlü islam bilginlerinden biri olan Şeyh Yusuf bu camiyi 1285 yılında yaptırmıştır. Camiye geldiğimde türbeninde caminin içinde olduğunu gördüm. İnsanların tarihi yapılara sahip çıktığını ve koruduğunu görmek beni mutlu etti. Tekkeköy’de sıradaki durağım Altınkaya Kilisesi’ydi. Tarihi yapıyı yerinde görmek için yola düştüm. Altınkaya Kilisesi’ne vardığımda orda yaşayan insanlardan bu tarihi yapı hakkında bilgi aldım. Kilise Tekkeköy ilçesinin en eski kilisesi olduğunu öğrendim. Tarihi yapının önünde resim çekindikten sonra sıradaki durağım olan Antyeri Kilisesi’ni görmek için Antyeri köyüne doğru yola çıktım. Anryerine vardığımda tarihi kiliseyi gördüm. Hala tarihi yapısı duruyordu. Burayıda gezdikten sonra tarihi yel değirmenlerini görmek için Kutlukent mahallesine doğru yol aldım. Tarihi yel değirmenlerine vardığımda karşıma çıkan ilk yazıyı okumaya başladım. Tarihi yel değirmenleri 1905 yılında bölgede yaşayan rumlar tarafından yapılmış. Bu yapı karadenizin taş gövdeli tek tarihi yel değirmeni olduğunu öğrendim. Bu değirmeni her yıl binlerce yerli ve yabancı tristin ziyaret ettiğini ve  tarihi yel değirmeni ayrıca yeni evlenen çiftlerin resimlerini çektirdiği özel bir alan olduğunu öğrendim. Burayıda gezdikten sonra Büyüklü Kurşunlu Şelalesini görmek için yola koyuldum. Şelaleye ulaştığımda şelalenin şehrin gürültüsünden ve sitresinden kurtulmak isteyenler için eşsiz bir mekan olduğunu fark ettim. Şelalenin su seslerinin kuş sesleri ile karıştığı yeşillikler içindeki büyüleyici bir görüntüsü vardı. Ortama adeta hayran kaldım. Burada biraz zaman geçirdikten sonra Tekkeköy Atatürk evini ziyaret etmek için yola koyuldum. Atatürk evine geldiğimde binanın Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik’teki eviyle birebir aynı olduğunu fark ettim. Eve girdiğimde zemin katta görevlilerin odaları, birinci katta mutfak, misafir odası ile Atatürk’ün anne babasının yatak odası, ikinci katta ise Atatürk’ün kıyafetlerinin sergilendiği oda, çalışma odası, banyo ve balkon olduğunu gördüm. Bu evi herkesin mutlaka görmesi gerekir. Buradaki ziyaretimi bitirdiğimde artık güneşin yavaş yavaş batarak havanın karardığını fark ettim ve artık iyice acıkmıştım. Tekkeköy merkezde olan bir lokantaya giderek yemek yemeğe karar verdim. Lokantaya girdiğimde bir birinden güzel yemekler bir aradaydı. Canım ızgara çektiği için ızgara yaptırarak güzelce karnımı doyurdum. Artık akşam olmuş bende gezmekten yorulmuştur. Tekkeköy’de kalacak yer buldum ve geceyi burda geçirmek için odama çekildim. Güzel ve yorucu bir gündü ama herkesin bu tarihi yeri görmesi gerektiğini düşündüm. Yarın gideceğim ilçe olan Çarşamba’ya dinlenmiş olarak gitmek için erkenden uyumaya karar verdim.

Bugün erken kalkıp güzelce kahvaltımı yaptım. İçimde güzel bir his vardı. Samsun’un en güzel ilçesi Çarşamba’ya gitmek için arabama bindim. Çarşamba ilçesi ile ilgili yaptığım araştırmalarda Çarşamba’nın, Anadolu’ya Türklerin yerleşmesinde ve Anadolu’nun müslümanlaşmasında ilk merkezlerden biri olduğunu öğrendim. Çarşamba’nın içinden geçen yeşilırmak  ırmağının şehri iki yakaya ayırdığını ve  ilçenin M.Ö. 4000 yılına kadar uzanan tarihi ve doğal kaynakları olduğunu öğrenmiştim. Bu kadar eski bir tarihe sahip olan bir ilçeyi gezmek benim için bir keyif olacaktı. Akşam ilçe hakkında yaptığım araştırma neticesinde gezeceğim yerler konusunda karar vermiştim. İlçeye geldiğimde yeni yapılan İstanbul köprüsüyle karşılaştım. Köprü İstanbul’daki köprünün birebir aynısıydı. Köprünün gece ışıklandırıldığının öğrendim. Bu köprü gerçekten ilçeye bir renk katmış. Biraz daha ileri gittiğimde bu sefer tarihi köprüyü gördüm. İlçenin ilk köprüsüymüş. Daha önce cumhuriyet döneminde o yerde asma köprü varken sonraları bu köprü yapılmış. Köprünün her iki kısmında büyük saatli yapıların olması ilginçti. Sanırım saatli köprü demek buna uygundu. Köprünün ortasından yeşilırmağı izlemeye başladım. Aklıma o anda meşhur Çarşamba’yı sel aldı türküsü geldi. Gerçek yaşanmış bir olaydan gelen bu türkü dilime dolandı bir anda. Bu türkü Çarşamba’da Yıldıray ÇINAR’la özdeşmiş. Çarşamba merkezi gezmeye başladım. Buraya özgü meşhur sekiz köşe kasket ve Çarşamba ayakkabısını gördüm. Eski Çarşamba erkekleri ayakkabılarının topuklarına basar ve  başlarına sekiz köşe kasket takarmış. Hatıra olsun diye bende kendime bir kasket aldım. Yeşilırmaktan karşıya geçtiğimde orada halkın dediği adaya gittim. Ada dedikleri yer Çarşamba halkının dinlendikleri , piknik yaptıkları güzel bir alan. Yanlarında çay içme yerleri ve lunapark var. Burayı gezdikten sonra arabama binerek yeni yapılan Yaşam Merkezi alanına gittim. Burda Çarşamba’nın tarihini yansıtan yeni bir yer yapılmış. Eski yapılan meslekleri yaşatan dükkanlar, piknik alanları, dinlenme yerleri vardı. Hatta insanların ata binerek gezmeleri için yapılmış bir at çifliği bile vardı. Bir yanda insanlar mangal ve semaver yapıyor, diğer tarafta top oynuyor ve ata biniyorlardı. Tarihin dükkanların önünde yeni evlenen çiftler resim çekiniyordu. Gerçekten çok güzel bir alan olmuş. Burada kafede biraz oturup çay içtim. İnsanlar neşe içinde muhabbet ediyordu. Biraz dinlendikten sonra meşhur Göğceli camiini görmek için arabama bindim. Göğceli camii bir mezarlığın içinde yer alıyordu. Camii 1206 yılında yapılmış. Tamamen ahşap. Caminin yapımında hiç çivi kullanılmamış. Bir çivi dahi çakılmadan yapılmış çok güzel bir eser. Burayı gezdikten sonra rıdvan paşa caminin görmek için yola düştüm. Rıdvan paşa camiide eski bir  camidir. Hatta bir hikayesi vardır. Rivayete göre Rahtıvanzade ailesi Amasya’da ikamet etmektedir. Rahtıvanzade Rıdvan Bey’in kızı Amasya’da oturdukları konaktan Yeşilırmak’a düşer ve cesedinin bulunduğu yere bu camii yapılmış. Caminin ilerisinde halkın uzun çarşı dedikleri yere girdim. Uzun çarşının ortasında tarihi bedestanı gördüm. Yıllara inat sapasağlam duruyordu. Bedestanın içinde esnaflar dükkan açmış. Bu yer tarihimizi yansıyor adeta. Burayı gezdikten sonra Çarşamba’nın meşhur tarihi çınar ağacını görmek için yola koyuldum. Çınar ağacı çok büyük ve yılların eskitemediği bir görünümü vardı. Çınar ağacın yakınında, yedi farklı noktadan su fışkıran kayanın üzerine inşa edilen değirmen bulunmata. Bu kadar gezmek karnımı açıktırmıştı. Çarşamba’nın en meşhur lokantasına gittim. Çarşamba’ya özgü olan büryan,tirit,keşkek,kıvratma,mısır çorbası,karmaç,lepsi gibi çok sayıda yemek ve tatlı vardı. Hangisini yesem acaba diye düşündüm. Garsondan keşkek istedim. Müthiş gözüküyordu. Yemeğimi yedikten sonra Kabaceviz şelalerine gitmek için yola koyuldum. Şelaleye ulaştığımda şelalenin görüntüsü muhteşemdi. Burası treking, dağcılık, piknik ve foto safari için yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağıymış. Su yaklaşık 60 metre yüksekliğinde olan şelaleden akıyordu. Herkes resim çekiniyordu. Manzaranın güzelliği o kadar muhteşemdiki bende kendimi selfi yaparken buldum. Burada biraz oturup doğanın güzelliğini izledim. Buranında keyfini çıkardıktan sonra Taceddinoğulları döneminden kalan Ordu camini görmek için yola koyuldum. Ordu köyüne ulaştığımda hemen caminin yanında kendimi buldum. Cami yaklaşık 600 yıllık tarihi bir yapıydı. Caminin her yerinin tek tek inceledim ve resim çektim. Görülmesi gereken bir yerdi. Burayıda gezdikten sonra akşam olmaya başladığını fark ettim. Artık Çarşamba merkeze geri dönmenin ve kalacak bir yer bulmanın vakti gelmişti. Yarın beni yeni bir macera bekliyordu o yüzden güne erken başlamak için merkeze geri döndüm. Kendime kalacak bir yer buldum ve pencereden dışarıya baktığımda İstanbul köprüsünün ışıkları yanmış Çarşamba ışıl ışıl parlıyordu. Biraz manzarayı izledikten sonra uyumak için yatağıma geçtim.

 

Bugün Terme ilçesine gideceğim. Terme’yi internetten araştırdım. Denizi, sahili ve piknik alanlarıyla meşhur. O yüzden yanıma semaverimi aldım. Terme de ilk olarak Amazon adasına gideceğim. Amazon kadınları M.Ö. 1200 yılları arasında yaşamış savaşçı kadınlardır. Amazonların Terme ilçesinde yaşadıkları belirtilmiştir. Amazon adasına gittiğimde buraya bir köy yapılmış. Amazonların yaşam alanları, evleri , kullandıkları eşyalar birebir yapılmış. Her insanın görülmesi gereken bir yer.  Amazon köyünde hatıra resimleri çektim. Buradaki ziyaretim bitince Pazar camine gitmek için yola koyuldum. Pazar cami 1840 yılında kurulmuş tarihi bir camidir. Cami tarihi yapısıyla karşımda duruyordu. Caminin yanında ahşap yapılı bir türbe var. Tarihi eserlerimizin bu şekilde hala ayakta kalması ve sahip çıkılması gözlerimi doldurdu. Burayı gezdikten sonra Terme’nin en güzel yeri olan Miliç’e gitmek için yola koyuldum. Miliç denizi, piknik alanlarıyla meşhur bir yerdir. Miliç’e arabamla giriş yaparak arabamı park ettim. İnsanlar piknik yapıyor ve yüzerek eğleniyorlardı. Bende hemen bir piknik alanına geçtim. Semaverimi yakarak çayımı hazırlamaya başladım. Bilerek yanına yemek almadım çünkü buranın pidesi meşhurdur. Terme’nin pidesini yemeden başka bir yere gitmeyeceğim. Semever demlenmeye başlarken denize gidip yüzmeye başladım. Deniz çok güzel ve temiz. Yaklaşık bir saat aralıksız yüzdüm. Sudan ayrılmak istemiyordum açıkcası ama bir yandan semaverimin hazır olması bir yandan başka bir yerlere gitme isteğim yüzünden mecbur denizden ayrıldım. Piknik alanına geçerek çayımı yudumlayarak denizi izledim. Burdaki insanlar gerçekten çok şanslılar. Masmavi bir deniz, yeşillikler içinde bir piknik alanı bu alanlara herkesin sahip olması gerekir. Karadeniz bu yüzden çok güzel bir yer. Burada dinlenmemi bitirdikten sonra merkeze gerçerek pideciğe gittim ve Terme’nin meşhur pidesini söyledim. Pide gelince müthiş lezzeti olan pideyi güzelce yedim. Yemeğimi yedikten sonra Samsun’un başka bir ilçesi olan Salıpazarı’na gitmek için yola koyuldum. Salıpazarı biraz içeride kalan küçük bir ilçe. Yeşilliği, fındığıyla ünlü bir yer. Burada ilk olarak tarihi Garou kalesine gitmeye karar verdim. Garpu kalesine giderken yol kenarlarının her iki tarafınında yemyeşil olması gerçekten insana huzur veriyor. Özellikle her yer fındık ağacı. Garpu kalesi M.Ö. 7. Yüzyılda Amazonlar tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. Kaleyi gezmeye başladım. Klasik bir kale görünümüne sahip Garpu Kalesi içinde iki tane kuyu, heybetli kale kapısı ve kayaların yontulması ile yapılan merdiven bulunmakta. Tarihe ışık tutan bir yer daha görmek ve bu yerin manzarasının mükemmel olduğunu söylemek isterim. Burayı gezdikten sonra 500 yıllık tarihi değirmeni görmek için yola koyuldum. Tarihi değirmene ulaştığımda değirmenin sağlam bir mimarisi olduğunu gördüm. Tam turistlerin görmesi gereken bir alan. Burayı da gezdikten sonra Çağlayan şelalesine görmek için yola koyuldum. Şelale ilçeye 7 km uzaklıkta bulunmakta. Şelalenin çevresinde alabalık tesisleri bulunmakta. Hem şelalenin manzarasını görmek hemde tesislerde alabalık yemek için arabamı park ettim. Manzara inanılmaz güzeldi. Suyun akışı çevredeki yeşillikler ve kuş sesleri adeta beni dinlendiriyordu. O sırada alabalığımda gelmişti. Hem bu güzel manzaranın izliyor hemde balığımı yiyordum. Adeta huzuru bulmuştum. Buradaki gezimi bitirmiştim. Artık akşam olmak üzereydi.  Geceyi geçirmek için Ayvacık ilçesine doğru yol alamay başladım. Böylece sabah erken vakitte burayıda gezme fırsatına sahip olacaktım.

Güne her zamanki gibi erken başladım. Ayvacık sanki saklı bir cennet gibi duruyordu. İlçede iki tane büyük baraj var. İlçe Trekking, offroad, bisiklet, yürüyüş, balık tutma gibi aktiviteler için oldukça müsait bir alan. Bu ilçede Türkler, Rumlar ve Ermeniler yıllarca kardeşce yaşamışlar. İlçede çok eski zamanlardan kalma 13 tane ahşap cami bulunmakta. Ben ilk olarak bu camilerden en eskisi olan 200 yıllık Ulu belen Oyma caminin görmek için yola çıktım. Oyma cami yeşilliklerin içinde ahşap görünümüyle çok güzel duruyordu. Hala sapa sağlam ayakta olması insanların tarihi yapılara ne kadar önem verdiğinin bir göstergesi adeta. Bu bölgede kadınlar zamanında baya egemen olan bir güç durumundaymış. Bunun göstergesi olan Kızlar Kalesi’ni görmek için yola koyuldum. Kızlar Kalesi kervan ve yayla güzergahı üzerinde bulunmakta ve Yeşilırmak’a hakim bir konumdadır. Efsaneye göre bu kale 2000 yıl önce iki kız kardeşin yaşadığı bir yerdir. Kale adını burdan almakta ve her yıl çok turist almaktadır. Burayı gezdikten sonra Suat Uğurlu barajını görmek için yola koyuldum.  Burası Yeşilırmak ırmağının sularının biriktiğildiği barajlardan birisi. Burada tekne gezisi yapılabilmekte. Bende bir tekneye binerek geziye katıldım. Karadeniz her zamanki gibi çok güzel. Yeşil ve mavinin buluştuğu bir alan olması muhteşem bir manzara sahip olmasını sağlıyordu. Geziye devam ederken Kirazlık adasını gördüm. Kirazlık adası Suat uğurlu barajı sularının bölgeyi kaplaması sonu oluşan bir adaymış. Göller içinde tek ada olma özeliği taşıyan Kirazlık Adası eşsiz bir manzaraya ev sahipliği yaparak ilçeye gelen turistlerin yoğun ilgisini çeken bir yermiş. Manzarası gerçekten çok güzel bir yerdi. Bu yeri gezdikten sonra Hasan Uğurlu barajını görmek ve gezmek için yola koyuldum. Bu barajda görünümüyle muhteşem bir yer. Balıkçılık ve fındıkçılık burada gelişmiş. Buranın yanında yer alan lokantaya girerek bir yayın balığı söyledim. Lokanta muheteşem bir baraj manzaralı. Balık gelene kadar manzaranın tadını çıkardım. Balık geldiğinde manzaranın enfes görüntüsüyle balığımı yedim.Burada dinlendikten sonra Kikinin şelalesini görmek için yola koyuldum. Şelaleye ulaştığımda her zamanki gibi yeşil ve mavinin birleşiminden oluşan güzel manzarayı gördüm. İnsan bu alanlardan gitmek istemiyor açıkcası. Şelalenin güzelliğini izledim. Bu kadar geziden sonra artık hava kararmaya başladı. Yolculuğunun belli bir kısmı artık bitmişti. Artık Samsun merkeze evime geri dönme vakti gelmişti. Evime doğru gitmek için arabaya bindim  ve yol alamaya başladım. Evime gidip hemen uyumak istiyordum. Sanırım tertemiz oksijen dolu bir hava beni etkileşimişti. Yarın yeni yerlere yol alacağım için akşam huzurlu bir şekilde uyuyabilecektim.

Uzun zaman sonra evimde uyandım. Kahvaltı yapmadan yola koyulmam lazımdı. Çünkü gideceğim yer Yaşar Doğu pehlivanıyla ünlü olan Kavak ilçesi. Kavak ilçesine gelmeden önce menemeniyle ünlü Çakallı bulunmaktakta. Kahvaltımı orda yapmaya karar vererek yola koyuldum. Çakallı’ya doğru gittikçe karadeniz iklimi adeta yerini karasal iklime bırakmaya başlamıştı. İklimin bir anda bu kadar değişmesi beni şaşırttı. Çakallı’ya vardığımda hemen meşhur bir menemencinin önünde arabamı park ederek lokantaya girdim. Gelen garsona en bir menemen söyleyerek yemeğimin gelmesini beklemeye başladım. Menemen geldiğinde görüntüsü ve kokusu çok güzeldi. Buranın menemeni çok özel. Domatesin kabuğun soyarlar ve yumartanın beyazını kullanmazlar. Menemenin yanında çayımıda içerek güne resmen tekrar başlar hale geldim. Yemeğimi yedikten sonra Kavak merkeze yol almaya başladım. Burada ilk gideceğim yer Kaledoruğu Höyüğü’dür. Bu yerde yapılan incelemelerde M.Ö. 3500- M.Ö. 2000 yıllarına ait eserlere rastlanılmış. . Burda elde edilen verilere göre Kavak İlk Tunç Çağından bu yana yerleşim yeriymiş. Kaledoruğu höyüğünde Genç Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserler rastlanması ise bu yerin hem yerleşim özelliğini, hem de burada yerleşim sürekliliğini göstermekteymiş. Burayı gezmeye başladım. Burada tarihi eserlerin çıkarıldığı belliydi. Buradan sonra ATA yoluna geçtim. ATA yolu eskiden insanların Samsun’dan Ankara’ya gitmek için kullandıkları yoldur. Mustafa Kemal Atatürk’de kurtuluş mücadelesi zamanında bu yolu kullanarak Amasya’ya gitmiştir. Şimdiki zamanda yeni yollar yapıldığı için burası eskisi kadar kullanılmamakta. Buradan Kale Doruğu Höyüğünü görmek için yola koyuldum. Buralarda artık ormanlar daha az olduğu için her yer görülebiliyordu. Burlarıda gördükten sonra artık diğer ilçe olan Asarcığa gitmek için yola koyuldum. Asarcık diğer ilçelere göre daha içerde kalmış bir ilçe. Burada geçmişden günümüze gelen önemini yitirmemiş tarihi eseler olduğunu duygum. İlk olarak Gökgöl camini görmek için arabamı sürmeye başladım. Gökgöl camii Akyazı mahallesinde bulunmakta. Cami 1180 yılında ahşap olarak yapılmış.Caminin çevresinde 300 yıl öncesine dayanan yerli taşlardan yapılmış mezar taşları bulunmakta. Camiye giriş kuzey yönde yer alan çift kanatlı ahşap bir kapı ile sağlanıyor. Giriş “U” şeklinde, önceleri ahşap yakın zamanki onarımlarda tuğla malzemeden yapılan son cemaat yeri şeklinde. Aynı durum ikinci katta da tekrarlanmış. Caminin iç mekânından doğu batı doğrultusunda ahşap çerçeveli dikdörtgen şeklinde, iki küçük pencere son cemaat yerine açılmakta. İkinci bir kapı ile caminin ana bölümüne giriliyor. Duvarlar tamamen ahşap malzemeden olup, sonraki onarımlarda değiştirilerek verniklenmiş. Birinci kat tavanını mihrap eksenindeki iki direğe oturan iki kalas taşımakta. Geçmişi hala yaşatan tarihi cami turistlerin yoğun ilgisine sahipmiş. Herkesin gelip görmesi gereken bir yer. Burayı gezdikten sonra Koşaca köyünde bulunan Koşaca caminin görmek için yola koyuldum. Cami büyük bir mezarlığın içinde yer alıyor. Camiye kuzeyden çift kanatlı oldukça süslü bir kapıdan giriliyor. Kapı özellik itibariyle Gökgöl Camiine benzemekte. Girişten itibaren yapıyı içten U şeklinde dolaşan, mihrap duvarına kadar uzanan balkon şeklinde bir çıkması bulunan mahfel yer almakta. Süsleme yönünden kendisine has bir özellik taşımakta. Kökboyası ile yapılmış kalem işi ve oymaların boyanması ile elde edilmiş tezyinat bir arada görülmekte. Tavanın altında dört cepheyi boydan boya dolaşan üzüm salkımlarından oluşan naturmortlar mevcut. Mihrap duvarında dikdörtgen ve dairesel çerçeveler içerisinde yerleştirilmiş Kelime-i Tevhid, Allah, Muhammed ve Halife adlarının yer aldığı panolar oluşturulmuş. Burayıda görüp gezdikten sonra sıradaki gideceğim yer Musaağa Köyü camii. Bu yerleri gezip gördükçe memleketimin tarihi yansıtışına bir kez daha hayran oluyordum. Musaa Köyü Camii son İmam-Hatibi Hacı Ahmet İVGEN’in camideki Kur’an’ın arka sayfasına yazdığı nottan anlaşıldığına göre 1870’li yıllarda yapılmış. Caminin çift kanatlı dış kapısı zamanın köy ihtiyar heyeti tarafından çalınma endişesi ile Muhtarlık Muhafazası altına alınmış. Mimarisi ve görünümüyle tarihimizi yansıtmakta. Buradaki gezimi tamamladıktan sonra Ladik ilçesine gitmek için yola koyuldum. Hava kararmaya başladığı için kendime bir konaklama yeri bulmam lazım. Buranın meşhur yemeği olan tiriti yemedende durmayacağım tabiki.

Bugün Ladik’de uyandım. Ladik ilçeleri diğer ilçelere göre daha soğuk. İnsalar yaz aylarında bile ceketle geziyor. Ladik ilçesinde 1943 yılında meydana gelen depremde tarihi eserlerin büyük kısmı yıklımış. Ladik ilçesinin en önemli özellikli yapılan yayla şenlikleri bende bunlardan birine denk gelince ilk olarak yaylaya çıkıp şenliği izlemeye karar verdim. Şenliklerde çeşitli oyunlar, buzağı yarışmaları, koç yarışmaları, bal yarışması,  uçurtma yarışması, yamaç paraşütü gösterileri, çim kayağı yarışmaları, planör uçuş gösterileri yapılıyordu. Bu şenlikler ilçe turizmi için önemli bir eklinlik. Bu yayla şenliklerinin yapıldığı alan kışın ise tamamen farklı bir yere dönüşüyor. Burada Akdağ kayak tesisi mevcut. Turistler burada kayaka yapmaya , kızakla kaymaya ve eğlenmeye geliyorlar. Gerçekten çok güzel bir yer. Ladik yaylasını gezdikten sonra şehir merkezindeki tarihi saat kulesini görmek için merkeze indim. Saat kulesi baya uzundu. Heybetinden dolayı şehrin neredeyse her yerinden rahatlıkla görülebilir. Şehir merkezinde biraz gezdikten sonra Ladik gölünü görmek için arama bindim. Ladik gölüne vardığımda manzara çok güzeldi. Göl mavi parıltısı ve güzelliğiyle karşımdaydı. Gölün üzerinde yüzen adalar var. Adalar gün içinde yer değiştiriyormuş. Gölün içinde turna balıkları yüzüyor. Gölün hemen karşısında bir restorant var. Restoranta geçerek bir turna balığı istedim. Restorantın dışına oturarak manzarı izlemeye başladım. Balığım geldiğinde manzaranın keyfini çıkararak balığımı yedim. Yemeğimi yedikten sonra merkeze geri döndüm. Ladik hasır dokumacılığı, kaval yapımı, süpürge bağlama, çorap ve kazak örücülüğü gibi el sanatlarıyla meşhur bir yer. Geleneksel el tezgâhlarında dokunan Ladik kilimleri meşhur. Bunlardan bir tane alarak arabama koydum. Ladik’de yakın zamanda ambar köy yapılmış. Çiftçiler ürettikleri ürünleri burda gelen kişilere satıyor. Buraları gördükten sonra Ladik hamamayağına doğru gitmeye başladım. Ladik hamamayağı kaplıcasıyla meşhur. Buradaki kaplıcanın suyu romatizmadan kireçlenmeye ve deri hastalıklarına dek pek çok şikâyete derman oluyormuş. Kaplıcanın yanında piknik alanları mevcut. İnsanlar hem piknik yaparak stres yapıyor hemde kaplıcanın keyfini sürüyor.Buralara kadar gelipde kaplıcaya girmemek olmazdı. Bende hemen kaplıcaya girdim. İçeride hem sıcak su bulunan alan hemde soğuk su bulunan alan mevcut. Burada uzun bir zaman geçirerek kaplıcanın keyfini çıkardım. Burada dinlendikten sonra Ladik’e özgü tandır yemeğini yemeden gidikmezdi tabiki. Merkeze geri dönerek tandır yemeğini yedim. Gerçekten muhteşem bir yemek. Ladik güzelliğiyle kendini hayran bıraktırmıştır bana. Burayı gezmeye bitirdiken sonra Havza ilçesine gitmek için yola koyuldum. Havza Milli Mücadele’nin temellerini atılmasını sağlamış bir yer. Burada da çok sayıda şifalı kaplıca mevcut. Buradaki  kaplıcaların suyu arsenik, silis, çelik, bikarbonat, sodyum, sülfat ve kısmen kalsiyum ihtiva ediyormuş. Şifa bulmak amacıyla buraya gelen hastalar en çok cilt hastalıkları, sinir hastalıkları, kadın hastalıkları, romatizma, kireçlenme, kas ağrıları, kaza ve ameliyat sonrası oluşan kas ve sinir hastalıkları, eklem sertlikleri, çeşitli felçler, kansızlık, mide, bağırsak ve karaciğer rahatsızlıkları, böbrek ve idrar yolu hastalıkları ile iktidarsızlık sorunları için bu kaplıcalara geliyorlarmış. Söylentiye göre günümüzden 2000 yıl öncesinde gerçekleşen bir depremde, bugünkü kaplıcanın olduğu yerde bir kilise varmış. Depremde bu kilise yıkılırken, altından sıcak su çıkmış. İşte bu depremden beri, 2 bin yıldır şifa dağıttığına inanılan bu sıcak sular yörenin tarihi sağlık tesisleri olarak hizmet vermeye günümüzde de devam ediyorlarmış. Bunlardan 3’ü eski tarihlerde yapılmış. Aslanağzı-Kız Gözü, Maarif ve şifa hamamlarmış. Diğer ikisi de 1986 yılından sonra yapılmış olan Modern Türk Hamamı ile Lokman Hekim kaplıcalarmış. Havza’ya Mustafa Kemal Atatürk 25 Mayıs 1919’da gelmiş. Bundan dolayı 25 mayıs mahalli bayram olarak ilan edilmiş. Her yıl burada Atatürk’ü Anma ve Kutlama Festivali düzenleniyormuş. Festivalde konser, tiyatro, halk oyunları gösterisi ile sergiler, konferans ve panellerin yanı sıra birbirinden ilginç yarışmalar düzenleniyormuş. Bisiklet yarışması, liseler arası bilgi yarışması, amatör bilgi yarışması, amatör ses yarışması, yağlı pehlivan güreşleri bunlardan bazılarıymış. Artık akşam kararmak üzere olduğu için kendime kalacak bir yer aramaya başladım. Yarın bu ilçeyi gezmeye devam edeceğim. Tabiki ilk yapacağım işlerden biri bu şifalı kaplıacalar girmek olacak.

Havza’da bugün ilk gezeceğim yer İmarethane yani aşevi. Bu yer 1429 yılında II. Murat zamanında Amasya Valisi Yörgüç Paşazade Mustafa Bey tarafından yaptırılmış. Bu binanın duvarında bir taş üzerine işlenmiş Latince bir söz var. Eski görünümüyle hala ayakta bulunamakta. Burayı gezdikten sonra Atatürk evini görmek için hareket ettim. 25 Mayıs ile 13 Haziran tarihlerde kalan Atatürk, zamanında otel olarak kullanılan bir binada konaklamış. Bu bina şimdilerde ise müze olarak kullanılmakta. Atatürk Evi adıyla bilinen müzede, Atatürk’ün kullandığı şahsi eşyalar, Kurtuluş Savaşı’nda kullanılan silahlar ve yöresel eşyalar bulunmakta. Bu eseri her gencin kesinkile görmesi lazım. Burayıda gezdikten sonra sıra Lerdüğe Tümülüsleri’nde. Lerdüğe Tümülüsleri milattan önce 100 ile milattan sonra 200 yılları arasındaki dönemlere ait. Burda 5 tane tümülüs bulunmakta. Yapılan kazılar sonucu burada çıkarılan tarihi eserler Anadolu medeniyetleri müzesinde sergileniyormuş. Çok eski zamanlara ait olan bu yerleri herkes görmeli. Burayı gezdikten sonra kurt köprüsünü görmek için yola çıktım. Kurt köprüsü Kayabaşı köyünde bulunmakta. Roma döneminde yapılmış. O günden beri günümüze kadar gelmiş tarihi bir eser. Buraları inceleyip hatıra resimleri çektirdim. Artık sıra dinlenme vakti gelmişti. Tabiki bunun için şifalı kaplıcalara gideceğim. Büyük hamama gitmeye karar verdim. Büyük hamam Romalılar tarafından yapılmış. Dış ve iç yapısı bakımından çok gösterişli ve zarif olmayan hamamın üstünde bir büyük kubbe ve iki küçük kubbe mevcut, içinde altı köşeli büyük, dört köşeli küçük bir havuz bulunmakta, altı kurna ve halvetten meydana gelmekte. Hamamın Aslanağzı denilen büyük kurnasının sağında bir sütun bulunmakta, buraya Kız Gözü denililiyormuş. Rivayete göre buranın bir hikayesi varmış. Hikâyesi şöyle rivayet olunmaktadır;

Zamanında üç güzel genç kız hamamda yıkanırken zorbalar tarafından baskın yapılır. Bu kötü niyetli insanlar karşısında çaresiz kalan kızlar, feryat ederek Allah’a yalvarırlar:

-Yarabbi bizi ya kuş yap ya da taş… bu insanlara teslim etme.

Duaları kabul olur ve iki kız, kuş olup uçar, diğeri ise taş kesilir banyonun köşesinde yaşlı bir heykel gibi kalır. Sütun üzerindeki oluğa, kızın gözleri olarak kabul edilen oyuklardan akan su damlacıkları bu kızcağızın göz yaşları diye nitelendirilmekteymiş. Günümüzde halen damlamaya devam etmekte olan bu su damlacıklarının oluşumu ise, toplanan su buharının özel bir sistemle su haline dönüştürülerek köşelerden banyoya damlaması şeklinde yorumlanmaktaymış.

Ben şifalı kaplıcalarda biraz dinlemeye çekildim. Şifalı su gerçekten her yerime iyi gelmişti. Buradan açıkcası çok ayrılmak istemiyordum. Buranın haricinde ayrıca Maarif Hamamı denilen başka bir hamam daha varmış. Bu hamam 1890 tarihinde II. Abdülhamid’in son Dahiliye Nazırı Mazmun Paşazade Memduh Paşa Sivas valisi iken hamamı inşa ettirmiş. Büyük hamamın yanında birde küçük hamam var. Burası 1429 ylında Yörgüç (Yangıç) Paşazade Mustafa Bey tarafından erkeklerin yıkanması için yaptırılmış ve 1436 tarihinde vakfedilmiş. Artık burayıda gezmiş tarihi yerlerini görmüştüm. Artık Samsun merkezdeki evime dönme zamanı gelmişti. Bu geceyi evimde geçirecektim. Samsun’un bir çok ilçesini gezerek baya tarihi yer gördüm. Kalan son ilçeri için eve gidip dinlendikten sonra yola çıkacağım.

Yeni bir yolculuk zamanı geldi. Bugün 19 Mayıs ilçesine gideceğim. Arabama binerek bu ilçeye doğru yol almaya başladım. Etrafda bir yanda mavilik olan deniz diğer tarafta yeşillik alan ağaçlar. Ben bu yüzden Samsun’u çok seviyorum galiba. Karadeniz gerçek bir cennet. 19 Mayıs ilçesine vardığımda ilk olarak saat kulesini görmeye karar verdim. Saat Kulesi aslında 1952 yılında inşa edilen Engin Merkez Camisinin minaresiymiş. Merkez Camisi yıkılınca geriye minaresi kalmış. Bu tarihi yapıyı korumak amacı ile minare günümüzde sat kulesi olarak kullanılmaya başlanmış. Kırmızı ve beyaz renkle boyanan Saat Kulesi ilçeye tarihi bir güzellik katmış. Burayı gezdikten sonra Kumcağız mahallesine doğru gitmeye başladım. Burası sahili ve yeşil ormanları ile dikkat çekiyor. Çam ormanları ile kaplı Kumcağız deniz havası ile ilçenin en çok tercih edilen dinlenme mekanıymış. Burada yer alan dinlenme tesisinde konaklamak için prefabrik evler bulunmakta. Ayrıca dinlenme tesisinde çocuk oyun alanı, kafeterya ve orman alanında yürüyüş parkurları yer almakta. Burada insanlar hem denizin hemde ormanın tadını çıkarıyor. Burayı gezdikten sonra Nebiyan ormanlarına gitmek için yola koyuldum. Nebiyan Ormanları Karadeniz yaylası görünümü ile dağcılık, yayla turizmi, yürüyüş, tırmanma ve safari  için uygun bir alan. Bu ormanda yer alan dağın zirvesinde bir yangın kulesi bulunmakta. Yürüyüş ve gezi esnasında temiz havası ve doğal güzelliği ile Nebiyan Ormanları etkileyici bir güzelliği bulunmakta. Burada güzel bir yürüş yaptık. Her nefes alışımda ciğerlerime temiz hava doluyor ve kendimi daha bir gençleşmiş hissediyordum. Burayı gezdikten sonra Yörükler beldesini gezmek için yola çıktım. Buraya geldiğimde tarihi hamamla karşılaştım.  Hamam tarihi yapısıyla dimdik ayakta duruyordu. Burada Galeriç Ormanı’na doğru gitmeye karar verdim. Bu bölge yabani hayvanlar için ilginç bir yermiş. Burası ilkbaharda tabanı tamamen suyla kaplanan yaprak döker ormanlar varmış. Buraları gezdikten sonra başka bir ilçe olan Bafra ilçesine gitmeye karar verdim. Bafra karadenizin biriktirdiği birikinti üzerine kurulmuş bir ova. Kızılırmak bu ovar üzerinden geçmekte. Irmağın denize akan kısımlarında çok sayıda göl bulunmakta. Bafra’da ilk olarak Tepecik köyü sınırları içinde yer alan Beylik Köy Höyüğü’ne gitmeye karar verdim. Bu höyüğün eteğinde bir pınar var.  Bu alanda M.Ö 3.000, 2.000 ve 1.000 yıllarına ait eserlere rastlanışmış. Burada ayrıca Friglere ait boyalı çanak – çömlek parçaları bulunuyor. Burayı gezdikten sonra Bafra merkezde yer alan Alibey Çeşmesi’ni görmek için geri döndüm. Bu çeşme Bafra’nın en eski çeşmesi. Bu çeşmenin sütun başları motiflerle süslü ve Gotik tarzını andırıyor. Çeşme Rumi 1167 (Milad,i 1751)’ de yapılmış. Hala güzel bir görünüme sahip. Burayı gezdikten sonra Büyük Camii (Cami-i Kebir’i ) görmek üzere yola koyuldum. Bu cami ilçenin en eski tarihi eserlerindenmiş. Evliya ÇELEBİ’nin  Seyyatnamesi’nde bahsettiği iki camiden biriymiş. Bu cami ilk olarak zamanında Bafra Beyi , İsfendiyaroğulları ‘na mensup EMİR – MİRZA tarafından, merkez de toplanan halkın ibadetini ifa edebilmesi için ahşap olarak yaptırılmış. Bugunkü camiin ise, üzerindeki kitabede Rumi 1086 yılında (Miladi 1670) Ayşe Hatun tarafından yaptırıldığı ifade edilmekte. Cami güzelliğiyle turistlerin ilgisini çekecek bir yapı. Tarihimizle ne kadar gurur duysak az. Bu kadar geziden sonra yorulduğumu hissettim , zaten havada kararmaya başlamıştı. Bafra’ya elipde pide yememek olmazdı. Buranın en meşhur pidecisine giderek pide söyledim. Müthiş tadı olan pidemi yedikten sonra kalmak için bir yer aramaya başladım. Yarın kaldığım yerden Bafra’yı gezmeye devam edeceğim.

Bafra’da güzel bir günle uyandım. Kahvaltımı yaptıktan sonra bugün ilk olarak Asar kalesine gideceğim. Asar kalesi M. Ö. 1. bin yılından sonra yapıldığı tahmin ediliyormuş. Kaleye geldiğimde kale ile bağlantılı bugüne kadar ayakta kalabilen gözetleme kuleleri dikkat çekiyor. Kale eski görünüme rağmen hala turistlerin ilgi odağı. Burayı gezdikten sonra Çetinkaya köprüsünü gezmek için yola koyuldum. Çetinkaya köprüsü cumhuriyetimizin ilk ve büyük eserlerinden biriymiş. Köprü 7 Kemerli olup 250 m uzunluğundaymış. Bu köprüyüde ziyaret edip tarihi yapıyı yerinde görme fırsatı buldum. Buraları gezdikten sonra sırasıyla Altınkaya ve Derbent barajlarını görmeye karar verdim. Altınkaya barajı Kızılırmağın su taşıma potansiyelini, Aşağı Kızılırmak vadisi içinde değerlendirmek maksadıyla yapılmış, elektrik üretimi amaçlı barajmış. Yılda 1.632.000.000 KW/saat enerji üretiliyormuş. Burasımım manzarası çok güzeldi. İnsanlar burada piknik yaparak eğleniyor bolca resim çekiniyordu. Derbent barajı da sulama amaçlı yapılmış bir barajmış. Kızılırmağın suları toprağa verim katıyordu. Buraları gezdikten sonra  Bafra Kızılırmak deltası kuş cennetini görmeye karar verdim. Burada juyormuşeolojik açıdan bin ila iki bin yıl gibi kısa bir sürede oluşan deltada, Liman Balık, Uzun, Cernek, Gıcı, Tatlı, Karaboğaz, Gölü ve Mülk Gölleri bulunuyormuş. Farklı ekolojik karakterlere sahip habitatların bir arada bulunması, besin maddelerinin zenginliği ve uygun iklim koşulları deltanın eşine az rastlanır ölçüde biyolojik çeşitliliğe sahip olmasını sağlamış. Burası kuşların göç alanı olduğu için çok sayıda kuşu bir arada görebiliyoruz. Bu kadar kuşun bir arada olması çok güzel bir şey. Burada 321 farklı kuş türü bulunuyormuş. Burada görebildiğim kadarıyla çok sayıda kuşu gözlemlemeye çalıştım. Herkesin burayı  kesinlikle görmesi gerekiyor. Buradaki güzel yerleri gördüm artık başka bir ilçe olan Alaçam ilçesine gitmek için yola koyulma zamanı geldi. Alaçam’a geldiğimde gene karadenizin o güzel manzarasıyla karşı karşıya kaldım. Bir tarafımda deniz diğer tarafımda yeşillikler. Alaçam’da 4 tane höyük bulunuyormuş. Bunlar Sivritepe, Elçitepe, Gökçeboğaztepe ve Dedetepe höyükleriymiş. Sivritepe, Dedetepe, Gökçeboğaztepe de Hitit dönemine ait yerleşmeler tespit edilmiş. Sivritepede yapılan kazılarda Milezyenlere ait olduğu belirtilen çanaklar, çömlekler bulunmuş. Buraları gördükten sonra Geyikkoşan’a gidip buraları görmeye karar verdim. Geyikkoşan’da her yıl 6 mayıs günü şenlikler yapılıyormuş. Burada Türkiye geneli yağlı güreş turnuvaları düzenleniyormuş. Burası manzarasıyla güzel bir yer. Burada şenlikler 600 yıldır yapılıyormuş. Buraya ait hatta bir efsane varmış. Efsaneye göre Geyik Baba isminde bir arap ordusu komutanı 6 Mayis’ta tüm işlerini bırakarak o mevkide koyun, kuzu, inek cinsinden hayvanları kestirerek fakir halka ziyafet verirmiş. Burada Geyik baba türbeside bulunmaktadır. Burayı gezdiken sonra Alaçam ambarlarını görmeye gittim. Ambarlar ilginç yapısıyla gözüme çarptı. Ambarlar gerek yapı tekniği bakımından gerekse ahşap süslemeleri bakımından Türk oymak sanatının izlerini taşıydu. Ambarlarda buğday, mısır ve farklı tahıl ürünlerini saklamak amacıyla kullanılıyordu. Hatta bazıları tatil köyleri için oda olarak kullanılıyordu. Ambarların çatı kısımlarında geometrik bezemeler ve çiçek motifleri bulunmaktaydı. Bu ambarları gezdikten sonra Alaçam’ın en eski yapıları olan tarihi Alaçam konaklarını görmek için yola koyuldum. Alaçam’da tarihi 30 adet konak olduğunu öğrendim. Kültür ve Turizm Bakanlığı bu konakların korunması için çalışmalar başlatmış. Konakların cumba ve balkonlar dikkat çekiyor. Konakların arazi eğimine göre kuzey-güney doğrultusunda inşa edilmeleri, büyük ve çok sayıda pencerelerinin olması günün her saatinde azami ölçüde güneş ışığının içeriye girmesine olanak tanıyormuş. Tavan yükseklikleri 3,60-4.00 m aralıklarındaymış. Oda ve salonlar geniş ve havadarmış. Konakların iç mekanlarında estetik ve sanat daha da ön plana çıkıyormuş. Tavan işlemeleri, ahşap kapı ve dolaplar, şömine, çeşme gibi kısımların detaylarında bu estetik anlayış ve sanatsal özellikler varmış. Bu konaklar Alaçam’ın tarihi bir görünüme sahip olmasını sağlıyor. Buradaki gezileride bitirmiştim. Artık Yakaken ilçesine gitme vakti gelmişti. Hem Yakakent’e gideceğim hemde burda kalacak bir yer bularak dinlenme ve yemek yeme zamanım gelmişti. Bakalım beni Yakakent’de hangi tarihi mekanlar bekliyordu. Büyük merakla Yakakent’e doğru yol almaya başladım. Geceyi Yakaken’te geçirdim. Yakakent denize sıfır bir ilçe. Samsun’un küçük ilçelerinden biri. Yakakent’te ilk olarak Çamgölü Mesire alanına gitmeye karar verdim. Çamgölü Mesire Alanı çam ağaçları ile kaplı yemyeşil tabiatı ve tertemiz sahili  ile büyüleyici bir güzelliğiyle dikkat çekiyor. Burada insanlar plajlarda denize giriyor, piknik alanlarında eğleniyorlar. Bende denizin keyfini çıkarmak istedim ve hemen denize girdim. Denizin güzelliği adeta beni büyülüyordu. Türkiye’nin kaç yerinde bu kadar güzel bir deniz varki. Burda güzel zaman geçirdikten sonra Yakakent sahilinde dolaşmaya karar verdim. Yakakent sahili Yakakent meydanından başlayarak limana kadar uzanıyor.. Bir tarafı ormanlar ile çevrili, sahilde kafe, restoran ve oteller bulununuyor. Burda aile plajları mevcut. Tatil yapmak için ideal bir alan. Buraları gezdikten sonra artık Vezirköprü ilçesine gitmek için yola koyuldum. Geceyi burada geçirecek ertesi gün buranın güzel yerlerini dolaşacağım.

Kahvaltımı yaptıktan sonra Vezirköprü’de geziyi nerelerden başlasam diye düşünmeye başladım. Vezirköprü tarihi ve doğal güzellikleri ile dikkat çeken bir yerleşim merkezi. Kentin ilk kuruluşu yaklaşık 3400 yıl öncesine dayanıyormuş. Tekkeköy’de ilk olarak Tacettin Paşa camine gitmeye karar verdim. Tacettin Paşa cami Çanaklı mahallesinde yer alıyor. Cami 1945 yıllara kadar sağlam ayakta kalmış. Bu dönemde meydana gelen deprem dolayısıyla caminin büyük kısmı zarar görmüş. Daha sonra tekrardan tadilat yapılmış. Cami eski yaşamın izlerini hala yaşamakta. Burayı gezdikten sonra Kurt köprsünü gezmek için yola koyuldum. Kurt köprüsü İstavroz çayı üzerinde yer alıyor. Köprü 13. yy’da yapılmış. Kurt köprüsü bir yüksek ayak ve iki sivri kemerli gözden oluşmaktadır. Köprü bizans mimarisine sahip , herkesin görmesi gereken bir yer. Burayı gezdikten sonra Taş Medrese’yi görmek için yola çıktım. Medrese Fazıl Ahmet Paşa tarafından 1662 yılında inşa ettirilmiş. İlk inşa edildiğinde çatısı tamamen kurşunla kapalıymış daha sonra medresenin çatısı kiremitle kaplanmış. Medrese günümüzde kütüphane olarak kullanılıyor. Bu yüzel yapıyı gördükten sonra Kale camine gitmek için yola çıktım. Kale cami Köprülü Mehmet Paşa’nın eşi olan Ayşe Sultan tarafından 1659 yılında inşa ettirilmiş. Depremden etkilenmeden hala günümüzde orjinalliği koruyor. Çok güzel bir şekilde yapılmış. Herkesin kesinlikle görmesi gerekiyor. Buradaki gezimide bitirdikten sonra Şahinkaya kanyonuna gitmek için yola koyuldum. Şahinkaya kanyonu ilçe merkezine 17 km uzaklıkta bulunuyor. Yamaçları dik, ayrıca Altınkaya baraj gölünün yanında olması güzelliğini arttırıyor. Barajın en dar kısmını oluşturan kanyonun dik yamaçlarında çok sayıda tarihi mezar bulunuyor. Kayaların oyulması ile kral mezarları yapılmış, Kral mezarları turistler için tarihi anlamda da bir güzelliğin oluşmasına sebep olmuş. Şahinkaya kanyonunda manzara çok güzel. Dağcılar burda tırmanma etkinlikleri düzenliyor. Piknik alanlarında insanlar piknik yapıyor. Tam bir doğa harikası olan bir yer. Burada insan günlerce zaman geçirebilir ama gitme zamanım gelmişti. Şimdi Vezirsuyu Tabiat Parkı’na gitmek için yola koyuldum. Burayı ziyaret edenlerin daha keyifli zaman geçirmesi için park alanına seyir terası, çocuk oyun parkı, halı saha, kır gazinosu ve benzer alanlar inşa edilmiş. İnsanlar burda tekne ile baraja açılıp tur atıyor. Manzarası çok güzel. Tam bir doğa harikası. Her insanın gelip görmesi gereken bir yer. Mavisi ve yeşili ile muhteşem bir yer. Burada zaman inanımaz geçiyor. Artık acıkmıştım. Şehir merkezine giderek yemek yeme vakti gelmişti. Merkezde lokantaya girdim ve buranın en meşhur yemeği olan tirit söyledim. Bugün çok yorulmuştum ama gezilere devam edeceğim. Yemeğimi yedikten sonra bura hakkında bilgi almak amacıyla gezmeye başladım. Gezerken Kunduz festivaline denk geldim. Kunduz festivalinde yağlı güreş turnuvaları, atlı okçuluk gösterileri, tarım ürünleri yarışmaları, koç yarışmaları ve şair gösterileri yapılıyor. İlçede çok sayıda kişi buraya gelmiş, eğleniyorlar. Bu etkinlik turizm için çok güzel bir uygulama. Burada zaman geçirdikten sonra Abdullah Derici konağını görmek için yola koyuldum. Abdullah Derici konağı yaklaşık 250 yıl önce yapılmış. Burası daha sonra restore edilerek müzeye dönüştürülmüş. Konağın içinde günlük hayata kullanılan çok sayıda eşya bulunmakta. Mutfak eşyaları, oturma grupları, kilim, halı ve antika değerinde olan diğer eşyaları yakından gördüm. Tarihi bir yapıyı görmek çok güzeldi. Buradaki geziyide bitirdiğim artık eve dönme vakti gelmişti. Arabama binerek Samsun merkeze doğru yol almaya başladım. Samsun’un tüm ilçelerini gezmiştim. Çoğu tarihi yeri görmüştüm. Gerçekten hem tarihi açıdan hemde doğal güzelliğiyle Samsun görülmesi gereken bir yer. Ben Samsun’un bu güzelliklerini gördüğüm için çok şanslıyım. Her insanında mutlaka görmesi gerekiyor. Samsun’u her yerini incelemenin verdiği huzurla ve keyifle yoluma devam ettim.

33

SİİRT

“Bismillah ile baslamayan onu iş güdüktür.”

Diye buyurmuş Resul u Zişan. Ben de Siirt’te mebdesinde gezintinin “Bismillah” diyorum. Şair in fikri neyse zikri de odur demişler. O sebepten bende Veysel Karani Hazretleri Türbesinde soluğu alıyorum. “Veysel Karani Türbeleri” ne kadar farklı mecralarda farklı muhtelif “Veysel Karani Türbeleri” hangi gelse de kulağıma içindir ki şuan karşımda olan bu eski yapı yüzbinler Allah Muhammet sedası sinmiş Fatihalar arşta Ferşte yol olurken nasıl yapılır.

Mayıs ayların gülüdür

Taze bir çiçek dalıdır

İçerim ateş doludur

Mayısta gönlüm delidir

Sabahattin Ali nin şiiri. Mayısı senden daha iyi kim anlatmış olabilir.

Türbe ve önü “Ziyaret Şekeri” adıyla nam salmış akide şekeri satıcıları. Türbenin sağ ve sol cenahında kahvehaneler gelsin çaylar gitsin kahveler. Kulağımda bir bülbülün sesi beynime yol alırken sağ ayağım türbenin girişinde çoktan yolunu buluyor.

Ağzımda akide şekeriyle. Saat 12 civarındaları olmalı çünkü pek acıktım. En çok acıkmış olmalıyım çünkü “Büryan“ yiyeceğim. Evet “Büryan” Siirt in meşhur et yemeği. İçi ateş dolu kuyularda et pişirilir nar gibi kızartılır kilo hesabı değil gram hesabı yenir.

“Ali Osman Et Lokanasında” yım sipariş artı 20 dakika ve büryan tabakta önümde.

Büryan ve Keşmir  aynı şey  büryan pek  tartışmalı bir yemek. Siirt ile Bitlis arasında iki komşu il “ Büryan  bizim  yemeğimizdir.”  Yani Pakistan ve Hindistan için keşmir neyse Siirt ve Bitlis için Büryan aynı şeydir.

Saat  13.00 lokantadan çıkıyorum .Sırada Alaaddin Paşa tarafından yapılmış “Saat Kulesi” var. Pencereli  bölmelerden oluşmuş   bu eşsiz yapıya  elveda  derken  az  sonra  göz bebeklerimi  Ulu Cami  dolduruyor. Diğer adıyla “Kırk Şehitler Camii” . Caminin en önemli yanı  minaresidir . Dikdörtgen prizma üzerine yuvarlak gövdeli olarak yerleştirilmiş firuze çinili bu camiinin diğer bir adı çinili cami dir.

Madem tarih dedim  tarihsel olanlardan devam ediyorum. Sıradaki durak Siirt in tarihi çarşıları . İlk olarak  Şeyh çarşısı diyorum ardından  Tabaklar  çarşısı ve son olarak ta Bakırcılar çarşısı antika eşyalar pek hoş  bir alem . Kendimi  yaverleriyle yürüyen bir Osmanlı beyi  gibi hissediyorum ama yalnız bir gezginim .

“Param yok pulum yok

Malım mülküm olmasın hiç ziyanı yok “ derken  gözüme “Bıttım Sabunu” ilişiyor tezgah  raflarında. Hani saç döktürmeyen dökülen saçlara bile gel diyen . 2 parça alıyorum.  Siirte geldiğimden beri belki de herşey den çok içimde  yetim  bir çocuğu  ziyaret  etmek  var. “Pervari  Balı “ evet  güzel ülkemin hatta dünyanın kurbanı  propaganda şekli  reklamların kurbanı  olmuş  “Pervari  Balı “ . Yeterince tanıtılmamış ki güzel ülkemde hak ettiği değeri görememiş .   Güreş caddesinde Pervari  balında alıyorum soluğu “Çok  şükür işler iyi “ diyor Mahmut  abi. Ama biliyorum ki işler kesat kanaat gani gani . “Allaha ısmarladık “ diyorum yarım saatlik bir sohbetten sonra . Ticari bir taksiyle “Botan Çayı” na yol alıyorum  yılan gibi kıvranan bu çay mavi gözlü bir piton adeta. Karşıdaki  mağaralar  Botan çayı mağaraları tarihi pek eski.

Vakit daralıyor “kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” ​​diyor Ahmet Haşim. Bitişinde bir türbeyle yapmak istiyor canım. Tillodayım. Evliyalar Diyarındayım. “Gökteki yıldızları arasındaki mesafeyi Tillo sokaklardan iyi olan. “Diyen büyük alim Allah dostu İbrahim Hakkı ve İsmail Fakirullah hazretleri türbesındeyim. Evliyalar diyarı.

Ellerimi açıp “El Fatiha” tillo dan.

34

SİNOP

 

Sağ kulağımdan düşen kulaklığımı tekrar kulağıma taktım ve telefonumu elime alıp çalan şarkıyı değiştirdim. Sessiz sokak sayesinde müziğimi rahatça duyabiliyordum. Güneş taze bakın etrafı aydınlatırken, hafifçe gülümsedim. Denizin üzerine düşen Güneş ışığında, huzurlara karışırken huzurun bedenime dolduğunu hissedettim. Belki de sabah saatlerini sevmemi bölümünde en büyük etken buydu.

 

Hava soğuk değildi ama sabahın ilk saatleri olduğu için serin rüzgar tüylerimi diken diken ediyordu. Sinop’un sakin sokaklarında tek başıma dolaşıyordum. Yoğun geçen günlerimin ardından kendimi şehrimi gezerek ödüllendiriyordum. Şehrin sabah saatleri, hep aynı yoğunlukta olur diyebilirim. Nüfus az olduğu için pek kalabalık olmasımez. İnsanlar yaya olarak veya arabaları ile dolaşı ya da işlerine giderler. Herhangi bir trafik ışığı altında için korna gürültüsü olmaz ama bu kış kışları için geçerli olur. Yazılı bolca turist ve diğer şehirlerden tatil için insanlar gelir. Bu sokaklarda bir sürü araba ve insan doldurur.

Yavaş adımlarla kaldırımdan ilerlerken bir yandan da denizi izliyordum. Kıyıya vuran dalgaların sesini kulaklığımda çalan müzikten dolayı pek net duyamıyordum ama şarkının melodilerinden biriymiş gibi gelmesi çok hoşuma gidiyordu. Günümü neşelendirmek için çıktığım bu yolculukta ilk gideceğim yer olarak Sinop Kalesi’ni seçmiştim. Bu yapının etrafına yaydığı his beni eski zamanlara sürüklüyordu. Sinop, tarih dersinde sıkça adı geçen bir şehir olduğundan, herhangi bir tarihi yapıyı gördüğümde, önceden nasıl bir yapı olduğunu merak ederken düşüncelerimin arasında kaybolmayı çok seviyorum.

Sinop Kalesi’nin oldukça dik, taş merdivenin yanındaki demir korkuluğa tutunarak çıkmaya koyuldum. Dar merdivenler anca bir kişi tırmanabilirdi. Basamakların uç kısımlarındaki taşla kırılmış oldukları için tırmanırken dikkatli olmak gerekiyordu. Kalenin pürüzlü taş duvarlarına parmaklarımı sürttüğümde batan çıkıntılarından dolayı parmaklarımı çekmek zorunda kaldım. Merdivenleri çıktıktan sonra kalenin surlarında doğru yaklaştım. Denizi yüksekten rahatlıkla görebiliyordum, birkaç balıkçı teknesi denizde açılıyordu. Ayrıca kalenin üzerinde de benden başka insan olmadığı içinde rahatlıkla, istediğim yerlerde durabiliyordum. Diğer kısımlar gezmek için yürümeye koyuldum. Farklı yerlerden geçerken etrafı izlemeyi aksatmıyordum. Etraf yavaştan canlanmaya başlamıştı. Üzerinde durduğum şu kalenin milattan önce yedinci yüzyılda yapılmış ve birçok uygarlık tarafından kullanılıp hala ayakta durması beni şaşırtıyor doğrusu.

Birkaç dakika boyunca yüksekten denizi ve ağaçların bir sağa bir sola sallanan dallarını izledikten sonra da gezmem gereken yerleri gezip kale turumu hızlıca bitirdim. Kaleden çıkmak için tekrar merdivenlerden indim ve yola çıktım. Asfalt yolda bir süre yürüdükten sonra yoldan geçen bir taksiyi durdurdum. Sinop Cezaevine sürmesini istedim ve arkama yaslanarak camdan dışarıyı izlemeye koyuldum. En fazla on beş dakika içerisinde cezaevine varmıştık. Sinop Kalesi’nin aksine burada birkaç aile vardı.

Girmeden önce dışarıdan bakması bile tüyler ürpertiyordu. Bir sürü insanın hatta ünlü yazarların bile yattığı bu cezaevinin içinde neler döndü acaba. Cezaevinden müzeye 1999 yılında çevrilmişti, o gün bugündür de birçok insanın gelip ziyaret ettiği bir mekan olmuştu.

Büyük kapıdan girdiğimde sol tarafta duran dükkan dikkatimi çekti. İçeriye girdiğimde cezaevindeki mahkumların hazırladığı el işleri karşıladı beni bu küçük dükkanın neden ilgimi çektiğini anladım o an. Çünkü diğerlerinden farklı bir havaya ve kokuya sahipti. Burası emek kokuyordu. Mahkumların bu işleri nasıl duygular eşliğinde yaptığını kim bilebilir ki? Aklımdan süzülen bu kelimeler eşliğinde birkaç parça eşyayı bana hatıra ve de odama konuk olmaları için satın aldım. Bu dükkandan çıktıktan sonra cezaevinin demir kapısından içeriye adım attığımda, tarif edemediğim duygularda benimle birlikte dolaşmaya başlamıştı. Cezaevinin film çekildiği kısımda kısa bir tur attım. Çekilen filmi izlemeyi aklımın bir köşesine not ettim. Koğuşları gezerken eşlik eden müzik sesi kulaklarımı doldururken cezaevinin taş duvarlarına parmaklarımın uçları ile dokundum. Bu ortamın içime doldurduğu duygu karmaşası çalan müzikle birleşince nedense ağır oluyordu. Cezaevi turumu tamamlamadan hemen önce Sabahattin Ali’nin odasını gezmeden bitirmek olmazdı. Merdivenlerden çıkarken yazan yazıları okumak ayrı güzeldi. “Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır.” Ayrıca duvarda bir tabela eşliğinde asılan Sabahattin Ali’nin şiirleri vardı. Odanın içine giremiyordum fakat dışarıdan içeriye bakmak bile apayrı bir duyguydu. Küçük bir pencere içeriye birkaç ışık huzmesinin girmesine izin veriyordu, pencerenin karşısında bir yatak ve duvara asılı olan bir bağlama vardı. Bu dört duvar arasında sıkışıp kalmış ama zihninde geçenlere hayat vermeye unutmayan Sabahattin Ali’nin odasıydı burası.

Cezaevini gezmeyi bitirdikten sonra cezaevinden çıktım. Saatin ilerlediği güneşin konumundan belli oluyordu. Ayrıca içeriye girmek için hazırlanan insanlarda çoğalmıştı. Neyse ki erken bir saatte gelip kalabalığa takılmadan sakin bir şekilde etrafı gezmiştim. Cezaevinin önünden gittikçe uzaklaşırken bir kafeyi fark ettim. Kafenin dıştan görünüşü oldukça güzeldi. Karnımda acıkmaya başladığı için vakit kaybetmeden kafeye girdim. Kafenin içine dolan müzik eşliğinde insanlar oturmuş, bir şeyler yiyip içerek sohbet ediyordu. Bu görüntü karşısında hafifçe gülümseyerek gözüme kestirdiğim ilk masaya geçip oturdum. Siparişimi almak için gelen garsona cevizli mantı istediğimi söyledim ve siparişimin gelmesini beklemeye başladım.Yemeğimi yedikten sonra tatlı olarak da nokul yedim. Öğlen yemeğinde karnımı iyice doyurduktan sonra uzun bir gezi için enerji depolamıştım.

Dolmuştan benimle birlikte bir grup inmişti. Dolmuştan inince beni, Akliman’a Hoş Geldiniz yazan bir tabela karşılaşmıştı. Gezen grubun peşine takılıp onlarla beraber ilerlemeye başladım. Bir yoldan ilerlemeye denize doğru ilerlemeye koyulduk. Ormanlık bir yerden geçiyorduk. Oldukça sakindi ve martı sesleri oldukça net bir şekilde duyuluyordu.Yüzüme değen hafif rüzgarla birlikte insanlarla dolaşmak çok iyi olabilirti.

 

35

ŞIRNAK

Dicle’nin büyük ısrarlarıydı. 3 gün önce muhteşem ışınlarının ülkemizde ilk düştüğü şanslı şehirlerden biri olan Şırnak’a çevirmemin sebebi 3 sene önce bir eTwinning projesi. Dicle’yle 3 yılda sonunda yüze görüşebileceğim için kalbim pır pır çarpıyordu. Uçağımızın iniş yaptıktan kısa bir süre sonra kapağını açıldı. Ve ben baş üstü dolabındaki yavaşça kapıya doğru ilerledim. İlk beni. Gerçekten çok heyecanlıydı. Dicle’yi hemen tanıdım. Ona bana doğru koştu ve kendi kanımızdan akrabımız gibi birbirimize sımsıkı sarıldık. Yanında abisi de vardı. Onunla da tanışıp arabaya geçtik. Dicle ve ailesi Şırnak Merkez de yaşıyorlardı. Havalimanı ise İdil ilçesinde idi.İdil’in küçük, bizim hayvancılıkla uğraşan köylerini izledim merakla. Köylerin isimleri ve önemli nedenleri anlattı. Hemen bir kahvaltı salonuna oturduk. Öyle acıkmıştım ki… Dicle’nin abisi 3 kişilik Şırnak Serpme Kahvaltı sipariş etti ve kahvaltı geldiğinde tüm kullanım bana tek tek anlattılar. Şırnak otlu peyniri Sirik, Şırnak dağ otlarından yapılmış yoğurt-peynir bulaması Jaji, kengerli köy peyniri, Beytüşşebap süzme balı,

Vakit nakittir diyerek arabamızı uygun bir yere park ettikten sonra Cizre sokaklarında gezimize başladık. İlk soluğu iki aşığın mezarı bulunan Mem u Zin türbesinde aldık. “1695 yılında şair ve mutasavvıf Ahmed-i Hani tarafından kaleme alınan Mem u Zin manzum eserinin kahramanları burada yatıyorlar. Zeynuddin lakabıyla bilinen Emir Abdal Bey’in kızı Zin ile Divan katibinin oğlu Mem arasındaki aşk, Bey’in hizmetçisi Bekir’in engellemeleri nedeniyle kavuşmaya dönüşememiştir. Cizre Azizan Beylerinden Emir Abdal döneminde yaşanan olay, bütün bölgede şöhret bulmuş ve aşk destanı haline gelmiştir.” diye özetledi Dicle türbenin hikayesini. Birbirine bu kadar aşık olan Mem ve Zin’in ancak mezarları birleşebilmişti yani. Dua edip başlarından ayrılırken merdivenleri çıkmadan son bir kez hikayelerine hayran kaldığım bu aşıklara baktım. Çıkınca hemen bitişiğinde olan Abdaliye Medresesine de bir göz atıp tekrar yola koyulmuştuk. Sırasıyla yol güzergahımıza göre Ulu Camii, Hasan Basri Camii, Ahmed-ül Cezeri Türbesi ve Kapı Tokmağı’nı gezdik. Hepsinin ortak bir noktası vardı; o da buram buram tarih kokmalarıydı… O kadar hayret içinde ve mutlulukla geziyordum ki Cizre’yi… Sokak taşları bile öylesine birbirine uyumlu ve ahenk içindeydi ki her yeri izlerkenki şaşkınlığıma olsa gerek Dicle ara ara bana bakıp kendini gülmekten alıkoyamıyordu. İçi çok geniş olan, bir kapısı erkek mescidine, bir kapısı kadın mescidine, bir kapısı da Şeyh İbrahim Sori’nin kümbetine açılan Kırmızı Medreseye vardığımızda buradaki tarihi yapılara olan hayranlığım bir kat daha arttı. Kırmızı Medreseden çıkıp insanların üzerindeki yöresel kıyafetleri inceleyerek ve kendi aralarında konuştukları ama benim anlamadığım dili çözmeye çalışarak yolda ilerlerken, iyice etrafıma dalmıştım ki Dicle’nin abisinin “Evet Dengbej Evine geldik, artık burada biraz dinlenelim.” demesi üzerine aralarına döndüğümü hissettim. Eliyle gösterdiği yöne doğru ilerleyerek genişçe bir kapıdan içeri girdik. Dengbej Evi Şırnak ve ilçelerinde Kürtçe şarkılar söyleyenlere ev sahipliği yapıp, eğitim görmelerini sağlamış bir konak; aynı zamanda da eğitim kurumu. Konağın girişinde bu sanatçıların fotoğrafları asılıydı ve hepsini ayrıntılı bir şekilde inceledim. İçeride amcalar oturmuş, çay içip sohbet ediyorlardı. Biz girdiğimizde hemen seslenip yanlarına çağırdılar ve bize de hızla birer çay doldurdular. Dicle’nin ve abisinin amcaları tanıdığını düşündüm fakat tanımadıklarını öğrendiğimde öylesine şaşırdım ki… Bu nasıl güzel bir samimiyet… İçime dolan sevgi ve mutlulukla ben de hemen sohbete katıldım. Hem onların güzel anılarını dinledik hem de biraz dinlenmiş olduk ama saat öğleye doğru ilerliyor olunca mecburen izin isteyip yanlarından kalktık ve orada müzik yapılan geniş odaya girip eski müzik aletlerini inceledikten sonra konaktan çıktık. Artık Cizre’den ayrılmak üzere arabamıza doğru ilerlerken yolumuzun üzerinde Cizre Kent Müzesini görüp içeri girdik. Burada bir kadın ve bir erkek iki kişi çalışıyorlardı ve bizimle çok güzel ilgilendiler. Müzenin içindeki eski madeni paralardan kıyafetlere, tarihi gaz lambalarından ev gereçlerine, tarihi taşlardan eski savaş ürünlerine kadar iki kat olan müzenin içindeki Şırnak’ta eski zamanlara ait her şeyi sabırla bize anlattılar. Kendilerine çok teşekkür edip oradan da ayrıldık. Saatin öğlen 12’yi gösterdiğini görünce, zaten tek gün olan Şırnak gezimin yarısına geldiğimizi fark edip çok üzüldüm. Dicle acıkmaya başladığını ve yemek yiyebileceğimizi söyledi ama ben hiç bilmediğim bu şehri gezerken o kadar heyecanlıydım ki açlık aklıma bile gelmemişti.

Arabaya bindiğimizde biraz çekinerek buraya kadar gelmişken ülkemizin Irak Sınır Kapısı olan Habur Sınır Kapısına gidip orada bir fotoğraf çektirmek istediğimi söyledim. Ben daha cümlemi tamamlamamışken rotamız Silopi’ye doğru dönmüştü bile. Meğer sınır kapısı Silopi ilçesinde imiş. Yaklaşık yarım saat süren bu yol Dicle ve benim için hem dinlenme hem de hoş sohbet vesilesi oldu. Zaten çok sevdiğim arkadaşımı tanıdıkça daha çok seviyordum. Yolda en çok dikkatimi çeken şey Suriye sınır duvarlarının üzerinde gittiğimiz yolun hemen kenarında olmasıydı. İlk defa bir ülkenin sınırına bu kadar yakındım ve bu çok hoşuma gitmişti. Sınır kapısına daha kilometreler varken tır kuyruğu başlamıştı bile. İnanılmaz uzun bir kuyruğu biz otomobil yolundan takip ederek kapıya ulaştık. Dicle’yle burada bir sürü fotoğraf çekildik ve araçlarından inmiş olan tır şoförleriyle sohbet ettik. Tam arabaya binip Silopi’nin merkezine yemek yemeğe gidecekken kapının ülkemize giriş yapılan tarafından gelen bir tırın bize defalarca korna çaldığını duyup en sonunda baktık. Meğer Dicle’nin tır şoförü olan amcasıymış ve ailesi ile birlikte Silopi’de yaşıyorlarmış. Böyle bir plan olmamasına rağmen eşi ve çocuklarının Silopi’nin Görümlü köyüne piknik için gittiklerini ve kesinlikle yemeğe onlara katılmamız gerektiğini söyleyip inanılmaz ısrar etti. O kadar misafirperver ki insanları bu şehrin… Tabi ki reddetmek mümkün değildi, onu takip edip ailesinin yanına ulaştık. Görümlü köyü yemyeşil, daha sonbaharın uğramadığı, cıvıl cıvıl kuş seslerinin harika ahengiyle çok güzeldi. Amca, eşi ve çocukları Dicle ve abisine nasıl sarıldılarsa bana da öyle içtenlikle sarıldılar. O kadar hoşuma gitti ve sıcak hissettim ki aralarında, sanki ailem yanımdaymışçasına… Zaten hazır olan yemeğe oturduk ve bir güzel karnımızı doyurduk. Eminim ki böyle güzel pişmiş ve lezzetli bir et çok nadir bulunabilir. Vaktimiz çok olmadığı için hoş sohbetleri ve yemek için teşekkür edip yanlarından ayrıldık. Dicle’yi, abisini, amcasını ve tüm ailesini o kadar sevdim ki… Silopi merkeze geldiğimizde çok düzenli kurulmuş bir ilçe olduğunu fark ettim. İlçeden çıkmak için yolda ilerlerken yüksek sesli bir müzik duydum ve ne olduğunu sorduğumda düğün olduğunu ve biraz uğrayabileceğimizi söylediler, böylece direksiyonu müziğin geldiği yöne doğru kırdı Dicle’nin abisi. Tanımadığımız insanların düğününe gitmek mi? Her geçen dakika Şırnak beni daha da şaşırtıyordu. Arabadan indiğimizde ucu görünmeyen halayı dikkatlice izledim. Birbirleriyle öyle uyum içindelerdi ki hayran kalmamak mümkün değil. Hele kadınların kıyafetlerini kesinlikle görmelisiniz. Işıl ışıl, rengarenk, çeşitli işlemeler ve taşları, pullarıyla resmen göz kamaştıran yöresel elbiselerini çok beğendim. Birkaç çeşit halaylarını izledikten sonra hayırlı olmasını dileyip düğünden ayrıldık.

Artık Şırnak Merkeze yani Dicle’nin evine gidecektik ama oraya gitmek için yine Cizre’den geçmemiz gerekiyormuş. Cizre’ye gidiş yolunun bu tarafında Silopili çiftçilerin seralarını izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamamışım. Cizre’ye girdik ve Dicle Nehrine yöneldik. İnanılmaz güzel görünümü ve huzur veren sesi eşliğinde bir yorgunluk kahvesi içip Şırnak’a gitmek için yeniden yola koyulduk. Sürekli yokuş çıkıyorduk sanki, sorduğumda Dicle’nin abisi açıkladı, meğer Şırnak, Cizre ve Silopi’ye göre daha dağlık bir şehirmiş. Girişinde Şırnak Üniversitesi Mehmet Emin Acar Kampüsünü gördük. Gerçekten epey büyük bir yerleşkesi vardı. Dicle’nin evine giderken yolda büyüklü küçüklü gemi yapıları gördüm. Yeni yapılan belediye binası bile kocaman bir gemi şeklindeydi. Eee boşuna Hz. Nuh’un şehri anlamına gelen Şehr-i Nuh demiyorlar buraya. Artık hava kararmaya yüz tutmuştu ki eve vardık. Dicleler 8 kardeşler ve eve girer girmez annesi, babası, kardeşleri öyle sevinçle karşıladılar ki beni, sanki kendi evime girmiş gibi hissettim. “Nasıl bu kadar sevecen, sıcak kanlı, misafirperver kalmayı başarabilmiş bu şehrin insanları?” diye kendime sormadan edemiyordum. Evde en çok dikkatimi çeken şey, tüm zemini kaplayan kocaman halılar ve yer minderleri oldu. Çok otantik bir görünüm kattığını düşündüm eve. Oturması da çok rahattı gerçekten. Hemen yemek sofrasını kurdular ve sofrada yok yoktu. Bazıları hayatımda hiç görmediğim yemeklerdi, meğer yöresel yemeklerini tadabileyim diye bana özel yapmışlar hepsini. Tek tek anlattı Dicle bana yemekleri: Kutlug, Bırınzer, Serbıdev, Suryaz… Hepsi de tadı damağımda kalan inanılmaz lezzetlerdi. Yemekten sonra tavşan kanı çay eşliğinde samimi, asla doyamayacağım güzel bir sohbet ettik tüm aileyle birlikte. Hepsini gerçekten çok sevdim ama hiç istemesem de gece yarısı olmadan bir sonraki şehir maceram için otogara gitmek zorundaydım. Dicle’yle eTwinning’in sadece öğrenimsel platform değil;bize yeni yaşantılar kazandıran bir aile olduğunun bir kez daha farkına vardık ve biraz da duygulanarak vedalaştık. Otobüsüme binip bir sonraki durağıma gitmek için güzel Şırnakla da vedalaşıp bir tarafım buruk, bir tarafım heyecan dolu derin hayallere daldım.

36

TEKİRDAĞ

Sıcak bir yaz sabahı, masvavi deniz ardım sapsarı ayçiçeği tarlaları gibi önüm çarşaf… Bir rüya aleminde uyanır gibi uyanıyorum. Limandan kalkan gemiler bilmem nerelere gidip hasret giderirler .. Yüzyılların birikimi olan konaklarda, sokaklarda, çarşılarda gün başlıyor. Acaba onlar nasıl hissediyordu, Osmanlı’nın hoşgörüsünü dünyaya tanıtan misafirimiz Prens Rakoczi; ‘Vatan Yahut Silistre’ diyen Vatan ve Özgürlük şairi Namık Kemal, ‘Fetihlerin Ufku Tekirdağ’ diyen Türkçe’nin müstesna şairi Yahya Kemal Beyatlı… Onlar da her sabah yeme bakıp ‘Ne güzel bir gün!’ diye iç geçiriyorlar mıydı? Latin Harflerini tanıtan Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK?Acaba bilirler miydi bu şehrin bir gün ‘Üç Kemaller Diyarı’ burada .. Sabah sabah neler seçenekleri masmavi denize, yemyeşil tarlalara baktıkça? Ama elde mi sanki ..

Sabah kahvaltimizi yaptık mis gibi kokan ekmek ile. İçinde mis gibi yumuşacık Tekirdağ peyniri. Acele etmek gerek zira gün kısa Tekirdağ büyük. Kalabalık çarşısına çıkıp sevecen esnafa selam vermeil. Daha önünden geçilecek, hatıraları yad edilecek Osmanlı hamamları ve konakları var. Rüstem Paşa Camii’nde kılınacak öğle namazı var. Değirmenaltı’nda arkadaşlar yorumu. Bana bu güzel kenti gezdirecek olan arkadaşlar oradadır şimdi. Namık Kemal Üniversitesi bu kente çok yakıştı. Neyse binelim otobüse de gidelim artık. Arkadaşalarla buluştuk. Vakit güzel geçiyordu ki bizim heyecanlı arkadaş iki teklif sundu .. Ya Uçmakdere’de yamaç paraşütü yapılacak ya da üzüm bağları içindir.Çok meşhurmuş buranın üzüm bağları duyduk. Gitmek nasip olmadı henüz ama kısmet bakalım… Uçmakder’ye .. Neyse doluştuk küçük arabaya gidiyoruz .. Bir yıldızlı yol.

Plansız gidilirse böyle olur tabii.. Doluymuş, randevu şartmış.. Ama muazzam bir güzellik. Gökyüzünden süzülenler.. Babadağ’ın ünü var fakat buranın da oradan alta kalır yeri yok hani. Bir tanıtılsa.. Biniyoruz yine arabamıza geri dönüş.. Bu sefer bağların yanından geçiyoruz. Her yer üzüm bağı. Çok güzel gel de etkilenme.. Tabi böyle olunca yol uzadı ama değdi.. Yine geldik Tekfur Dağı’mıza. Ama acıktık elbette. Güzel bir köfteci lazım. Her gün yesem dymam şu Tekirdağ Köftesine. Ne güzel şey bu yemek. Yanında soğan, ayran ve ardından Hayrabolu Tatlısı. Bir bilinse şu lezzetler hakkıyla.. Neyse yemeğimizi yedik şimdi sahilde çay içme zamanı.. Mis gibi deniz ve çay. ‘Hayat bu be’ diyesim geliyor.  Arkadaşalr güzel, sohbet güzel zaten oldum olası bayılırım Traklayı sohbetine, sabaha kadar otur sıkılmazsın. Artık yavaştan kalkmak lazım yüzyıllık kervansarayların, camiilerin arasından yürüye yürüye şu güzel kenti güzel insanları doya doya yaşamak lazım.. Bakalım yarın nerelere gideceğiz? Sanayi kenti Çerkezköy’e mi, balık ekmek diyarı Marmaraereğlisine mi? Neresi olsa razıyım yeter ki bu güzel kenti bir gün daha yaşayayım…

37

TOKAT

 

Bugün çok eğlendim. Çünkü bugün arkadaşlarımla beraberdim. Arkadaşlarımla birlikte Tokat’ta gezdik. Tokat çok güzel bir il. O kadar güzel yerler var ki buraya gelen insan bir kez daha gelmek ister. Tokat çok sakin bir yer. Mevlana’nın dediği gibi gerçekten iklimi ve insanların mutedil. Çok güzel yemekler var. Gezilecek yerler yeri var.

Bugün sana Tokat’ta bir günümü anlatacağım. Arkadaşmla Tokat’ın yazdığı fotoğraflar buluşuyor ve orda fotoğraflar çekindik. Sonra diğer yerler gezinmek için yola çıktık.

İlk önce Mahperi Hatun Kervansarayına gittik. Yaptığım Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat annesi Mahperi Hatun için yaptırmış.

Orada fotoğraflar çekindikten sonra Taşhan’a gittik. Eğer bir daha Tokata gidersem Taşhan’a daha çok zaman ayıracağım. Çok güzel bir yer. Ta 1631 de yapılmış ve bu eser Osmanlı Devleti zamanında yapılmış. Bu hanın 112 tane odası var, bayağı büyük bir yer, iki katlı.

 

Orda da biraz dolaşımı sonra Tokat Kalesi’ne gittik. Kaleye girdiğimizde bizi bir rehber karşıladı. Kaleyi bize anlattı fakat kale hakkında çok az bilgi varmış. Pek bir şey bilinmiyor kale hakkında. 5. veya 6. yüzyılda yaptırılmış bir tarihi eser düşün baktığımızda kayanın iskeleti oyularak yapılmış olduğu fark ediliyor.

 

Buraları gezdikten sonra II. Abdulhamid Han’ın tahta çıkışının 25. Hem de yarın geri dönecektik.

Tokat’ta çok fazla tarihi mekân var gez gez bitmiyor. Bence herkes gelip Tokat’ı görmeli.

Tokat’a gelecek olanlarda en az bir haftalarını ayırmalılar. Tokat Kalesi gibi Zile Kalesi, Niksar Kalesi ve Turhal Kalesi’de görmeye değer yerler.

 

 

Tarihi Gök Medresenin önünden geçtik ama içine giremedik.

 

Yağıbasan Medresesinin methini çok duyduk ama ona da vakit ayıramadık.

Tokat Ulu Camiinde bende namazını kılan ayrı bir hissiyat uyandırdı.

 

Ama Pazar ilçesinde Ballıca Mağarasına gitmeyi çok istediğim halde bir güne her yeri sığdıramadık.

Bunların yanı sıra Kaz Gölü ve Almus Baraj Gölünü de gidip gitmemi tavsiye ettiler.

 

Sulu Saray Antik Kenti ve Sulusokak Çarşısının da adını çok geç duydum. Neyse sevgili günlük bugünlük bu kadar yarın görüşürüz.

 

38

UŞAK

 

Bugün günlerden “gezi”. Neden mi? Çünkü yürütmekte olduğumuz e-twinning projesi sayesinde, benim de dahil olduğum bir Uşak gezisine çıkacağız. Tarihi ve burada yerleri daha fazla öğreneceğiz. Akşam görüşmek üzere…

Üye merhaba sevgili günlük,

Uzunca bir günün ardından yorgun, mutlu ve huzurlu bir ben varım şuan. Hayatımızda bazı anlar vardır ya, hani insanın belleğine kazınır ve bir ömür güzel anı olarak kalacak işte böyle bir gün geçirdim arkadaşlarım ve öğretmenimle. Telefonum evde unutmamla birlikte tekrar geri döndüm eve. Apar topar koştum okuluma ve beni bekleyen arkadaşlarım ve öğretmenlerimden özür diledim. İşte parlak ve muhteşem bir gün şimdi başlamıştı artık benim için.

Atatürk Müzesi oldu. Tanıyamamışım müzeyi. Atatürk müze tanıtan görevli bize odaları gezdirirken adeta Atatürk o sayfasında yaşıyormuş gibi hissettim. 1890’lı yıllara ait bu bina Kurtuluş Savaşında karargâh binası olarak kullanılmış ve Yunan Başkomutanı Trikopis esir edilmiştir ancak, Atatürk tarafından Türk misafirperverliği için tercih edilen ve silahları teslim etmektedir. Adeta tarih kokan eşyaların kokusu hala burnunda. Ahşap duvarların otantik duruşu, eski silahlar, giysiler, Uşak halıları, tabaklar… Daha neler neler… Hepsi hala canlı ve yaşıyordu…

 

 

 

Müzenin etkisinden çıkamadan tarihi evlere doğru yol aldık. Rengârenk ve hala günümüze kadar sağlam kalabilirmiş, Osmanlı mimarisini taşıyan sayılı evlerimiz. Cumhuriyetle birlikte tarihlendiren bu evlerimizden maalesef sadece 86 tane kalmış ve korumaya alınmıştır. Güzel şeyler neden hep yok olur ki… Tarihi evlerin hemen yanında Halı Kilim Müzesi var. Ben Uşak halılarının ve kilimlerinin geçmişte bu kadar önemli bir yere sahip olduğunu hiç duymamıştım. Meğer yurt dışına bile bir çok devlet başkanının evinde, odalarında yer almış kilimler. Birçok ünlü ressamın tablolarına konu olmuş kilimlerimiz.

 

Öğretmenimiz bugün müze ağırlıklı bir gezi olacak dedi çünkü Uşak tarih kokan medeniyetin ilk eserlerinden biri olan bir şehirdi. Aslında bildiğimi sandığım ama yanlış bildiğim şeyleri bugün daha net gördüm. Ta ki Uşak Arkeoloji Müzesine girinceye kadar. Allah’ım adeta gözlerim kamaştı .Geçen yıla kadar eski binadaydı bu müze ancak bu yıl yeni ve modern bir binaya kavuştu tarihin eşsiz eserleri. Kapıda geçerken bile ihtişam karşıladı bizi. Korktum ve ürktüm. Geçmişte yüzleşmek, bastığım yerlerde, soluduğum havada sanki haykırıyordu tüm nesneler camların ardından. Bize yol gösteren müze görevlisi sayesinde bir kat daha ufkum genişledi ve derinlere doğru bir yolculuğa başladım. Arkadaşlarımın her biri bambaşka alemlere gitti, fotoğraflar çekiyorduk sürekli ve kendimizi alamadık bir an bile ihtişamdan. Her katında ayrı bir tarih vardı. 19,086 adet arkeolojik eser varmış müzemizde eski çağlardan kalma. Bizi karşılayan müze görevlisi amca bir proje için burayı ziyarete geldiğimizi söyleyince, bize elinden geldiğince bilgi vermeye çalıştı.

Müzede aynı zamanda video ve slayt gösterileri vardı ve ben okudukça, izledikçe ne kadarda az bildiğimi anladım. Meğer benim şehrimde  Akmonia, Selçikler, Sebastapolis eserleri, Lidya uygarlığının Tümülüsleri ve daha neler neler varmış. Ama asıl damgayı vuran Karun Hazineleriydi müzede. Hangisine baksam görkem ve ihtişam akıyordu. Ah Karun, kalbi kibir ve gurur, cebi dünya malı ile dolu Karun. Zenginliği ve cimriliği ile dillere destan olmuş Karun, Allah’ın gazabını üzerine çekmiş ve kendisi gibi hazineleri de yok olup gitmiş. O dönemin günümüze kalan eserler olmuş ve en önemlisi olan “Kanatlı Denizatı Bronşu” adında altın bir bronşmuş. 2005 yılında sahtesi ile değiştirilmiş ve yurt dışına kaçırılmış. Kültür Bakanlığının uğraşları üzerine 2013 yılında Türkiye‘ye iade edilmiş. Müze memuru anlattıkça şaşkınlıkla ve hayretle dinledim. Ama bildiğim tek şey şehrimi bildiğini sanıyor oluşummuş meğer.

Müze macerasının etkisinden kurtulamadan Ulubey Kanyonlarına doğru yol aldık. Gezimizin bir sonraki durağı oldu orası. Yarım saatlik bir yolculuğun ardından temiz havayı içime çektim arabadan inince.

Arkadaşlarımın her biri dağıldılar fotoğraf çekmek için çünkü manzaranın güzelliği insanı çok etkiliyordu. Daha önce gelmiştim buraya çünkü ablamın okulu buradaydı ve toplantıları vardı. Bu fırsattan yararlandık ve kanyonu gezmiştik ailemle. Ulubey Kanyonları Arizona’daki Grand Kanyon’dan sonra 2. Büyük kanyonmuş. Daha önce burada cam teras yoktu ve artık 2015 yılından beri var. Cam terasa her çıktığımda ellerim, ayaklarım titriyor ve yine öyle oldu. Biraz korkunç biraz da eğlenceliydi. Aşağı bakamadım önce. Daha sonra kendimi zorlayıp gözlerimi açtım ve aşağı baktığımda düşüyormuşum gibi hissettim. Nefes kesen manzara beni kendine çekti ve sonrasında çektiğimiz selfiler sayısız oldu herhalde. Öğretmenimiz cam terastan çıkarıp yöresel ürünlerin olduğu bölümü gezdirdi bizi ve sonra da kafede oturup biraz dinlendik. Gerçekten çok yorulmuştuk ve hepimizin gitme vakti gelmişti artık.

İşte yola koyulduk yeniden. Arabaya binip bambaşka bir güzellik olan Clandras Köprüsüne doğru ilerledik. Clandras köprüsüne vardığımızda kendimi rüyada gibi hissettim. Köprüye çıkıp eşsiz manzaranın tadını çıkardık. Biraz da etrafı dolaştık. Tabi ki Clandras Köprüsü hakkında da bilgi edinmiştik. Karahallı ilçesinde bulunan köprü Frigyalılar döneminde 2500 yıl önce yapılmış. Köprünün aslı bir su kemeriymiş ve iki tarafı dağ kayalığına dayandırılmış. Biraz daha gezdikten sonra arabaya binip okula doğru yola çıktık ve vardığımızda çıkış saatini 10 dakika geçmişti. Arabadan inip eve doğru yürüdüm. Yorgundum ama mutluluk ve huzur doluydu içim.

Evet yine gece oldu ve yine seninle günümü paylaştım sevgili günlük. Kafamda canlanan çeşitli imgeler var şu an. Ama artık gözlerim dayanmıyor. Sanırım aya el sallama zamanım geldi. İyi geceler benim güzel şehrim Uşak.

 

 

 

39

VAN

İyi geceler sevgili günlüğüm. Bugün benim için oldukça ilginç, heyecanlı ve güzel geçti. Bugün Doğu Anadolu’nun gözde şehirlerinden biri olan Van’ı gezdim. Gerçekten büyüleyici anlar yaşadım. İnsanları, turistik yerleri ve yemekleriyle bende çok iyi bir iz bıraktı. Bu şehrin büyük şehirlerdeki gibi kocaman gökdelenleri yok ama koca taneli üzümleri var.

Van’da ilk dikkatimi çeken şey Van kedileri oldu. Birinde gözlerinden biri mavi biri yeşildi. Van’ı Van yapan Van’ı bu yapan, mavi göz maviliğiyle, yeşil göz ise Van’ın en büyük ilçesi olan Yeşil Erciş’i temsil ediyormuş. Garip olduğu kadar güzel de bir söylenti bu. Van kedilerinin nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıyaymış. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi bu işe bir el atmış ve 1992 yılından beri bu özel kedi türü koruma altına alınmıştır. Ayrıca 22 Nisan 2006’da Van kedilerinin Van’a ait olduğu resmi olarak tescillenmiş.

Tuzlu balık kültürü çok yaygın Van’da. Tuzlu balığı sadece Van Gölü’nde yaşayan “İnci Kefali” adlı balıktan yapıyorlar. Bu balıkların da bir efsanesi var. Ansiklopedilerde daha çok uçan balık diye geçiyor. Gerçekten de hemen bak bak kanatları var gibi. Ayrıca bu balıkların su içerisinde takla atmak gibi bir özellikler de var. Bu balıkların geçtikleri su yatakları dünyasında sadece üç tane. Erciş’te bulunan Deliçay’ın gölle birleştiği “Balık Bendi” nde her yıl bahar aylarında İnci Kefali Festivali yapılıyor. Van Gölünün sodalı suyunda yaşayabilen tek balık türü olan İnci Kefali yumurtalarını bırakabilir sonra akıntının tersine doğru ilerleyen ve karşılaştığı engelleri. Ve martılar da bu şölenden nasibini alıyor,balıkları havada kapmaya çalışıyorlar. Vanlılar’dan sadece yumurtalarını bırakabilir sonra avlanmaları serbest olan bu balıkları saklamak için de tuzlama yöntemini kullanır.

Erciş demişken  Ercişli Emrah ile Selvihan efsanesini es geçemeyiz. Ercişli Emrah çok iyi bilinen bir ozan ve İsfahan kralının kızı Selvihan ile büyük bir aşk yaşıyorlar. Efsaneyi anlatmaya başlasam sayfalar yetmez.

Van’ın biraz da turistik yerlerinden bahsetmek istiyorum. Bir çok yer gezmeme rağmen maalesef hepsini bir güne sığdıramadım. Şeytan Köprüsü, Muradiye Şelalesi, Çavuştepe Kalesi, Akdamar Adası ve Kilisesi, Hurkan Köprüsü, Van Kalesi, Vanadokya, Van Yedi Kilise, Adır Adası ve Kilisesi, Van Müzesi, Erçek Gölü, Hoşap Kalesi, Ayanis Kalesi, Zernek Kalesi, Hüsrev Paşa Camii ve St. Barhholomeus Kilisesi. Yazmadığım çok yer olmasına rağmen yazdığım yerlerin de hepsini de gezemedim maalesef.

Sevgili günlüğüm. Gezdiğim yerler hakkında sana kısaca bilgi vermek istiyorum. Öncelikle yazdığım bir çok mekan kilise, cami ve kaleden oluşuyor. Van bir çok medeniyete siyasi, dini  ve ekonomik açıdan ev sahipliği yapmış.  Eşsiz yerlerden ilk olarak gittiğim yer Hoşap Kalesi oldu. Van’ın Gürpınar ilçesinde olan kale Osmanlı zamanından kaldığını her iziyle belli ediyordu. Üzerindeki çizimler, zindanları, odaları, hamamları etkileyici olduğu kadar beni ürküttü de. Osmanlı’ya bağlı Mahmudi Beyliği tarafından yapılan kale günümüze kadar ulaşmıştır. Aynı zamanda İran- Türkiye arasında çok önemli bir konuma sahip.

Eşsiz güzellikte olan bu kaleden sonra Muradiye’de olan Şeytan Köprüsüne gittim. Köprünün 13.yüzyılda İlhanlı hükümdarı tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. İki taşın birleşiminin arasından akan suyla oldukça heybetli ve korkunç bir görünüme sahipti. Günümüze kadar yapısını koruyan köprü görülmeye değerdi. Buradan ayrıldıktan sonra Muradiye’nin diğer eşsiz güzelliği olan Muradiye Şelalesi’ne gittim. Orada kendimi doğa ile başbaşa hissettim. Bu özelliği ile bir çok turisti kendine çekiyor.

Böyle duraksız gezerken acıkmamak elimde değildi. Güne her ne kadar Van’ın sıkı otlu peynirli kahvaltısı ile başlasam da oldukça lezzetli yemeklerini  tatmak için sabırsızlanıyordum. Ama önce belirlediğim yerleri gezmek için yoluma devam ettim. Hem ada hem kilise olan Van’ın Gevaş ilçesindeki Akdamar’a gittim. Akdamar  X.yüzyılda Mimar Manuel tarafından yapılmış. Ermeni sanatının parlak eseri olan kilisede tüylerim diken diken oldu. Üzerindeki  figürler ve büyüleyici manzarası ile eşsizdi. Bu yerleri dolaşırken yanıma fotoğraf makinemi almam çok iyi oldu, birbirinden güzel fotoğraflar çektim.

Daha sonra Van’ın Başkale ilçesindeki Doğu’nun Kapadokyası denilen Vanadokya’ya gittim. Yağan yağmurlardan dolayı oluşan tüneller, mağaralar bölgeye önemli ün kazandırıyor.Van’ın Yavuzlar köyünde olan yer görülmeye değerdi. Bu turdan sonra rotamı yine bir kiliseye çevirdim. Van Başkale’nin Albayrak köyünde olan St. Bartholomeus Kilisesine gittim. Hristiyanlığın ender yapılarından olan kilise restorasyonla turizme kazandırılacakmış. Eminim ki restorasyondan sonra daha çekici hale gelecek olan kilise her insana hitap edebilecek bir yapıydı.

Oradan ayrıldıktan sonra kendimi çok yorgun hissediyordum ama gittiğim yerlerin bende uyandırdığı zevklere doyamadığım için devam ettim. Hep merak ettiğim Erçek Gölü’nü sonunda gördüm.  Van Gölü’nden sonraki en büyük göl olan Erçek Gölü, Türkiye’deki 450 kuş türünün 210’una ev sahipliği yapıyormuş. Ayrıca gölün suyu tuzlu ve sodalı olduğu için hiç bir balık yaşayamıyormuş. Bu yönüyle de bence oldukça dikkat çekici. Her yıl bu göl için Flamingo Festivali yapılıyor, katılmayı çok isterdim.

Son olarak Van merkezdeki Van Müzesine gittim. Prehistorik dönemden Urartu zamanına kadar içinde bir sürü kalıntı barındıran müze görülmeye değerdi. 1972 yılında kurulan müze arkeolojik kalıntıları barındırıyordu. Pek çok yöreye ait takı, tabak, kilim, Van yapımı gümüş kemerler, tütün tabakları ve daha bir çok şey bulunduruyordu. Artık bütün güzellikleri karşısında şaşkınlığımı gizleyemeyip kendi kendime olağanüstü olduğunu söylerken arkamdaki adamın “hee öledir” sözüyle irkildim. Oradaki insanlar sayesinde bir an bile Vanlı olmadığımı hissetmedim.

Van’da edindiğim arkadaşım son olarak beni muhteşem ötesi lezzetlerle buluşturdu. Benim için hazırlattığı olağanüstü sofrayı görünce çok mutlu oldum. Ağır ama bir o kadar da güzel olan keledoştan başladım. Azar azar yedim istesem de azar azar. Bulgur aşı, ayva yemeği, Osmanlı yemeği olan Halise, ayran aşı çorbası, ıspanaklı Borani, Murtuğa, Sengeser, Kurut aşı, tandır balığı ve kaşık tatlısıyla lezzete doydum. Van’lılar etsiz yemek sevmezler. Özellikle kırmızı eti çok severler. Hemen hemen bütün yemeklerinde kırmızı et varmış.

Takılarına da çok düşkünlermiş. Özellikle kadın ve genç kızlarının ciddi olmak üzere olduğunu düşünün.

Van genel olarak gezip görülmeye fazlasıyla değecek bir şehirdi. Van’ı kalkındırmak için daha çok proje yapılmalı bence.

40

YALOVA

Yalova’ya ulaştığımda öyle yorgundum ki … Hiç sorma. Kendimi yumuşacık yatağa attım. Sana yazamadığım için üzgünüm. Ama şimdi sana öyle şeyler anlatacağım ki her şeyi unutacaksın. Bugün Yalova’nın tarihi ve doğal mekanlarını gezdik. Asıl beni şaşırtan şey Türkiye’nin güzellikleri bu kadar fazla olması.

Bugün Tanıvikiye’ye gittiğimizde harika doğal güzellikleriyle karşı karşıyayken Yürüyen Köşk’ün hikayesini ve Atatürk’ün yürüttüğü köşkü olduğunu gördüm. Şimdi sana gittiğimiz yerler teker teker anlatacağım.

Sudüşen Şelalesi

Sabahleyin kahvaltı saatini çoktan geçen bir zaman çalan telefon sesiyle ürkerek uyandım. (Her zamanki gibi …) Telefonu açtığımda sinirlenen turistlerin tartışmaları ………. Bey’in az çok duyabildiğim sesiyle karşılaştım. Çabuk olmalıydım, hemen üstümü değiştirip indim. Otobüse bindikten az zaman sonra indik ve yaklaşık 3 çevresel yürüyüşten sonra efsane bir yere vardık. Sabahki uykulu halim şırıltılı, insanı hayata çağıran bir sesle açıldı. Sabah güneşi altında ışıl ışıl.

 

 

Yürüyen Köşk

Bu efsane güzellikte ayaklarımızı  soğuk suyla biraz ferahlattıktan ve birkaç kişinin fotoğraf çekmesini bekledikten sonra ,ben fotoğraf  falan çekmem çünkü ben gezmek için gelmiştim fotoğraf için değil, otobüse binip bir sonraki durağımız olan Yürüyen Köşk’e doğru yola çıktık. Arabadan indiğimizde karşımızda bahçesinde kocaman bir ağaç ile güzel, deniz manzaralı bir köşk vardı. Hatırladığım kadarıyla YALOVA Atatürk’ün iki köşkünün bulunduğu tek şehirmiş. Diğer köşkü ise Termaldeymiş. Yürüyen Köşk’ün hikayesini ben de herkes gibi biliyorum ama gene de hikayeyi olay yerinde rüzgarın yapraklar eşliğinde söylediği şarkılarla dinlemek daha keyifli oluyor. Sonra da bizi bir rehber eşliğinde köşkten içeri soktular. Atatürk’ün bir zamanlar yaşadığ yeri, bazı önemli görüşmelerin konuşulduğu salonu ve üst katı gördük.Hele o balmumu heykeli görünce nasıl korktum bir görsen…

Raif Dinçkök Kağıt Müzesi

Günün son durağı Raif Dinçkök Kültür Merkezi’nde olan kağıt müzesine gitmeden önce bir yerde dinlenmek üzere durduk. Acıkan bir şeyler yedi, ihtiyaçlar giderildikten  sonra otobüse binip İbrahim Müteferrika  Kağıt Müzesine doğru yol alırken bir yolcu, şoförü durdurmak zorunda kaldı. Bir benzin istasyonunda durmamız gerekti. Meğer yağlı bir şey yiyip üstüne  de asitli içecek içince midesi kalkmış. Bu hissi biliyorum, bana da olmuştu bir kez. Her neyse, yolcu biraz rahatlayınca yolumuza devam ettik. Müzeye vardığımızda çok heyecanlıydım. İçeri girdiğimizde  her yer kağıt kokuyordu. İçeride kağıdın nasıl yapıldığını, geçmişten günümüze kağıdın nasıl geliştirildiğini , kağıdın geçmişte üretiminin zorlukları ve daha çook şey… Anladım ki Yalova bir günde gezmekle bitirilecek bir yer değilmiş. Daha gitmediğim Deprem Anıtı, Karaca Arboretum, Dipsiz Göl, Erikli ve Delmece Yaylaları, Çifte Şelaleleri gibi aklımda kalan bir sürü doğal ve tarihi güzellikleri görememiştim bugün. Atatürk’ün  “ Benim kentimdir.” dediği şehre tekrar geleceğinden emindim.

Günün Sonu

Son derece yorucu bir günün ardından gelecek geldik. Akşam yemeğimi yedikten sonra odama vardım. Kapıdan içeri girdiğim gibi kendimi yatağa attım. Yorgunlukla birlikte düşüncelere daldım. 1999 depreminin ardından kendini toparlıyor son derece modern bir şehir hâline gelen Yalova yüz ölçümü küçük ancak sıcaklığı ile gönüllerde büyük bir yer kaplayan bir şehir olmuş. Eskiden hiçbir iz kalmayan bu ilde olmamalı acıların tekrarlanmaması için dua ederek uyumaya çalıştım.

41

ZONGULDAK

   Sabah güneşin yüzüme vurmasıyla uyandım. Bugün benim için çok uzun geçecekti. Ereğli’nin o meşhur çilek reçeliyle güzel bir kahvaltı yaptım. Giyinip hemen hazırlandım. Geziye evime yakın olan yerlerden başladım. İlk durağım Cehennemağzı Mağaraları oldu.

CEHENNEMAĞZI MAĞARALARI

Burası gerçekten Ereğli’de en çok ilgi çeken yerlerden biri olabilir. Antik dönemin Acheron vadisi olarak da bilinen bu yer üç mağaradan oluşuyordu. Giriş kısmında hediyelik eşyalar satan insanlarla sohbet edip çay içtik. Mağaraları sırayla gezdim. Mağaralarda en çok ilgimi çeken şey kireçli suyun damlamasıyla yerde oluşan çukur ve kirecin çökelmesiyle oluşan taşımsı yapıydı. Onun dışında 3. Mağarada bir mezar bulunuyordu. Mağaraların ilerisinde bulunan lokantaya girip bir şeyler yedikten sonra sahile geçtim. Sahilden yürüyerek gezimin ikinci etabına yürümeye başladım.

ALEMDAR GEMİSİ

Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve tek deniz şehidi Recep Kahya ve Alemdar Gemisi kahramanları… Buram buram tarih ve kahramanlık kokan Alemdar…

Bu gemi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk resmi anlaşmasının oluşmasına ortam hazırlamıştır. Gemideki görevlilerle merhabalaştıktan sonra yavaşça gezmeye başladım. Geminin en üstünde yer alan güverteden deniz muhteşem görünüyordu. Geminin içinde gemicilik düğümleri asker üniformaları ve küçük gemi maketleri bulunuyordu. Geminin içinde biraz daha gezdikten sonra diğer gezeceğim yer için yola koyulmaya başladım.

HALİT PAŞA YALISI

Ereğli’nin yalı caddesi üzerinde bulunan Halit Paşa yalısı üç katlıydı. Yalı caddesinin o muhteşem deniz manzarasına hayran kalmamak mümkün değildi. Öncelikle en üst kattan başlayacaktım. En üst katta Ereğli halkının yöresel kıyafetleri, Osmanlı döneminden kalma paralar, eşyalar, bastonlar vardı. Ereğli’nin eski resimleriyle dolu bir koridor Bizans döneminden kalma tarihi paralarla dolu başka bir oda. İki cansız manken erkeğin nargile ve Türk kahvesiyle canlandırdığı bir oturma salonu vardı. Aynı zamanda kadınların da közde kahve pişirdikleri bir yer vardı. Alt kata indiğimde Ereğli’nin meşhur elpek bezlerinden örnekler ve elpek makinesinin eski bir örneği vardı. Bu katta bahçeye açılan bir kapı vardı.  Bahçeye doğru yürüdüm bahçesi çok ferahtı ve eskiden kalma eserlerin sıralandığı yerdi. Yine Bizans’tan kalma taşlar, mezar taşları, kiliselerden kalan parçalar vardı. En çok dikkatimi çeken eser ise dilek taşı ve sütunlarıydı. Bahçenin diğer tarafına geçtiğimde mezar taşları beni karşıladı. Osmanlı ve Bizans döneminden kalma karışık mezar taşlarının altında bu taşların kimlere ait oldukları yazıyordu. Dikkatimi çeken diğer unsur da, taştan bir dikdörtgen ve kapağı olan mezardı. Eski zamanlarda bunu mezar olarak kullanıyorlardı. Girişi katına inen merdivenlerden geçtim. Alt kat tamamen Bizans döneminden kalma eserlerle doluydu; paralar, altınlar takılar bulunuyordu. En son girdiğim oda bence müzenin en iyi tarihi eserlerini barındırıyordu. Eski Bizans krallarının heykelleri vardı ve gerçekten aşırı ilgi çekiciydiler. Yalıdan çıkıp gezime devam ettim.

Ereğli’den Zonguldak’a gitmek üzere yola çıktım. Bir saatlik yolculuğun ardından gelmiştim yine eşsiz bir mağaraya.

GÖKGÖL MAĞARASI

İçeri girdiğim an vücuduma gelen soğuk karşısında çok şaşırdım, hemen ceketimi üstüme aldım. Neredeyse mağaradan 1 km içeri girmek gerekiyordu. Yol düzeni çok iyiydi. Ahşap yoldan yürürken ışıklandırmalar beni büyüledi. Işıklandırmalar mağaraya çok farklı bir hava katmıştı. Mağaradaki sarkıtlar biraz ürkütücüydü. Çünkü çok büyüklerdi ve neredeyse her yeri kaplamışlardı. Buradaki sarkıtların neredeyse 1 cm si 150 yılda meydana gelmekteymiş. Biraz daha yürüdükten sonra akan küçük bir dere gözüme çarptı. Bu dere mağarayı yaşayan bir mağara haline getirmişti. Yaklaşık bir saatte dolaştığım mağaradan ayrıldığımda diğer bir rotama ulaşmak için yola koyuldum.

Zonguldak merkezde indikten sonra tren garına doğru ilerledim bir sonraki durağım mükemmel, geniş bir sahili bulunan Filyos’ tu. Tren biletimi alıp görevliye teslim ettim, mesafe kısa olduğundan insanlar boş buldukları yerlere oturabiliyordu. Bir tane boş koltuk bulup oturdum. Neredeyse 45 dakikalık yolculuğumun ardından Filyos’ a ayak basmıştım.

FİLYOS KALESİ

Filyos’ a indiğimde bana çok uzak olmayan sahil gözüme çarptı. Hemen yavaş yavaş gardan uzaklaşmaya karar verdim. Sahile doğru gidiyordum. Sahilde bir kafeye oturup denize karşı bir şeyler yedim. Daha sonra Filyos’ un yerlilerinden olan bir amcayla sohbet ettik. Taksiye binip Filyos Kalesi’ne doğru ilerlemeye başladık. Filyos’ u tam tepeden gören bu kale mükemmel bir sahil manzarasına sahipti. Bütün sahil manzarasını barındıran görüntüde fotoğraf çekmemek olmazdı. Kaleye doğru ilerlediğimde kalenin kuzey tarafına yani Filyos’un ilk yerleşim yerinin olduğu bölgeye doğru baktım. Tam bu bölgede Orta Çağ kalesine ait duvarlar, sütunlar ve Helenistik Roma dönemlerinden olduğu bilinen kule kalıntıları yer alıyordu. Kalenin tepesinde ise mermer sütunlar ve yine mermer yazıtlı bir levha taş lahitler tuğla mezarlar ortaya çıkarılmıştı. Kent merkezine çok yakın olan bu kalenin manzarası çok hoşuma gitmişti. Filyos’a tekrar geldiğimde görmek isteyeceğim bir yerdi. Merkeze tekrar inip bir balık lokantasında yemeğimi yiyip evime döndüm. Bugün benim için çok yorucuydu ama bir o kadar da güzeldi.

42
This free e-book was created with
Ourboox.com

Create your own amazing e-book!
It's simple and free.

Start now

Ad Remove Ads [X]
Skip to content