by Erkan
Copyright © 2021
Edanur Y.
1040
İNSANLIK
Ahmed adında siyahi bir genç Afganistandan Amerikaya ailesinin geçim sıkıntıları izinde gitti. Amerika’da bir kasabada köle olarak ortaya çıkan genç zamanla halkın sevgisini kazandı. Tabi aralarında 3-5 tane bozuk yumurta vardı. Ahmedi dini secimi ve ten renginden dolayı yargılayıp potansiyel insanlara yardım etmemesini düşünenler vardı. Hatta belki de ileriye gitmişti ki siyahilerin şeytanla akraba kasabaya uğursuzluk getirebileceğini düşünüyordu. Fakat aklını kullanabilen insanlar böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söylüyorlardı.
Gel zaman git zaman Ahmed Doktor Robert yanında bakıcılığı yapmak için ise başladı. Ahmed çok konuşmaz sakalasmaz sadece çok sevdiği ile ilgilenirdi. Doktor Robert de laubaliliğe gelmez işini hakkıyla yapan kişiler severdi. Robert kasabanın soylu saygın ve başarlıindendi. Robertin 5 yasinda Jack adında bir oğlu vardı. Cadılar bayramına oğul 1 gün kalmıştı ailece
alışveriş çıkıp Jack için kostümler ev için ise birkaç ıvır zıvır aldılar. Cadılar Bayramında Çocuklar saat 16.00dan sonra toplar kasabanın merkezinde geç saate kadar olabilir. Ahmed bu bayramı çok saçma bulur Müslümanların kutlamasına anlam veremezdi. Fakat saygı duymayı ihmal etmezdi. 31 ekim geldiğinde Doktor Robert’ın oğlu Jack en sevdiği karakter olan drakula kostümünü giyip kapı kapı şeker toplamaya çıktı. Saat 23.00 olunca kasabada eğlence başlamıştı. Jack şeker toplarken yorulduğu için annesi onu kasabanın merkezine indirmedi yattı. Elena evden çıkarken Ahmedi kitap okurken.
Elena:
-Hey, Ahmed sende gel, dedi.
Ahmed:
-Hayır, dedi. Kendinden gayet emin bir içki.
Elena çok ısrar etti, sonunda:
-Ufacık bir şapka varsa lütfen jel, dedi Elena.
Ahmed, Elenayı kırmadı sadece yarım saat kalıp eve dönmeyi planlamıştı.
Kasabaya indiklerinde herkes çok eğleniyor dans ediyordu. Ama Ahmede göre bir ortam değildi. Belki dini seçimdenden belkide ortamın fazla gürültülü olmasındandı. Çok geçmeden Ahmed eve gitmek için yola koyuldu.
Eve yaklaştıkça evden gelen dumanlar büyüyordu. Jackin evde tek olduğu ve uyuduğu aklına geldi ve resmen başından kaynar sular indi. Jack ” İmdat, imdat!” diye bağırıyor ağlıyordu. Ahmad eve öyle bir girdi evdeki ateş adeta cehennem ateşinden farksızdı. Ahmed’in bütün bedeni yandı. Çoktan evin çevresine kalabalık yığıştı. ve Elena “Jack oğlum…” diye feryat ediyordu. Evin arka kapısından Ahmed kucağında Jack ile kalabalığa doğru ilerledi. Ahmedin durumu ağır olduğu için ilk önce o ambulansla hastaneye gitti. Doktorlar Ahmedi görünce “Zavallının hiç şansı yok bile ölü gibi hayatını sürdürmek zorunda kalacak” diyorlardı. Ahmed’in yüzü tanınmayacak biçimde yanmıştı. Âdeta yüzüne kezzap dökülmüş gibiydi zavallının. Jack sadece ufak yanıklarla atlatmıştı. Günler geçti Jack iyileşmişti. Fakat zavallı Ahmedin yüzü hâlâ aynı şekilde yanıktı. Kasaba da özellikle çocuklar ve kadınlar Ahmetten çok korkarlardı. Bu durumdan şikâyetçi olan kadınların kocaları Ahmed’in ya bu kasabadan gitmesini yada idam edilmesini istiyorlardı. Ama Ahmed’in ne suçu vardı ki sadece canı pahasına da olsa bir çocuğun hayatını kurtarmıştı. Tek suçu olsa olsa insanlık yapmış olmasıdır…
RUYA A. – 146
DEPREM ANI
Burak bugün derste anlık nasıl davranması öğrenmişti. Okul bittikten sonra eve gelip bugün öğrendiklerini ailesine anlatıyordu. O bir sarsıntı hissetti.
Hemen odasındaki avizeyi kontrol etti. Avize sallanıyordu. Deprem oldugunu anlamıştı. Hemen panik olmadan bugün okulda öğrendiklerini öğrenmeye başladı. Yanındaki aile üyeleri paniklemeye başlamıştı. Hemen onları sakinleştirmeye çalıştı. Burak hemen kedisinin yanına gitti. Burak, kedisi ve aile Üyeleri güvenli bir yerde saklanmaya başladılar. Depremin şiddeti büyük olduğu ve evleri giydirmek için evleri yıkıldı. Beş saat sonra AKUT ekiplerinin sesini duydular. Akut ekibi şöyle diyordu:
” Sesimi duyan var mı, eğer duyuyorsan sert bir cisimle 3 kere vuruluyor! ”
Bu çağrıyı duyan Burak ve ailesi sert bir cisimle 3 kere vurmaya başladılar. AKUT ekipleri Burak ve ailesinin çağrısı duyup onları kurtarmak için giriş başladılar. Bir, bir buçuk saat sonra Burak ve ailesini yerden yerden kurtarıldılar. Kedisini de sağlıklı bir şekilde kurtardılar. Burak bugünkü dersi çok iyi bir şekilde dinlemiş, öğrenmiş ve hayat üçgeni oluşabilecek yerlere ailesini saklamıştı. Burak ailesinin kurtarılmış ve güvende geri seviniyordu.
Burak o günden sonra derslerini daha dikkatli dinliyor ve düzenli olarak tekrar ediyordu. Çünkü deprem günkü dersi iyi dinlememiş olsaydı belki şu an hayattadi.
NOT: İzmir Depreminden sonra yazılmıştır.
İbrahim Can A. 983
KİRLİ ÇEVRE
Eski keşfedilmemiş bir ülke varmış. Bu ülke çok temizmiş ve temizlik kuralları çok ağırmış. Çevreyi kirletecek işler yapanlar büyük cezalara çarptırılıyor, bundan korkan insanların hiçbiri böyle işlere cesaret edemiyormuş.
Deniz ve toprak temizliği çok önem veriliyormuş. Yerlere ve denize çöp atılması çok kötü bir şey olarak tanımlanıyormuş. Bundan topraktan ve deniz -aşırı derecede- temizmiş.
Hava temizliğine de çok önem veriliyormuş bu parayla. Havayı kirletecek her türlü davranıştan uzak duruluyormuş. Ancak yalnızca pek işe yaramayan – onları kesmek için de yetkililerden izin almak gerekiyor. Ağaçları boş yere kesenler ve yapraklarını döken lere cezalar veriliyormuş. Evlerin ve fabrikaların filtreleri en iyi şekilde yapılıyor, çevreye kirli dumanlar saçmasına -kesinlikle- izin veriliyor muş. Gemiler değişik bir sistemle yapılıyor, bu sistem ile hem çevreye kirli dumanlar salması, denize kirli şeyler bırakılmaması sağlanıyormuş.
Ülke temiz kalmaya devam ediyormuş. Her türlü bitki yetişiyor, buna bağlı olarak görsellik maksimuma çıkıyormuş. Aynı zamanda bu ülkenin tatlı suları ile her şey yapılabiliyormuş.
Bu temiz, güzel ülke yavaş yavaş kirlenmeye başlamış. Bunun nedeni 3 tane insanmış. Gelin şimdi olayı bizzat yaşamış yaşlı dedemizden dinleyelim:
”Çok temiz bir ülkeydik ancak kirlenmeye başladık. Bunun nedeni üç tane insandı. Bu üç insan ülkemize şöyle geldiler: Normal bir yaz günü. Ufukta bir gemi gözüktü. Herkes sahillere uçuşmuştu. Normalde böyle gemilere alışıktık ancak bu gemiyi değişik yapan, bacasından simsiyah dumanlar yayması ve geçtiği yer kararmasıydı! “
”Herkes merakla bu geminin içinden kimlerin çıkacağını bekliyordu. Geminin içinden üç insan çıktı. Dillerimiz, giysilerimiz kısacası çoğu şeyimiz birbirinden farklıydı. Neyse ki beden dili ile anlaşabiliyor duk. Kısa sürede onlar da bizim dilimizden konuşmaya, bizim giysilerimizden giymeye ve hatta bizim gibi davranmaya başladılar. Her şeyimizi benimsemişlerdi ancak benimsemedikleri tek bir şey vardı. Kurallarımız…”
”Bizim en titiz olduğumuz konulardan biri olan çevre temizliğine hiç önem vermiyorlardı. Ellerinde bir çöp varsa ve sokakta veya deniz kenarında iseler, bunu denize veya yere atmaktan asla çekinmezler. Kanunlarımıza göre yabancı insanlar -asla- hapse girmiyor lardı. Böylece çevre yavaş yavaş kirlenmeye başladı. Ama bu daha bir şey değildi…”
”İlk önce yer ve deniz kirliliği başladı. İçilebilecek ve iş yapılabilecek sularımız ve denizlerimiz gittikçe kirlenmeye başladı. Artık sularımız ile her şey yapılamıyordu. Aynı zamanda sularımızda yaşayan balıklar da kirlilikten ölmeye başlamışlardı. Üç kişiyle her yan kirlenir mi diyeceksiniz. Çevreyi kirletenler sadece üç kişiden ibaret değildi. Çevreyi kirletmeye eğilimi olanlar da çevreyi kirletmeye başladılar.”
”Yer kirliliğine gelince ülkemizdeki sokak kirliliğinden kat kat daha fazlaydı. Sanki sokaklar bir çöp havuzuna dönüşmüştü. Yer ve deniz kirliliğine bağlı olarak hava ve görüntü kirliliği de başlamıştı. Artık filtrelendirme lere özen gösterilmiyor, gemiler ve binalar hiçbir kurala uygun olmadan yapılıyordu. Her tarafta çöpler olduğu ve denizler de çöp dolu olduğu için görüntü kirliliği başlamıştı. Etrafına baksan her tarafta pet şişeler, denize baksan deniz gri-siyahımsı bir renk almış, havaya baksan simsiyah dumanlar güneş’in bile önüne geçmişlerdi.”
”Bir gün o üç insan dinleteceklerini söyleyip gittiler. Dokuz ay bekledik. Sonunda o ayın sonunda geldiler. Gemi Yanlarında vardı. 1000 kişi çıktı (Bu kadar da arkadaş olmaz ki canım). Bizim geldiğimiz dış dünya onların geldiği ülkelere ise dış dünya diyorduk. Dış dünyalıların nüfusu iç dünyalılarınkine yaklaşmıştı. Bundan çevre bundan daha kirlenmeye başlamıştı. Yapılan istatistikler her 5 insandan birinin çevreyi kirlettiğini gösteriyordu. ”” Artık ülkemizde eskisi gibi her türlü bitki yetişmiyor, su kullanılmıyordu. Hastalıklar ve ölümler artmıştı. Bir tepeden bakıldığında ”Ben burada nasıl yaşayabiliyorum?” diye bir soru ister istemez insanın aklına takılıyordu. ”Sadece tane insan böyle güzel ve yaşanacak bir ülkeyi yaşanamayacak duruma getirildi
SÜMEYYE U.
1032
BİR GÜN
27 Mart 2017 sıradan bir gün (sözde). Yavaş yavaş okula gidiyorum. Hiç acelem yok. Yürüdüğüm kimse yanımdan koşarak dışarıda. Kollarımızın değdiğini hatırlıyorum. Arkasından arabayla adamı kovalıyorlar. Adam bizim okula girip sevdiğim bir öğretmeni öğretmenler odasına kilitliyor. Zaten kötü bir rüya görmüşüm, korkuyorum, ne yapmam gerek bilmiyorum. Okulda bekliyorum öylece. İstiklal Marşı okunuyor ve öğretmenimin yanına gidiyorum iyi mi diye. İçimde kötü bir his var rüyadandan mı yaşanılan olaydan bundan mı bilmiyorum. Benim bu garip durumumu arkadaşlarım fark ediyor. Neyin var diye soruyorlar. Kimseyle konuşmak istemiyorum konuşmayı bu kadar seven ben. Herkes sussun istiyorum. O mesajın içimdeki bir ses bitiriyor beni, kötü bir şey olacak, birine bir şey olacak. Umursamıyorum, umursamak istemiyorum daha doğrusu. Başım ağrıyor. Geçti diyorum kendime bir şey olduğu yok. Dersin başlamasına daha var. Sohbet ile çalışıyorum. Sohbet edemiyorum sadece çalışıyorum. Şunu da söyleyeyim rüyamın baktığımda ölüm vardı. O günden sonra rüyalara inanmamayı tercih ettim. Derse hazırlanmaya başladım. Çıkardımimi, kitabımı, Kalemlerimi söyleniyorum kendime ne kadar çok kalemin var diye. Ne yapayım seviyorum. Ve ders zili çaldı. Ders Türkçe, beni bu dersi sevdiren öğretmen derse giriyor. Başlıyor ders anlatmaya. Gözlerim onda, aklım kim bilir nerelerde. Ders bitene kadar iç sesimle savaş ediyorum. O günden sonra rüyalara inanmamayı tercih ettim. Derse hazırlanmaya başladım. Çıkardımimi, kitabımı, Kalemlerimi söyleniyorum kendime ne kadar çok kalemin var diye. Ne yapayım seviyorum. Ve ders zili çaldı. Ders Türkçe, beni bu dersi sevdiren öğretmen derse giriyor. Başlıyor ders anlatmaya. Gözlerim onda, aklım kim bilir nerelerde. Ders bitene kadar iç sesimle savaş ediyorum. O günden sonra rüyalara inanmamayı tercih ettim. Derse hazırlanmaya başladım. Çıkardımimi, kitabımı, Kalemlerimi söyleniyorum kendime ne kadar çok kalemin var diye. Ne yapayım seviyorum. Ve ders zili çaldı. Ders Türkçe, beni bu dersi sevdiren öğretmen derse giriyor. Başlıyor ders anlatmaya. Gözlerim onda, aklım kim bilir nerelerde. Ders bitene kadar iç sesimle savaş ediyorum.
Ve teneffüs, başımı sıraya yaslayıp gözlerimi kapatıyorum. Başımın ağrısı geçmeye başlıyor. O gün için sevinebileceğim tek şey o olabilir. Ama sınıftakilerin bağırışları beni sinir ediyor. Ben çabuk sinirlenen bir insanım bunu diyorum kendi kendime. Bağırışlar, koşuşturmalar, şarkı söylemeler şarkılar söylüyor insanı. Teneffüs bitti, öğretmenin gelmesini sağlayabilecek. Sonunda geldi. Derseye devam ediyoruz. Dersin ortasında sınıfın kapısı tıkladı, yengem gelmiş. Kendi kendime ne oluyor diyorum. Yanına gidiyorum.O twitter babam işten geliyor. Arabaya binip abimin okulu”Çantanı topla Kütahya ‘ya gidecekmişsiniz.’ ‘Diyor. Niye diye soruyorum. ” Gezmeye ” diyor. Annem işte, babam işte nasıl gezmeye gideriz diye düşünüyorum. Ben çantamı toplarken öğretmen yengemle konuşuyor. Yakın arkadaşım gitme diyor sınavlar var. Gülüyorum. Komik. Deliriyorum herhalde. Yengemle gidiyoruz, o bizim için valiz hazırlıyor, ben de kuzenimle kahvaltı ediyorum. Kuzenime dönüp ” Kesin bir şey oldu yoksa durduk yere neden gidelim. ” Diyorum. O da ” Bir şey olsa bile çok üzülme. ” Diyor. İçten içe dediklerini garipsiyorum na gidiyoruz. Babam dedemin hasta olduğunu söylüyor. Onun yanına gidiyormuşuz. Diyorum iyileşir bir şey olmaz. Arabada camdan dışarı bakıyorum, sanki yollar bitmiyor iki yol üzerinde saat gibi sürüyor. Havada çok fazla sis var. Sonra sabah yaşanılan olayı babama anlatıyorum ve bana dikkat etmemi söylüyor. Köye varıyoruz. Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başlıyor. Dedemlerin kapısının önünde bir sürü araba. Allah’ım diyorum niye bu kadar kalabalık sadece hastalanmış. Eve girince annemi görüyorum ağlamış onu halinden belli, kıyamıyorum. İyileşir diyorum. Evdeki yaşlı kadın misafirler başsağlığı diliyor. Hala salak gibi dedemin öldüğünü anlamıyorum. Dedemin yanına gidiyorum, uzanıyor, hala canlı gibi. Bir hafta sonra Bursa’ya dönüyoruz arkadaşlarım yaşlı kadınlar gibi baş sağlığı dilemeye başlıyor.
Anlıyorum ki dedemin öldüğünden bütün dünyanın haberi var bir benim haberim yok. Ve sonra aklıma bir söz düşüyor; ölen ölümü bilmezmiş meğer ölüm kalanlar içinmiş.
Irmak D. 151
HAYAT
Sonuç olarakta ambulans bir çağrı üzerine yola çıkmıştı ve o ambulans ise Ali’nin babasını gidiyordu.Ali’nin çocuğu kalp krizi geçirmişti ve annesi hemen ambulansı aramıştı. Ali’nin en büyük hayali ise gerçekleşememişti.Hem Ali hem çocukları hayata gözlerini yummuştu.Belki de ikisi de yaşasaydı boğazlarından bir lokma geçecekti.Ama hayatta hiçbir zaman ne haz belli değil.Şimdiden sevdiklerimizle iyi vakit geçirmeli, onları üzmemeli ve hal hatır sormalıyız çünkü bu dünyada aileden önemli çok az şey var…
Tuğçe A.10 / A 1044
SAKAT KÖPEK YAVRUSU
Hayvan dükkânı sahibi olan adam bir tabela hazırlamış. Üstünde ‘Satılık Köpek Yavruları’ yazan bu tabelayı kapıya asmış. Çocukların böyle yazılara ilgi gösterdiklerini biliyormuş. Çok fazla zaman geçmeden kapıda bir çocuk belirmiş:
“Köpekleri kaç liraya satıyorsunuz?” diye sormuş. Dükkân sahibi, “25 liradan 50 liraya kadar değişiyor,” diye cevaplamış. Küçük, elini cebine götürüp “3 lira 65 kuruşum var, en azından yavrulara bakabilir miyim?” diye sormuş. Dükkân sahibi yüzünde gülümsemeyle bir ıslık çalmış ve arkadaki kulübesinden büyük bir köpek ve peşinde koşturan beş tüy yumağı çıkmış. Yavrulardan bir tanesi oldukça arkadan geliyormuş. Küçük çocuk topallayan yavruyu gösterip, “Onun nesi var, neden öyle yürüyor?” demiş. Veteriner ona baktı. Arka bacağının kemiğinde bir sorun varmış, o yüzden hep öyle topallayacak, diye açıklamış dükkân sahibi. Küçük çocuk bu duyduklarından sonra heyecanla “Ben onu almak!” demiş. Dükkân sahibi, “Hayır evladım onu almak istemezsin, hem istesen bile parayla olmaz zaten,” demiş. Birden küçük dışarı morali bozulmuş, yüzü düşmüş. Gözlerini dükkân sahibinin gözlerine dikip, “Hayır! O da diğerleri gibi para karşılığı alınmayı hak ediyor. Şimdi boyutu “3 lira 65 kuruşumu vereceğim ve borcum tamamlanana kadar onu hafta 1 lira getireceğim! “Demiş. Dükkân sahibi ısrarla devam etmiş:
“Bak oğlum, o senin istediğin gibi koşup zıplayabilecek, oynayabilecek bir köpek yavrusu değil.” Küçük çocuk o anda pantolonunun paçasını yukarı çekip bacağını destek demir çubuğu göstermiş. Sonra da gözlerini tekrar çevirip, “Ben de koşamıyorum işte. Bu yavru köpekçiğin onu anlayacak birine ihtiyacı var! ”
“ENGELLİ OLMAK ÖĞRENMEYE VE ÜRETMEYE ENGEL DEĞİLDİR. BU DÜNYAYA İSTEDİĞİMİZ GİBİ GELMEDİK İSTEDİĞİMİZ GİBİ GİDEMEYİZ. KARANLIĞA SÖYLENECEĞİNE BİR MUM YAK! ”
NİSANUR Z. 10 / A 802
TURNER SENDROMU
Bir hafta sonra Melike tam 9 yaşına basacaktı. O günü iple çekiyordu annesi ile pastasını şimdiden seçmişlerdi bile.
Kocaman, meyvelerle süslenmiş bir pastaydı. Tek Arkadaşı Ahmet’e de söylemişti ama Ahmet o gün arayıp gelemeyeceğini söylemişti. Melike yine Turner Sendromu hiç arkadaşı olmadığını, kimsenin onu sevmediğini düşünmeye başlamıştı.
Annesi onu çok sevdiğini söylese de Melike doğru olmadığını düşünüyordu .Turner sendromu yüzünden boyu diğerlerinden kısa, ufak tefek bir kızdı.
Sınıf arkadaşları küçük Meli diye seslenirlerdi. Melike ona ne kadar üzülse de kimseye söylemezdi. Bir tek Ahmet ile çok iyi anlaşırlardı tek dostu oydu. Tabii, Luna dan sonra Luna Melike’nin biricik kedisiydi. Okul dönüşü büyük bir heyecanla kapıda Melike’yi beklerdi, o gelene kadar asla ayrılmazdı.
Lu’nun sevgisi bambaşkaydı. Günler hızlıca geçip gitmişti. Başta büyük bir heyecanla bekleyen Melike artık hiç önemsiyormuş gibi durmuyordu. Ahmet’in de gelmiyor oluşu ona epey üzmüştü .Annesi çok üzülüyordu bir şey yapmalıydı gidip Melike’nin sınıf arkadaşları ile konuştu .Yarın ufak bir parti yapacaklarını anlattı. Melike’nin Ne kadar üzüldüğünü duyan arkadaşları Melike için bir şeyler yapma karar verdiler. Hep beraber Parti hazırlığına giriştiler.
O gün gelip çattı Melike uyurken herkes hazırlıklara başlamıştı bile yiyecekler, çaydanlık, balonlar her şey tamamdı. Sıra Melike’yi uyandırmaktaydı.Bu görev annesinindi, annesi Melike’yi uyandırmaya gitmişti.Ama o yataktan çıkmamak da ısrar ediyordu. Zar zor yatıp çıktı. Melike içeri girdiğinde görünce Mutluluktan havalara uçmuştu, hiç beklemediği bir şeydi. Ahmet de gelmişti mutluluğu iki katına çıkmıştı. “Bir insanın mutluluğu İşte bu kadar kolaydı.”
ZAHİDE SENA K. 10 / A 1309
DEPREM
Yağmurlu bir günde kokusunu içine çekince daha güzel bir huzur bulabileceğin insanların bir saniyede hayatını değiştirebilecek olaylar başlayabilir. Bunu yaşayan kişilerden biri de Ayşeydi.O gün yapmak istediği bir sürü planı vardı; ama o gün evinde otururken bir sarsıntıyla sağlığın önemini ve tedbirin önemini daha iyi anladı.Bir ve ev sallandı hemen masanın altına saklandı.O bir aklında iki şey vardı. O anda babasını düşünüyordu çünkü babası işteydi ”Acaba babam enkaz altında mıydı?” Diye korkunç düşünceleri kafasından silemiyordu. Diğer düşündüğü annesi ile enkaz altından çıkabilecek miydi? Annesiyle birlikte aynı yerdeydi. Ayşe annesine sürekli “Anne çok korkuyorum” diyordu. Annesi ise hem korku içinde hem de kızını sakinleştirmeye çalışıyordu.Bir süre şok içindeydiler ne yapacaklarını düşünemez haldeydiler. Ayşe ‘ nin annesi, kendini toparlamaya çalışıyordu ki o anda bir şey buldu.Bulduğu şey onların hayatlarını kurtaracaktı.Ayşe’nin annesi, deprem anlık en önemli şey olan telefonu bulmuştu. Çok mutlu oldu çünkü telefonla AFAD’ıarayabilecekti.Telefona ulaşmaya çalışıyordu çok zorlandı ama ulaşabildi. Hemen AFAD ‘ı aradı:
Ayşe’nin annesi:
“Bizi kurtarın ne olur” dedi.
AFAD:
“Hanımefendi sakin olun. Biz sizi kurtaracağız, etrafınızda ne olduğunu söyleyebilir misiniz? ”Dedi.
Ayşe’nin annesi:
“Her yer karanlık içinde hiçbir şeyi net göremiyorum” dedi.
AFAD:
“Yanınızda var mı?” Dedi.
Ayşe’nin annesi:
“Kızım var” dedi.
AFAD:
“Tamam biz sizi bulucağız siz telaşlanmayın” dedi.
Telefonu kapattı AFAD’ın bulmasını bekliyorlardı.Ayşe ve Ayşe’nin annesi “imdat!” Diye bağırıyordu. Bir anda bir el uzandı, o el bir AFAD ekibinin eliydi çok sevindiler. Buradayız diye bağırdılar AFAD ekibi onları bulmuş çıkarmaya çalışıyorlardı. Sonunda mutlu oğul oldu ve AFAD ekibi onları çıkarabildi.Birkaç yerden yararlanmışlardı ama o bir ki yaşama sevinci acının yarısını bastırmıştı. O an Ayşe babasını gördü ve çok mutlu oldu babasında bir şey yoktu. Sonra doktorlar Ayşe ve Ayşe’nin annesinin sağlık durumu iyi mi diye hastaneye götürdüler. Ayşe o gün bir şeyi çok iyi anlamıştı.Depremle ilgili okuduğu kitaplar onun ve ailesinin işine yaramıştır .O günden sonra artık depreme dayanıklı olan evlerde oturmaya karar verdiler.
YÜZÜK
Kuyumcunun yanındaki siyah ve tozlanmış bir arabanın camından son kez saçlarını kontrol etti. İçinde önleyemediği bir heyecan boy göstermişti. Cebini yoklayıp paralarının yerinde yerinde olduğunu temenni edince oğul kez gömleğinin yakalarını düzeltip kuyumcular doğru yürümeye başladı.
Kuyumcular yaklaştıkça nefesi hızlanıyor, kalbi sanki maratondaymışçasına çarpıyor ve bacakları titremeye başlıyordu. Nasıl yapacaktı? Nasıl aşık olduğu kıza evlenme teklifi edecekti? Tabi önce yüzüğü almalıydı. Ama ya cebindeki para eksik çıkarsa… Kuyumcuya da rezil olurdu içerideki müşterilere de… Geriye dönüp baksa mıydı? Ya cebi yırtılmış ve paralar yere saçılmışsa… Bu görev atlamayıp yavaşça arkasına döndü… Yok! Paralar cebinde ve güvendeydi. Ama ne kadar güvendeydi? Ya biri çıkıp gelse ve paralarını çalmaya kalkışsa… Bu sıska ve çelimsiz bedeni karşı koyamazdı ki o zaman. Eger paralar elinden giderse o zaman yüzük de alamaz ve sevdiği kadına asla ulaşamazdı.
“Keşke o da onu ne kadar sevdiğimi bilse bilse.” diye düşündü birden. “Keşke!” … Ama yapacaktı, ona evlenme teklifi edip bu işi uzatmayacaktı. Peki ya ev… Evi olmadan olmazdı. Hele ki kız, ailesi tarafından el bebek gül bebek gibi büyütülmüşse; akli hep küçük bir çocuk gibi ileride beyaz atlı prensin gelip onu şatosuna götürmesini bekleyen bir kızsa… Kendisi bile oturduğu evin kirasını zar zor öderken… Bir dakika, doğru ya kira… Eger yüzüğü alırsa bu ayın kirasını ödeyemeyecek, ev sahibinin dilinden düşmeyecekti… Hele bir de onu bir bahaneyle evden atmayı bekleyen kibirli bir ev sahibi vardı. İşi çok zordu… Evet, evet kira öncelikliydi. Hem kış yaklaşıyordu. Bir de bunun üzerine sokak sokak ev arayamazdı ya… Hem zaten üniversiteyi bitirmek bir yıl kalmıştı… Alacağı kitaplar,
“Bir yıl daha beklemeliyim.” diye düşündü. “Sadece bir yıl. Şu mesleği edineyim de sonra çalışıp para biriktirerek yine alırım yüzüğü.” Aynen, aynen! Zaten bu düşünceyi de arkadaşları sokmuştu kafasına… Başını sola sola salladı. “Ah şu aptal kafam! Ne diye uyuyorsun şunlara?” diye yakındı. Kendi özel tasarım önemliydi. Hem yine çalışır bir şekilde alırdı yüzüğü. Kız kaçmıyor ya!
O bir esen rüzgar gar tüylerini diken etti. İçini tuhaf bir hızla sardı. Saçları yine dagilmisti ve istemsizce eli cebindeki paraya gitti. Derin bir nefes aldı. Birden aklından az önceki cümle geçti.
“Kız kaçmıyor!” Hatırladığı cümle ile irkildi. Fark etmeden sesli bir şekilde, “Ya kaçarsa!” Diye konuşunca, hemen arkasına dönüp kuyumcuya doğru hiç düşünmeden hızla koşmaya başladı. Fakat o sohbet yanından geçen bir çiftle blog duraksadi. Sarı, beline kadar kopuk dalgalı saçları ve aşinasi olduğu kahkahasıyla beraber sevdiği o anlayınca istemsizce yutkundu. Belki de bu bir kaderdir de burda ile karşılaşacağız, diye düşündü. Ama o yanındaki adamın sevdiği elini tutup kuyumcuya doğru götürdüğünü farkedince içi burkuldu.
“Evet, evet ben en iyisi kirâmı ödeyeyim. Kesin o ev sahibinin bedduası tuttu.” diyip gerisin geri evine doğru koşmaya
Şükran E.
Berat Alperen Y. 1395
ENGEL SANDIKLARIMIZ
Sınavı kazandığından yeni haberi olmuştu. Heyecanlı bir şekilde yakın arkadaşı olan Mete’ye haber artan gidiyordu. Otobüs bileti sipariş parası kalmamıştı. Son harçlığını da onun gibi yetim ve öksüz olan tanıdığı bir çocuğa vermişti. Yolda yürürken müzik dinlemeye bayılırdı. 3 yıl önce biriktirdiği parayla mp3’den açtığı bir müzikle yolda yürümeye koyuldu. Müziğin sesinden etrafı duyamıyordu ve bunun farkında değildi. Yolun karşısına geçerken birden çok kısık bir araba kornası duydu.
Uyandığında hastanedeydi. Vücudunun vücudumuz ağrıyor, içi garip bir hisle doluyordu. Anlaması çok uzun sürmedi, Mete’ye döndüğünde gözlerinin morarmış oldugunu gördü. Yorgun bir sesle sordu.
-Yerim ağrıyor, ne oldu bana?
Mete’nin sesi titriyordu, nasıl açıklayacağını önceden düşünmüştü ama o bir aklına gelmedi. En iyisinin doktoru beklemek olduğunu düşündü, Cengiz’in gözünün içine baktı.
-Sakin ol kardeşim, doktor gelince her şeyi anlatacak.
Cengiz’in ağrılarını bastırıyor, onun çığlık atacakmış gibi tıslıyordu. Nihayet Doktor Gül Hanım gelmişti. O da uzayan bu genç delikanlı böyle görünce ama mesleği icabı belli etmiyordu, elinde bir sonuç kağıdı ile Cengiz’in ayağının ucunda dikildi.
-Geçmiş olsun Cengiz, çok ciddi bir kaza atlattın. Şimdi sakin ol, seninle biraz konuşmamız lazım.
Cengiz’in stresi gittikçe artıyordu, gözleri Mete ve Gül Hanım arasında gidip geliyordu. Kafasını hafifçe evet anlamında salladı… Gül hanım kısa ve öz konuştu.
-Maalesef kaza sonucu belden aşağı felç kaldın, yola çıkarken keşke daha çok dikkatli olsaydın. Geçmiş olsun.
Cengiz ve Mete göz yaşlarını tutamadı…
…Aradan tam 10 yıl geçmişti. Cengiz engelli hayatına biraz olsun alışmıştı. Arkadaşı Mete ona bu konuda en çok destek olan kişiydi, ne ihtiyacı olursa olsun sesini çıkarmadan alıyordu. Maddi durumları çok iyi değildi. Mete’nin sayesinde ellerine biraz para geçiyor, onunla da ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Yetimhanedeki bakıcısıyla çok iyi anlaşıyor, ona bir teyze gözüyle bakıyordu. Durumunu öğrendikten sonra ona gönüllü olarak bakmayı kabul etmiş, anne sevgisiyle her işine koşturur olmuştu. Cengiz bazen çok mahcup olsa da elinden bir şey gelmiyordu. En azından maddi açıdan yük olmamak için iş aramak istiyordu ama bacaklarındaki felç ona mani oluyordu. Bir gün aklına bir fikir geldi, ona uygun bir iş arayacaktı. Mete ve Teyzesine durumu anlattı, biraz zor da olsa ikna oldular. Eline aldığı gazetedeki iş ilanlarına bakıyordu fakat ya ücreti çok düşüktü ya da onun yapabileceği düzeyde bir iş değildi. Kapıcılık, temizlik görevlisi, çaycı ve kurye gibi işler ona göre değildi. Daha çok masa başı veya kazandığı bölüm olan bilgisayar mühendisliğiyle ilgili işler olabilirdi. Ne yazık ki şansı halen yolunda gitmiyordu çünkü aranan vasıfların hiç biri onda yoktu. Birkaç kere aradığı yerlerden engeli dolayısıyla kabul edilmemişti. Umudu ve morali gittikçe tükeniyordu. Son kez Mete’ye danışacaktı ki Mete kapıyı kırarcasına bir hızla eve daldı.
-Buldum!
-Ne buldun?
-Ne olacak tabii ki kardeşime iş buldum.
Cengiz’in gözleri heyecandan alev alıyor, içindeki heyecan öyle kuvvetleniyordu ki bir an ayağa kalkacağını düşündü sonra içinde buruk bir sevinçle kollarını havaya kaldırıp “Ollleeyy.” demekle yetindi. Ne işi yapacağını sormayı bile unutmuştu, Mete ondan erken davranıp:
-Ne iş yapacağını sormayacak mısın?
Cengiz bir an duraksayıp sırıttı.
-Güvenim tam sana Mete, en iyisini bulduğuna adım gibi eminim.
Mete küçük bir göz kırptı.
-Teyze, bir çay demler misin o sırada bu iş meselesini konuşalım.
Teyze hiçbir şey demeden mutfağa gitti…
-Eee, ne işiymiş bu ne yapacağım ben?
-İşin çok rahat, bizim bir emlakçı abi vardı iki üst sokakta hatırlıyor musun?
-Neydi o abinin ismi… Heh, Mahsun Abi.
-Evet, Mahsun Abi’nin işleri bayağı bir açılmış. O da eleman aramaya başlamış telefonlara bakması için. Bugün manava giderken oradan geçiyordum bir sorayım dedim, sağ olsun hemen kabul etti. Bu hafta gelsin başlasın dedi. Parası da tam istediğimiz gibi makul bir ücret, hadi yine iyisin.
Cengiz’in kalbi çok seri bir şekilde atıyordu. Çok sevinmişti bu habere. Derhal başlamak istiyordu. Yatağına gittiğinde daha erkendi, sabırsızlıktan erkenden uyumuştu. Sabah 07.00’da uyanmıştı Cengiz. Teyzenin yardımıyla üstünü başını giyip tekerlekli sandalyesiyle mutfağa gitti. Sıcak çayı içinin yandığını anlamadan içti ve hemen evden çıkıp emlakçıya doğru yola koyuldu. Artık onun da bir işi ve alması gereken sorumlulukları vardı. Emlakçıya girdiğinde garip bir stres vardı. Mahsun, Cengiz’e bakıp gülümsedi.
-Hoş geldin aslanım, nasılsın iyi misin?
-İyiyim Allah’a şükür abi, geçinip gidiyoruz öyle. Sen nasılsın?
-Şükür. İşler yoğundu yardım edecek birini arıyordum dün Mete ile konuştuk senin iş aradığını söyledi bana.
-Doğru söylemiş abi. Evde kala kala iyice bunaldım zaten, yaklaşık 2-3 aydır iş arıyordum, Allah gönderdi seni.
Mahsun, Cengiz’e işin tüm ayrıntılarını, müşteriye karşı nasıl telefonu açacağını ve diğer önemli hususları aktardı…
Cengiz’in işe girmesinin üstünden 2 yıl geçmişti. Çok ustalaşmıştı ve artık maddi durumu da yoluna girmişti. Teyzesi ve Mete ile kalmaya devam ediyor, sabah erkenden aynı düzen ve disiplinde işine gidip geliyordu. Mahsun’da çok memnundu ondan, bir işi çıktığında ona emanet ediyordu. Cengiz bu süreçte hiçbir şeyin insana engel olamayacağını, en büyük engel insanın kendisine koyduğu engeller olduğunu anlamıştı. Şimdi Cengiz mutlu ve bir iş sahibiydi.
ASLIHAN K. 10 / A 188
SIR GEÇMİŞ
O, dünya parmakla karşı, birçok gencin imrenerek baktığı ve kendine idol seçtiği sayılı iş adamlarından biriydi. Tüm bu ilgiye rağmen Kendini Everest’te, diğerlerini Ağrı Dağı’nda gören bir kişiliği oluşmamıştı. Aksine oldukça mütevazi, alçakgönüllü ve insanlara değer veren bir yapıya sahipti. (Ne kadar onun builiğinden fırsat çıkarmaya, onu çalışan kişiler olsa bile …)
Onun hayatını geçmişini, nasıl bu başarıya ulaştığını araştıran yedilerinin sayısının bir elin parmağını geçmez. Yalnız herkesin bildiği tek bir şey vardı: 7 kişilik ailesinden yalnızca o kalmıştı. Peki ya neden? İşte bu soru cevabı olmayan, hiçbir kaynakta bulamayacağınız bir soruydu. Onun yaşamı hakkında en çaplı araştırmayı yapan araştırmacılar dahi bu konu hakkında en ufak bir parça bulamamıştı. Yaşı 87’ydi. Tam da bu yüzden belkide. 70-80 yıl önceki olayı açığa çıkarmak oldukça zor olduğu gibi onun saklamak istediği geçmişini en ince ayrıntısına kadar saklaması içinde uzun bir zamandı. O ki başarmış. Geçmişini – belkide örnek insanlardan- sak yapmayı başarmıştı. Etrafında dost diyebileceği kimse yoktu, diyebiliriz aslında. Mütevazi, küçük bir bahçeli evi vardı. Ailesinden kimse kurduğu bir aile de yoktu. Yalnız yaşardı. Hizmetlisi dahi yoktu. Bu kadar zengin, aynı zamanda bu kadar takdir evinde de ona yardımcı olması ve ev işleriyle ilgilenmesi için birinin olmayışı oldukça ilginçti. Onun seferinde yalnız yaşamayı sevdiğini ve öğreneceğini böyle geçireceğini söyleyen bu adam “Yalnız yaşadım, yalnız göçerim.” derdi onun sorulanı. Peki bu yalnızlık kaç yaşından beri onu pençelerine geçmişti? İşte ben de onun hayatını araştırmaya son aylarda kendime görev edinmiştim. Merak çok ağır basan bir duyguydu şüphesiz. Onun seferinde yalnız yaşamayı sevdiğini ve öğreneceğini böyle geçireceğini söyleyen bu adam “Yalnız yaşadım, yalnız göçerim.” derdi onun sorulanı. Peki bu yalnızlık kaç yaşından beri onu pençelerine geçmişti? İşte ben de onun hayatını araştırmaya son aylarda kendime görev edinmiştim. Merak çok ağır basan bir duyguydu şüphesiz. Onun seferinde yalnız yaşamayı sevdiğini ve öğreneceğini böyle geçireceğini söyleyen bu adam “Yalnız yaşadım, yalnız göçerim.” derdi onun sorulanı. Peki bu yalnızlık kaç yaşından beri onu pençelerine geçmişti? İşte ben de onun hayatını araştırmaya son aylarda kendime görev edinmiştim. Merak çok ağır basan bir duyguydu şüphesiz.
İnternet aracılığıyla asla ulaşamayacağınız bir geçmişe sahiptir. Yalnız kariyeri hakkında bilgilere ulaşabilirdiniz onun hakkında. Birkaç defa karşılaşmışlığımız var aslında – malum bir gazeteci olduğumdan- kendisini yakın mesafeden görme ve kısa konuşma geçmişliği var aramızda. Tabi tüm bunlar onun geçmişi hakkında bilgi edinmem için yetmezdi. Dostluk kurmalıydım onunla. Aslına bakarsanız karşılaştırdığımız zamanlarda o hep benimle konuşmak isterdi. Röportajları hep benimle yapmak… Isınmıştı belli ki bana ancak bunu kendisini kullanmak merakımı gidermek için yapmamıştım. Hatta bunu ben yapmamıştım, kendiliğinden yüreği bana ısınmıştı, kendiliğinden…
Onunla daha çok karşılaşıp konuşmaya başladık. Aylarca böyle devam etti. Yalnızca karşılaştığımızda konuşuyorduk. Bir gün şaşırtıcı bir şekilde beni mütevazi yuvasına davet etti. Yalnız gazeteci kimliğimden ötürü biraz çekindiğinden bahsetti çünkü basına yansımasını istemiyordu. O an nasıl bir hal aldım anlatamam. Nasıl kızarmışsam, bana bakıp sıcak bir tebessüm etti. Sonra da “Bu durumda dahi utanıp kızaran bir kişi eminim ki evime gazeteci kimliğini unutup gelir, bekliyorum bu akşam.” dedi ve gitti. Kendime geldiğimde uçarcasına eve gidip hazırlandım. Ancak ne aklım ne de mantığım almıyordu bu durumu. Neden? Neden çağırmıştı? Neden beni çağırmıştı? Ayaküstü birçok konuşmamız olmuştu veyahut röportajlarımız. Ancak bunlar yeterli bir neden miydi tanımadığı hem de gazeteci olan bir kişiyi evine davet etmesi için? Anlamıyorum bir türlü. Ve bu düşüncelerle hazırlandığımı bile farketmemiştim. Tam kapıyı kapatıp çıkmıştım ki aklıma şu soru geldi. Peki ya nereye gideceğim? Adresini vermeden beni evine davet eden birine nasıl gidebilirim? O an aklıma yaptığım araştırma kağıtları geldi. Birine adresini yazdığımı hatırladım. Eve tekrar gidip kağıtları karıştırdım. Ve evet buldum. Adresi bulduğuma göre yalnızca oraya gitmek kalmıştı. Yüzlerce düşünce geçirdim yol boyunca aklımdan. Ve kapıya geldim. O an aklıma öyle bir şey geldi ki, o an yüreğimde bir sızı hissettim. Bir acı… Bunu nasıl düşünememiştim? Beyefendi adresini vermeden ben evine gelmiştim. Bu nasıl bir küstahlık. O an geri dönmeye karar vermiştim ki kapı birden açıldı.
— Ah, sonunda efendim, nerelerdeydiniz? Saatlerdir sizi bekliyorum.
O an neye uğradığımı şaşırmıştım. Galiba beyefendi adresi verdiğini hatırlıyordu. Aksi olsaydı evine nasıl ulaştığımı sormaz mıydı? Neyse işte, o an sakinleşmem gerektiğinin farkına vardım ve sakinleştim.
— Ancak yetişebildim, üzgünüm efendim, sizi beklettiğim için gerçekten özür dilerim. Dedim.
Ve beni evine buyur etti. Görmeliydiniz, nasıl bir evdi ama… Her köşesi oldukça mantıklı bir biçimde konumlandırılmış muhteşem tablolar ve objelerle doluydu. Küçük olmasına karşın oldukça ferah ve rahatlatıcı bir havası vardı. Ahşap mobilyalara, antika eşyalara, sütlü kahve duvarlara, muhteşem avizeler ve daha nicesine sahip bir evdi. Sofrayı hazırlamıştı bile. Oturduk. Yemekleri efsaneydi. Kendi eliyle yaptığını söyleyince daha bir sevdim beyefendiyi. 87 yaşında bir adamın kendisine ve misafirine yemek yapacak, aynı zamanda oldukça temiz bir evde ağarlayacak gücünün olması beni büyülemişti adeta. Yemeğin son lokmasını ağzıma atıyordum ki tabiri caizse boğazıma dizildiler.
— Oysaki ben size adresimi verdiğimi hatırlamıyorum efendim. Dedi.
Yüzüm yine domates olmuştu. Suya uzandım, bir yudum aldım. Aslında diyecek bir şeyim yoktu. Her şey ortadaydı. Tekrar söze girişti.
— İşte efendim, tam da bu yüzden buradasınız.
Bu ne demekti şimdi. İçten içe kendimi yiyordum. Buraya gelmemeliydim.
— Anlatacağım efendim, anlatacağım – neyi merak ediyorsanız -ancak önce sofrayı toplayıp kahvelerimizi hazırlayayım. Bekleyin. Dedi.
Nasıl yani? Hayatını dünyadan saklayan bu adam bana her şeyi anlatacak mıydı? Peki ya neden? Delirmek üzereydim. Düşüncelerim beni ele geçirmişti. Stresten ölmek üzereydim ki elinde kahvelerle geldi. Karşıma oturdu ve ilk yudumunu aldı.
— Hissediyorum efendim, hissediyorum. Çokta uzun bir zamanım kalmadı artık. Hissediyorum. İşte tam da bu yüzden her şeyi öğreneceksiniz.
Ardından derin ve iç parçalayıcı bir öksürük krizi… Su getirdim. Daha iyiydi şimdi.
— Efendim , iyi misiniz?
— Ah, hayır.
— Neyiniz var efendim?
— Nereden anlatmaya başlasam, inanın bilmiyorum. Bilmiyorum genç çocuk. Bilmiyorum.
— Nereden isterseniz, nasıl isterseniz efendim, buyrun.
— Ah, evet. Başlayalım o zaman. 13 yaşında bir gençtim. Oldukça mutlu biz hayatımız vardı. Beşinci kardeşim dünyaya gelmişti. Mutluluğumuza mutluluk kattı. Doğrusu para nedir bilmezdik ama mutluyduk. Ah neyse bir gün..
Tekrar bir öksürük nöbeti … Bu sefer ne ilaç ne doktor ne hastane ne de parası onu kurtaramadı. Son kez öksürmüştü. Ambulansta bana “Seni çok sevmiştim, biliyorum ki sen de beni.” dedi. “Vasiyetimdir.” dedi bağırarak. “Her şeyim senin olsun. Biliyorum ki seninde kaybettiğin bir ailen bir hayatın var genç çocuk, biliyorum. Sen benim gibi olma onları unut değil, yaşatmaya çalış. Dünyada değil evlat, yüreğinde yaşmaya.” dedi. Ellerini göğsüme – kalbime- koydu, tebessüm etti ve gitti. Koskoca dünyaya koskoca sırlar bırakıp gitti.
Koca adam …
Damla K.122
HIRSIN BEDELİ
Bora İstanbul’un gözde semtlerinde oturan bir müteahhitti. Evin tek çocuğu olan Bora bolluk içinde büyümesine rağmen gözü hiçbir şekilde doymazdı. İnsanlarla fazla konuşmayan ve hep bir savaşın, hırsın içinde olan biriydi.
Birgün satılık bir arsayı gören Bora: burası güzel ama ev yapmak için uygun değil diye düşündü. Ta ki orayı bir zamanlar en yakın arkadaşı olan ama ona kazık atıp şimdilerde iki düşman hâline gelen Cihan almak istiyordu. Bora Cihan’ın ona attığı kazığı unutamamıştı. Arsayı Cihan’ın alacağını duyunca bir anda içini hırs kapladı. Anlık bir kararla o da orayı almak istedi. Arsayı almak için ihaleye gireceklerdi. Bora ihaleye iyi bir şekilde hazırlanıp ama içinde hırsa engel olamıyordu. Arsaya apartman düşündü. Apartmanı hem kısa sürede yapmak hem de fazla para harcamak istemedi. İnşaatta işçi çalıştırıp ucuz ve kalitesiz malzemeler çalıştırıyor. Bora inşası ona gelip gittiğinde işçilere kısa sürede bitirmelerini tembihledi. Apartman sonunda bitmişti. Dışarıdan bakıldığında güzel gözüktüğü için daireler bir satıldı.
Her şey çok güzel gidiyordu fakat bir anda apartman sarsılana dek. Çok şiddetli bir deprem olmamasına rağmen apartman sağlam için yıkıldı. İnsanlar saniyeler içinde enkaz altında kaldı. Bora olayı duyup apartmanın olduğu yere gittiğinde içini bir anda korku sardı. Bir hırs uğruna satın alıp satın alıp yaptırdığı apartman yıkılmış ve altında kalmıştı. Neyse ki enkaz altında kalan insanlar kurtarıldı ve hiçbirine birşey olmadı.
Bora kendine çok kızgındı. O enkazda biride ölebilirdi. İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için güzel bir yerden kaliteli malzeme kullanarak ve özenerek onlara bir apartman yaptı. Evler insanların sadece başını soktukları değil güvende hissettikleri tek toz. Bir işi yaparken bile özen gösterip pes etmeden güzelce yapın.
RANZA
Çok korkmuştum. Sık nefes alıp veriyordum ve kalbim küt küt atıyordu .Ağlıyordum, bağırıyordum ama kimse beni duymuyordu. Acaba ölmüş müydüm? Ne oluyordu anlayamamıştım .Bu yaşadıklarım neydi? Bir hayalet mi vardı sadece zihnimin bana oynadığı oyun muydu? Her şey 3 ay başlamıştı .Ne zaman başladığını tam hatırlamıyorum ama uykuya dalma korkum sanırım kendi odama sahip olduğumda başladı. Önceleri büyük abimle odamı paylaşıyordum. Daha sonra o kendi odasına istedi ve bana evin arkasındaki odayı verdiler. Oda çok dardı .Şikayet etmiyordum çünkü o yaşta bile geniş bir evimizin olmadığını biliyordum. Abime yeni bir yatak alınmıştı bana ise eski ranza kalmıştı. Kendi başıma uyumaktan biraz korktuğum ancak üst ranzada yatmak hoş olacaktı ancak daha ilk geceden bu değişiklikte garip bir tedirginlik hissetmeye başlamıştım. Yatakta doğruldum ve aşağıdaki yeşil halının üzerinde duran dağılmış oyuncaklara baktım .Bakarken gözüm aşağıdaki ranzaya kayıyordu. Sanki bir şey gözümden kaçmaya çalışıyor gibiydi. Aşağı ranzada hiçbir şey olmadığını anlayınca yorganımı üzerime çektim ve aşağıdan babamın izlediği televizyonun sesinin soruşturma uyudum. Bir ara hareket eden bir şey beni uyandırdı. İlk ne olduğunu anlamadım. Her şey karanlıktı, neredeyse zifiri karanlıktı. Hemen aklında iki düşünce oluşmuştu. İlki; ailem hizmetındaydı çünkü hiçbir ses veya ışık yoktu. İkinci düşüncem ise; sese dönüştü. Beni uyandıran ses gözlerimdeki son uyku perdeleride yok olduğunda tanınır hale gelmişti. Altımdaki yatak gıcırdıyordu. Sanki biri rahat bir pozisyon arıyor gibiydi. Acaba ses benim hayal ettiğim bir şey miydi yoksa kedim aşağı yatmaya mı çalışıyordu?
O anda kapıma baktım ve kapalı olduğunu gördüm. Belki de annem beni kontrol etmek için kapıyı açtığında kedim içeri gelmişti. Evet öyle olmalıydı ….
Yüzümü duvara döndüm ve uyumaya çalıştım. Ben döner dönmez aşağıdaki ses durdu. Sanırım kedimj rahatsız etmiştim. Ama hemen fark ettim ki takip eden kişi kedimden daha sinsi bir şeydi. Bir şey bir anda deli gibi tepinmeye başladı. Sanki birinin nöbeti geçirir gibiydi. Gözlerim korkuyla açıldı ve ağlamaya başladım. Her küçük yaptığım gibi annemi çağırdım. Evin diğer ucunda bir hareketlenme oldu ve sonra döndüler ve sanki deprem oluyormuş gibi yatağa sarstı. Aşağı inmek yerine yatağımda kalmayı tercih ettim. Ailemin gelmesini beklemek sonsuz bir süre gibi geldi ve kapı sonunda açılmıştı. Bu arada aşağıdaki yatağın boş olduğunu fark ettim. Ben ağlarken annem beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Neden korktuğumu anneme söyleyemedim? Sanki ondan bahsedersem geri gelecek gibi bir onun vardı içimde. Annem aşağıdaki yatağa yattı ve sabaha kadar orada kalacağını söyledi ama gece neredeyse hiç uyuyamamıştım. Ertesi sabah o da yere gitmek istiyordum. Bir cumartesi sabahıydı bahçede arkadaşlarımla oynuyordum. Bahçede çalı ve büyük ağaç vardı. Bu yüzden kendimizi bir tatil adasındda macera yaşar gibi hissederdik. Arkadaşlarımla yüzüm odamın penceresine takılmıştı. Sanki sabahtan beri beni izliyordu. Gece tek kalınca sinirle doluyor ve bana kabus yaşatıyordu. Boy garip olabilir fakat beni odaya geri soktuklarında da itiraz edemiyordum. Neden mi? Bu yüzden kendimizi bir tatil adasındda macera yaşar gibi hissederdik. Arkadaşlarımla yüzüm odamın penceresine takılmıştı. Sanki sabahtan beri beni izliyordu. Gece tek kalınca sinirle doluyor ve bana kabus yaşatıyordu. Boy garip olabilir fakat beni odaya geri soktuklarında da itiraz edemiyordum. Neden mi? Bu yüzden kendimizi bir tatil adasındda macera yaşar gibi hissederdik. Arkadaşlarımla yüzüm odamın penceresine takılmıştı. Sanki sabahtan beri beni izliyordu. Gece tek kalınca sinirle doluyor ve bana kabus yaşatıyordu. Boy garip olabilir fakat beni odaya geri soktuklarında da itiraz edemiyordum. Neden mi?
Tabiki de elimde yoktu. Üst kattaki ranzama tırmandım ve yattım. Gece korkudan hareketsiz yatarken bir anda kalp atışlarım hızlandı. Aşağıdan yine çıtırtılar geliyordu. Bu sefer aklımda bir düşünce dolaşmaya başladı. Benim tabirimle hayalet biraz zaman sonra odayı aşağıdaki çıtırtıların yerine nefes alıp verme sesleriyle doldurmuştu. Göğsünün inip kalktığını hayal edebiliyordum. Nefes alıp verişler devam ediyordu. Gitmesini istiyordum. Beni yalnız bırakmasını. Orada sessizce yatıyordum ne istiyordu ki benden. Daha sonra beni gerçekten korkutan bir şey oldu, hareket etti. Daha önceki hareketlerinden farklıydı sanki bir hayvan gibiydi. Yatakta hissettiğimi doğruladığını. Aramızda sadece birkaç tahta vardı. Nefes alıp verişi dahada hızlanmıştı. Yatıyordum. Gözlerim yaşlarla dolmaya başlamıştı. Boğazım yanmaya başladı. Bu korkunun olamazdı, böyle bir korkunun var olduğunu sanmıyordum ama yanılmıştım. Neye benzediğini merak ediyordum. Uyanık olduğumu anlamaması için büyük uğraş veriyordum. Yataklar arasındaki tahtayı dokunmaya başladı sonra büyük bir güçle tehditleraya başladı .İçimden bildiğim duaları okuyor, okurken sabaha kadar uyanmamayı umutdum. Ne yazık ki bu gece en korkunç olanıydı. Bir gece yat yine uyanmıştım. Oda karanlıktı hiçbir ses yoktu .nefes sesleri, gıcırdama, hiçbiri ….. Ne yazık ki bu gece en korkunç olanıydı. Bir gece yat yine uyanmıştım. Oda karanlıktı hiçbir ses yoktu .nefes sesleri, gıcırdama, hiçbiri ….. Ne yazık ki bu gece en korkunç olanıydı. Bir gece yat yine uyanmıştım. Oda karanlıktı hiçbir ses yoktu .nefes sesleri, gıcırdama, hiçbiri …..
Oda cansız duruyordu, cansız ama boş değil.
Bu sefer gece ziyaretçisi alt katta değildi, benim yatağımdaydı. Çığlık atmak için ağzımı açtım ama hiçbir şey diyemedim. Eğer çığlık atsaydım uyanık olduğumu öğrenebilirdi. Onu görmüyordum ama hissediyordum. Yorganımın ucunda duruyordu. Hissettiğim bu ağır duyguları asla unutamayacaktım. Eksik bir ışık bile yoktu. Kaçıp kurtulmak istedim ama daha sonra ya benden daha hızlı ise diye düşündüm. Yakalanmadan inebilir miydim?
Doğrulurken hareket etmediğini anlayınca şaşırdım. Ya uyuyorsa? Belki de benimle oyun oynuyordur. İnanmamı bekliyordu ama artık bu korkuyla yaşayamayacağımı hissettim.
Sonuçları ne olursa olsun ve bana yaşatan her şey yüzleşmem gerektiğine karar verdim. Tüm cesaretimi toplayarak yorganı yavaş hareketler ile üzerimden kaldırmaya başladım. Tam o ve bir çarptı. Korkudan onu bir damarımı titremeye başladığını hissetmiştim ama hiçbir şey yapmamıştı. Onu çok merak ediyordum, ona dokunmak istiyordum. Tüm cesaretimi toplayarak yorganı kaldırdım ve elimi ona doğru uzattım. Çok hızlı bir hareketle elimi kavradı ve beni kendine doğru çekti ve birden duvara zıpladı ve duvarda asılı kaldı. Beni sıkmaya başladı çok korkuyordum artık nefes alamıyordum. Beni gittikçe daha çok sıkıyordu. Sanki korkumdan güç alıyor gibiydi. Güneş doğmaya başlıyordu artık. Kendimi ölüme bıraktığım bir anda gözlerimi açtım ve bunun bir kabus olduğunu anladım. Güneş odamı çok güzel bir aydınlatıyordu gözlerimi açtığımda. Aylar sonra her gün kabus almakümün farkına varmıştım. Küçük yasta anksiyete bozukluğu yüzünden kullandığım ilaçlarımın beni zehirlediğini anlamıştım. Beni kabuslarla zehirliyordu.
ELA NUR Y. 10-A 138
Neslihan Ö. 1306
KADER
Soğuk bir kış günüydü, vücudumuz buz tutarcasına soğuktu. Işlerime öylesine ortaya koyulmuştum ki bi ses geldi.Sesin nereden aldığım anlamamıştım. Kapının vurulduğunu fark ettim ve birden kapıda yırtık pırtık kıyafetleri olan iki küçük çocuk belirdi.Utanarak “Biraz yiyeceğiniz var mı bayan?” Diye sordu. Çok işim vardı ama hallerinin öyle olduğunu görünce dayanamayıp içeri aldım. Mutfağa doğru ilerlerken yerdeki ıslak ayak izleri dikkatimi çekti. Gözüm ile ayaklarına ilişti. Ayakkabılarının yırtık edildiğini almakümde ıçimden “Bunca zaman bu soğuğa nasıl dayandılar?” diye geçirdim ve onlara yiyecek yiyecek bir şeyler getirip şöminenin başına oturttum.Onlara içeriden kıyafet getirdim biraz büyük olsalar da dışarıda sıcak tutmaya yeterdi. Yanlarına oturup birkaç soru sordum:
—Aileniz var mı?
– Üzgün bir ifadeeyle “Hayır bayan” dedi.
—Nerede yaşıyorsunuz?
– Evimiz yok, boş bulduğumuz inşaatlarda kalıyoruz.
Aldığım cevap gözlerimi yaşarttı. Çocuklar duvardaki saate zamanın geçtiğini fark edince gittiler ama ben onları düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum çünkü onları anlıyorum aynı yaşamıştım. Keşke onlara daha fazla yardım edebilseydim ama elimden başka bir şey gelmiyordu.
BENDE BURALARDAN GIDECEKTİM …
Ve bir şey daha: “Nereye gidersen git kaderin senin peşini asla bırakmayacağını anladım.”
Esra A.10A 300
PİŞMANLIK
Soğuk bir kış günüydü, okulun birinci dönemi bitmişti. Salonun penceresinden rüzgâr giriyordu içeri. Sıcacık yanan şöminenin başında oturuyordu Pınar. Karnesine bakıp iç geçiriyordu. İstediği sonuç bu değildi. Ağlayarak annesinin eve gelmesini bekliyordu. Notlarını nasıl göstereceğini düşünüyordu.
Göz açıp kapayıncaya kadar tatil bitmişti, fakat bu nasıl olmuştu? Pınar bir ve bir kendini okuma eğitimi buldu. Etrafında hiç kimse yoktu. Korkak adımlarla içeri girdi. Yavaşça merdivenleri çıktı ve olamaz! Ders başlamıştı. İşte bu Pınar’ın büyük korkusuydu. -Derse geç kalmak- Öğretmeninden biraz sonra işiteceği azar gözünün önüne geldi. Sonra nihayet kendine güvendi ve içeri girdi. Öğretmeninden özür dileyip sessizce yerine geçti. Öğretmen tatilde yapmaları için ödevleri kontrol ediyordu. Sıra Pınar’a gelmişti. Ama Pınar hiçbir ödevini yapmamıştı. Öğretmeni koskoca tatilde ne yaptığını sordu. Pınar’ın yüzü birden kıpkırmızı oldu. Utanarak kafasını eğdi ve “hiçbir şey” demek zorunda kaldı. Gül arkadaşlar, bizim dalga dolaşdu.
Pınar gözlerini açtı, annesini görünce donup kaldı. Yaşadıklarının bir rüya olduğunu anlayınca biraz da rahatlamıştı. Aniden annesinin boynuna atladı ve daha çok çalışacağına söz vermek karnesini verdi. Sonra da koşarak odasına gitti ve ödevlerini almaya başladı. Pınar rüya da olsa bugünün işinin yarına bırakılmaması anlamış oldu.
Zeliha K. 221
HEDİYE
Yarın Ahu’nun doğum günü. Aylar önceden hazırlıklarda o gün artık gelmişti. 18 yaşına girecekti yarın, bu doğum gününün diğerlerinden daha farklı, daha özel olmasını istiyordu. Tüm günü arkadaşlarıyla eğlenmeye ayırmıştı. O günü öylesine planlamıştı ki hiçbir boş zamanı yoktu. Tüm sayaçlar günler önceden arayıp tek haber verdi. Herkesin bir gelmesini bekledi. Artık tüm hazırlıkları bitmişti. Saat tam 23.59’da telefonunun başına geçip bekledi. Çok heyecanlıydı. Odadaki pervane gibi dönüp dolaşıyordu. Mesajlar birden gelmeye başladı. Bi an telefon hiç susmayacak sandı. O kadar heyecanlı o kadar mutluydu ki arkadaşlarının ona yazdığı mesajları okurken neredeyse mutluluktan ağladı.Nasıl uyuyacaktı şimdi.
Artık beklediği gün gelip çatmıştı.Sabah erkenden kalktı. Ailesiyle güzel bir kahvaltı yaptı. Onlarla beraber biraz vakit geçirdi. Artık hazırlanması gerekti. Odasına gidip o gün için yeni kıyafetlerini giydi. O anda kapı çaldı. Gelen en yakın arkadaşı Gizem’di. O da o günü Ahu ile beraber geçirmek istiyordu. Ahu hazırlandıktan sonra çıktılar. Buluşma yerine gittiler. Herkes eksiksiz oradaydı. Ahu çok mutluydu, herkes çok mutluydu. Bol eğlenmişlerdi. Ahu’nun telefonu çaldı. Arayan annesiydi. Sesi çok kötüydü Ahu hemen eve gitmek istedi. Arkadaşlarıyla vedalaştı, teşekkür etti. Ve Gizem’le beraber eve gittiler.
Annesi kapıyı açtı. İçeriden sürpriz diye yüksek ve kalabalık bir ses geldi. Akrabalarıydı. Teyzeleri, amcaları, halaları, kuzenleri herkes oradaydı. Ahu onları gördüğüne çok şaşırmıştı. Annesinin sesinden kötü bir olay olduğunu düşünmüştü ama annesi ona güzel bir sürpriz hazırlamıştı. Şaşkınlığı geçtikten sonra herkesle sarılıp hasret giderdi. Hepsini bir arada göreli uzun zaman olmuştu. Çok mutluydu Ahu. Uzunca bir süre oturdular, yediler, içtiler. Saat epeyce geç olmuştu. Artık evlerine gitmek üzere hazırlanıyorlardı. Tam o sırada hamile olan yengesi sancılandı. Hemen hastaneye gittiler. Kalanlar da tekrar yerlerine geçip oturdu ve gelecek güzel haberleri beklediler. Biraz zaman geçtikten sonra beklenen telefon geldi. Bir kızları olmuştu. Adı da Hediye konmuştu. Bu herkesin olduğu gibi Ahu’nun da bugün aldığı en güzel hediyeydi.
Nisanur Y. 10 / A-260
Gizemli Bir Ceset
Her zamanki gibi günüm çok sıradan dolaşdu .Artık annemle babamla kavga etmekten yorulmuştum.Annemin bu sıkı yönetimi yüzünden babamın da sürekli sinirlenip bağırıp çağırmadan bıkmıştım. Artık kendim için bir karar vermiştim bundan sonra hep kafamın dikine gidecektim .Sabah erkenden kalkıp okula gitme bahanesiyle evden çıktım ama okuldan sonra niyetimdi .Okula varmıştım herzamanki gibi ilk ders Coğrafyaydı hoca sıkıcı sıkıcı ders anlatırken benim aklımı kaçma planımdaydı. Normalde çalışan bir öğrenciydim Ama bu aralar hayattan bezmiştim. Birden başımı kaldırınca sınıfa yeni gelen bana göre yakışıklı çocukla göze geldim. Çocuk bana sanki birşeyler çalışma çalışırmış gibi bakıyordu.Umrumda olmadan defterimi karalamaya devam ettim.Sonunda son ders gelmişti Bir önce matematik dersinden çıkıp planıma yönelmek istiyordum. Dersin bitmesine son 5 dakika kala hazırlandım ve zil çaldı.Hemen sınıftan çıkıp içinde giysileriminde bulundum okul çantamla istasyona doğru yürüyordum. O kadar dalgındım ki bindim istasyonu bile hatırlamıyorum. başıma ne geldiyse bu zaten gelmişti ya … hemen metrodan indim
ve hiç tanımadığım bir yerde tek başımaydım. Umrumda olmadan yürümeye devam ettim .Sonunda karanlık bir sokakta tek bir sokak lambasının dahi olmadığı bir yerde tek başımaydım.Biran durdum hiç ummadığın bir anda kaybolmuştum. Biraz daha ilerleyince bir adamın bana doğru yaklaştığını gördüm.Adam biraz sarhoş gözüküyordu. Adamı umursamayıp yoluma devam ettiğimiz sırada adamın bana hızlı adımlarla yaklaştığını gördüm.Adamın elini kolumda hissettim.Anında çığlığı bastım. Adam bana saldırıyordu.Tam yolun sonu geldi derken birden adamın acı ile inlediğini duydum adam yere yığılınca karşımda okuldaki bana dik dik bakan çocuğu gördüm ve çığlığımı bastırmak için eliyle ağzımı kapattı. Sus dedi ben de tamam dercesine kafamı salladım ve hızlı adımlarla yere düşen adama yaklaştı. Elini nabzına koydu ve hiç duymak istemeyeceğim o kelime ağzımdan çıktı ve “o öldü” dedi birden korku ile irkildim şimdi ne yapacağız diye sordum karşımdaki çocuk çok rahat bir tavırla onu gömeceğiz dedi ben arkamı dönüp kaçmaya çalıştığım anda kolumdan tuttu .Nereye gidiyorsun dedi ben de” ben mi öldürdüm sanki ismini bile bile bilmediğim bir ile ceset mi gömeceğim” dedim.Karşımdaki çocuk gülümsedi ismim Cem şimdi her şey tamamsa gömebiliriz dedi.Sonra telefonunu cebinden çıkarıp benden uzaklaştı.Sanırım biriyle konuşuyordu.Telefonunu kapatıp yanıma geldi ve 5 dakika bekleyeceğiz dedi. Bende neden bekliyoruz diye sordum o da bana az önce Serkan diye biriyle konuştuğunu ve bizim ceseti gömmek için ihtiyacımız olan aletleri getireceğini söyledi. Susmuş sakin sakin bekliyorduk.Aniden gelen araba sesiyle irkildim.Arabadan beyaz sweatli bir çocuk indi.Bize doğru yöneldiğini gördüm.Bugün kimi gömüyoruz diye sorunca birden korktum. Cem saçmalama Serkan gerçekten gömüyoruz deyince çocuk önce bana sonra az ötede duran cesete baktı.Cem hadi bin şu arabaya deyince neden arabaya biniyorum dedim. Ceseti ilerideki vadiye gömeceğiz dedi ve arabaya bindim.Ceseti gömeceğimiz yere vardık aklımda binbir sorular .Tam cesedi gömerken bir kız bana doğru yaklaştı. pardon ben kayboldum da derken Serkan ile Cemin elindeki ceseti gördü. Kız kaçmaya çalışırken, Serkan kızı farkedip kolundan tuttu ve hiçbir yere gidemezsin bu suç artık 4 kişinin kaderi dedi .Ceseti gömdükten sonra arabaya binerken gülnur ben arabaya binmem diye tutturdu.Ama bu söylenişinin boş olduğunu biliyordu. hepimiz evimize gittik ,sabah sözleşmeye karar verdik.
Sabah olmuştu annem hala akşam geç geldiğim için söyleniyordu üzerime kırmızı elbisemi giyip saçımı toplayıp sözleştiğimiz yere gittiğimde Gülnur ile Serkan oturmuş muhabbet ediyorlardı. Cem ise ortada yoktu içime bir korku düşmüştü. bu çocuk neredeydi? Gülnur ile Serkan’ın yanına oturdum. Cem nerede? diye sordum.Serkan aradık Ama ulaşamadık dedi bir süre bekledikten sonra Cem yanımıza geldi. ve şöyle söyledi telefonlarınızı açın hepimiz merakla telefonlarımızı açtık. Karşımızda bizim haberimiz bizi şoka uğratmıştı. Hepimiz birbirimize baktık ve kurtulduk dedik. Çünkü haber’de vadi yandı yazıyordu. Cinayet işlediğimiz hiçbir zaman kanıtlanamayacaktı.Birden Ceme bakıp sen mi yaptın dedim.Evet ben yaktım ve her şey bitti dedi.Dördümüz de çok mutluyduk.
Eda G. 788
AKOS
Normal bir Akos gecesiydi hava her zamanki gibi soğuktu ve sokakta hiç insan yoktu. Camın önünden ayrılıp masasına geri dönen Solandis çok saçma diye düşündü araştırması için araştırması araştırılması yüksek sesle okumaya başladı. “Persephone, Yunan mitolojisinde Zeus ile Demeter’in kızıdır. Persephone ‘nin gerçek ismi Kore’ dir. Hades Persephone ismini, O’nu yer altına kaçırdıktan sonra vermiştir. Kaçırılıp Persephone orada, Hades’in evinde nardan biraz yedikten sonra,” ölüler ülkesinde ” bir şey yiyenlerinin yeryüzüne çıkma hakkı yok “kuralı nedeniyle, ölüler ülkesinde kalmak zorunda kalmıştır.Hades ‘in ve ölüler ülkesinin tanrıçası olmuştur fakat doğan hiçbir çocuğu Hades’ ten değildir. Annesi Demeter ‘in ısrarları içinde, kış hariç kalan kısmı yeryüzünde hak kazanmıştır. Bu yüzden ölülerle ve yeraltıyla olduğu kadar hasatla da ilişkilendirilir. “Çok saçma diye düşündü tekrardan Solandis ardından bilgisayarından Kim Feel ‘in Pierrot başlattı. Bu şarkı onu rahatlatıyor ve düşünmesini sağlardu.Hafifliği mırıldan profesörün neden böyle bir araştırma yapmayı düşünüyordu. Akos’un en iyi üniversitesi olan Mensis Üniversitesinde Japon Dili ve Edebiyatı okuyordu.Solandisin bu bölümü tercih etmesinin nedeni çiçek tatilinde ailesiyle olan Japonya tatiliydi Solandisin kararlarını böyle küçük şeyler etki edebiliyordu. Bölümünün zorluğundan kafasını dağıtmak istediği için en yakın arkadaşı olan Ororo ile tiyatro kulübünü seçmişlerdi ve her hafta Profesör Soyihan onlara bir konu üzerinden bir hikaye verirdi. Solandis ‘e bu hafta Persephone ve Hades aşkını anlatmasını ve seneryo yapmasını istemişti. Solandis Bunları düşünürkenya dalmıştı ve rüyalarına gitmek için yola koyulmuştu. Sabah ev arkadaşı Asphadel ‘in gürültüsüyle uyanmıştı “Olamaz bunlarda yanmış” Solandis yavaşça saate baktığında 7.50 olduğunu görünce hızlıca hızlı hazırlanmaya başladı. Ve mutfağa gitti Asphadel kahvaltıya pankek yapmıştı daha doğrusu çalışmıştı bana yaklaştı ve mutfak duman altında kalmıştı. Solandis havanın soğukluğuna aldırış etmeden camı açıp soğuk havayı içine çektikten sonra “Benim acelem var var sen kendin yersin” dedikten sonra botunu ve montunu giyip dışarı çıktı. Akos ‘un serin havasına alışmıştı çünkü Akos genel olarak çok soğuktu belki de bu yüzden burayı çok seviyordu Bu düşünürken yavaş yavaş onu zaman kahve öğütülmesi kafeden kahve almaya emredildi. Kafenin kahve kokusu ve onun hafif mutlu olmuşti ardından ardından bir latte alıp kafeden uzaklaştı. Okula girdiğinde herkesin sınıflara doğru yol aldığını görünce hızla hareket edip dersine girdi. Bugün dersleri öğleden önce bittiği için Akos’un büyük kütüphanelerinde araştırma planlamıştı. Kütüphaneye gittiğine araştırması için tüm yunan mitolojisiyle ilgili tüm kitapları toplamıştı. Biraz bilgisi vardı çünkü bu araştırmayı düzgünce planladığından geceleri fazla uyuyamıyordu. Kitaplarda Hades ve Persephone aşkı çok çok az yer aldığından ne yapıcağını tam bilmiyordu bu yüzden eve gitmek için eşyalarını toplamaya koyuldu. Akos geceleri daha soğuktu bu yüzden dışarıda kimsecikler yoktu.Solandis daha hızlı gitmeye başladı.Sonra ayak sesleri duymaya başladı ve kafasına bir bakış geldi ve etrafta karar verdi.Gözlerini açtıklarında ve kafasında bir ağrı vardı.Evinde hatta değil kendi içinde bile değil .Arının kapıdan onun yaşında üç kişi geldi, öndeki kızı ve oğlanı tanıyor gibiydi ama arkadaki çocuğu tanımıyordu.Fazla düşünmeden hızlıca “kimsiniz” diye sordu. Öndeki çocuk hızlıca “Percy, Annabeth, Arym” dedi ve ayrıca ekledi “ve şuan melez kampındasın gönder” dedi.
GÖKHAN’IN HAYALLERİ (MAHMUD ESAD P. – 10 / A – 800)
Gökhan çok başarılı bir öğrenciydi. Hayalinde büyük bir iş adamı olmak vardı. Televizyonda falan ne zaman bir iş adamı ya da şirket sahibi görse kendini onun yerine koyar ve çok başarılı bir iş adamı hayal ederdi. Ailesi de bu ihtiyaç farkındaydı ve ona destek veriyordu. Ailesi onun büyüyünce doktor olmasını isteseler de ileride bir işi yapmasını istemiyorlardı. Annesi ve çocukları Gökhan’a çok değer verir ve onu üstünde tutarlardı. Onun istediği her şeyi imkanlar ölçüsünde çalışmaya çalışıyorlardı. Ve Gökhan’da bu durumdan kendini biraz şımartsa da ailesi istediği bir şeyi yapamayınca üzülmüyor, onları anlayışla karşılıyordu. Çünkü çocukları büyük bir borca girmişti ve maddi durumları onu dillerini anlatmak henüz istemiyordu. Ayrıca bu borca da onların mutluluğu için girmişti. Bu yüzden Gökhan ailesini zorlayacağını düşündüğü onlara onlara söylemiyor, içinde tutuyordu. Gökhan’ın iş adamı olmakesinin istem sebeplerinden biri de buydu. İleride başarılı bir iş adamı olup ailesiyle rahat bir hayat yaşamak istiyordu. Ve bunun için uğraşıyordu da.
Günler, aylar hatta yıllar geçti. Gökhan’ın üniversite sınavına girmesine günler kalmıştı. Sınava yaklaştıkça Gökhan’ın içini derin bir stres kaplıyordu. İstediği yeri kazanamama düşüncesi Gökhan’ı hem korkutuyor hem de daha bir strese sokuyordu. Halbuki oldukça çalışmıştı ancak kendine yeterince güvenemiyordu. Ancak eninde sonunda o sınava girecekti. O yüzden heyecanlanmasının bir anlamı olmadığını düşündü. Ve işte o gün geldi. Gökhan’ın sınava girmesine saatler kalmıştı. Sınav iki buçuktaydı ve saat sekizdi. Gökhan heyecandan uyuyamamış iki saatlik uykuyla duruyordu. Ama bu onu rahatsız etmiyordu. Sınav için hazırlanmaya başladı. Giriş belgesini, kalemini silgisini ve suyunu küçük bir poşete koydu. Daha sonra üzerini değişti. Kahvaltısını zaten yapmıştı ve sınav için hazırdı. Sınavın olduğu okula gittiler ve Gökhan sınava girdi. Sınavdan çıktığında mutlu bir şekilde çıkmıştı çünkü sınav güzel geçmişti. Sonuçlar iki ay sonra açıklanacaktı. Gökhan gelmeyecekmiş gibi görünen o günü beklemeye başladı. Sınav gününün üstünden tam iki ay geçmişti. Sonuçlar bugün açıklanıyordu. Gökhan yerinde duramıyor, dakikaları sayıyordu. İnternete baktığında sınavın yarım saat sonra açıklanacağını gördü. Bekledi, bekledi…ve yarım saat geçti. Hemen bilgisayarı açtı. Annesi ve babası da başındaydı. Gökhan oldukça hızlı bir şekilde sonuçların açıklanacağı siteyi açtı. Ve şuan o ekrandaydı. Bilgileri girdiği an geleceğini görecekti. Bu sefer hızlı olmadı. Yavaş yavaş bilgilerini girdi ve sonucu açtı. Gözlerini kapatmıştı. Açamıyordu. Annesi ve babası susunca merak etti ve gözlerini açtı ve dona kaldı. Sevincinin ve şaşkınlığının verdiği mutlulukla hareket edemiyordu. Otomotiv mühendisliğini kazanmıştı. Zaten küçüklüğünden beri arabalara ilgisi vardı ve arabalar üzerine bir şirkette olmayı hayal ediyordu. Gökhan çok sevindi, hala şoktaydı. Kafasında geleceğini planlıyordu. Ve artık üniversiteliydi Üniversiteye başlamıştı. İlk başlarda herkes birbirine soğuk davranıyordu. Yakınlık kurabileceği birini bulamadı. Kendisi zaten çekingen biri olduğundan ekstra zorluk çekiyordu. Ama biriyle yakınlık kurabiliyordu. Sürekli sohbet ediyor, çok iyi arkadaş olmuşlardı. İsmi Ebru’ydu. O da Gökhan gibi çekingen ve çevresine sokulmayan biriydi. Hal böyle olunca ikisinin arasından su sızmaz oldu. Gökhan olduğu bölümü çok seviyordu. Bir sürü arkadaşı olmuş ve bölümünde de oldukça ün yapmıştı. Zaman geçtikçe mesleğinde ilerliyor, adını duyuruyordu. Ve hayali gerçek oldu. Ünlü bir otomobil şirketinde işe girdi. Küçükken hayal ettikleri şuan oluyordu. İşinden aldığı ücret de hiç azımsanacak miktarda değildi. Çok rahat bir hayat sürüyordu. Yaşı ilerlemişti. Artık mesleği vardı ve yuvasını kurması gerekiyordu. O yaşa gelmişti. Üniversite’den arkadaşı Ebru ile kurduğu yuvada mutlu mesut yaşıyorlardı. Annesi ve babası da bir yanlarında bulunan evde yaşıyorlardı. Eskinin aksine maddi durumları oldukça iyiydi ve rahat yaşıyorlardı. Aradan aylar geçti. Gökhan’la Ebru’nun bir çocuğu olacaktı. Gökhan çocukların istediğinin olamaması ne demek çok iyi biliyordu ve bunu oğluna yaşatmayacağına, her istediğini yapıp her istediğini alacağına dair kendine söz verdi. Ve Gökhan’la Ebru’nun çocuğu oldu. Adı Fatih’ti. Ama doğuştan fiziksel engelliydi. Doktora götürdüler. Doktor eğer ameliyat olmazsa çocuğunun bir daha yürüyemeyeceğini söyledi. Ama bu ameliyatın riskli ve başarılı olma ihtimalinin yani ameliyat sonrası yürüyebileceğinin kesin olmadığını da söyledi. Gökhan ve Ebru’nun başından aşağı kaynar sular döküldü. Bırakın konuşmayı hareket dahi edemiyorlardı. Gökhan yıllar önceki üniversite sınavının sonucunu gördüğündeki şaşkınlığı ve mutluluğu şuan aynı derecede şaşkınlık ve üzüntü olarak yaşıyordu. Doktorun teklifini kabul ettiler ve onu ameliyata aldılar. Ardından ameliyat bitti. Doktor dışarı çıktı ve Gökhan ile Ebru doktorun yanına koştular. Doktorun yüzü asıktı ve maalesef ameliyatın başarısız geçtiğini yani tedavinin işe yaramadığını söyledi. Gökhan ve Ebru çocuklarının yürüyemeyeceğini öğrendiklerinde ne yaşadılarsa aynısını o anda da yaşıyorlardı. Birkaç gün hastanede yattıktan sonra çıktılar. Ardından Gökhan’ın babası hastalandı. Gökhan hem çocuğunun hem de babasının durumuna karşı gücü kalmamıştı. Aradan zaman geçti. Çocukları büyüdü. Yani yavaş yavaş konuşmaya başladı. Ama babasının hastalığı gün geçtikçe artıyordu. Gökhan’ın yüzü gülemiyordu. Gökhan çocuğuna yaşatmak istediği o hayatı yaşatamamasının acısını yaşıyordu. Gökhan kendisi küçükken gayet sağlıklıydı. Ancak maddi durumları hayatlarını zorlaştırıyordu. Şimdi ise koskoca şirketin başına geçmişti. Ancak bu seferde çocuğunun sağlığı yerinde değildi. Gökhan küçükken mutluluğun parayla olabileceğini, bir zengin olsalardı bir daha sıkıntı çekmeyeceklerini düşünüyordu. Ama öyle olmadığını anladı. Hayattaki en önemli şey para değil sağlıktı. Eskiden zengin değillerdi ama mutlulardı. Şimdi tam tersi zenginlerdi ama mutlu değillerdi. Gökhan çocuğuna vermiş olduğu sözü yani her istediğini yapacağına dair kendine verdiği sözü tutamamanın acısını çekiyordu. Bu kadar sıkıntının üstüne Gökhan’ın babası vefat etti. Gökhan’ın artık dayanacak gücü kalmamıştı. Gökhan’ın liseden arkadaşı Murat Gökhan’ın yakınlarına taşınmıştı. Gökhan’ın orda oturduğunu bilmiyor, taşındıktan bir hafta sonra tesadüfen karşılaşmışlardı. Gökhan ayaküstü başından geçenleri anlattı. Murat arkadaşının bu kadar sıkıntı çekmesine çok üzülmüştü. Ayrıca Murat Ortapedi Cerrahı’ydı. Bir akşam Murat eşiyle Gökhan’ın evine oturmaya geldi. Eşleri de birbirine ısınmış, iyi arkadaş olmuşlardı. Murat, Gökhan’ın çocuğunun durumuna karşı bir şeyler yapabileceğini söyledi. Gökhan ve Ebru hemen kabul ettiler. Ve Murat Fatih’i ameliyat edeceğini söyledi. İki gün sonra Fatih’i ameliyata aldılar. Beş saat sonra çıktı ve Murat’ın yüzü gülüyordu. Ameliyat başarılı geçmişti. Gökhan ve Ebru sevinçten havalara uçtular. Murat’a nasıl teşekkür edeceklerini bilmiyorlardı. Fatih bir hafta hastanede yattıktan sonra çıktı ve evlerine döndüler. Artık mutlu bir hayat onları bekliyordu. Aradan yıllar geçti. Fatih’te en az Gökhan kadar başarılı bir öğrenci olmuştu. Ortaokula yeni başlamıştı. Ve çok mutlu bir hayat sürüyorlardı. Gökhan ve Ebru Fatih’in her istediğini yerine getiriyor, onu el üstünde tutuyorlardı. Gökhan verdiği sözü tutabildiği için kendini mutlu ve rahatlamış hissediyordu. Sözünü tutamayacak diye çok korkmuştu. Ama artık sıkıntılar bitmişti. Rahat bir hayat sürmesine rağmen Gökhan ara sıra “Keşke babamda yanımda olsa” deyip hüzünleniyordu.
YAŞAM KAYNAĞI
En deli çağlarımdı … Bende onun ergen gibi dünyada neler olup bitiyor, ne oluyoruz ne olacağız, insanlık nereye gidiyor pek umursamazdım. Çabuk sinirlenir çabuk sakinleşirdim. Hem nazik hem kabaydım. Çevreye ne kadar önem verdiğimi söylesemde küçük ama etkisi büyük tedbirleri uygulamazdım. Suyu çok israf ederdim.
Bir gün televizyon uyuya kalmışım. Kapı sesine kalktım, kapıyı açmaya gittim, babam gelmişti. Çok bitkin ve halsiz gözüküyordu. Babamı ilk kez öyle görmüştüm. Sebebini sorduğumda susuzluktan böyle olduğunu söyledi. Niye su içmediğini sorunca bana dönüp “neden olabilir” dermişçesine baktı. Hiçbir şey anlayamadan yine kapı çaldı, annem gelmişti bu sefer. Pazardan gelmişti, isyankar bir tavırla içeri girdi. Ne oldugunu anlayamamıştım. Niye bu kadar aksi takdirde bilgi sorguluyordum. Ablam odasından suyu kirletenlere, çevreye zarar verenlere, suyu israf edenlere, doğaya zarar verecek her türlü davranışta kişilere arzanılarak yanımıza geldi. Sessizce yaşadıklarımı sorguluyordum Babam haberleri açtığında barajların doluluk oranının çok az olduğunu, kısıtlı bir şekilde öğrendim. Su tüm canlıların yaşam kaynağı tükenmek üzereydi. Tüm hayatımızı derinden etkilemişti. Kanepe de olanları düşünürken uyuya kalmışım. Kapı çalıyordu, ablam odasından “Kapı çalıyor duymuyor musun?” diye sitem ederek kapıyı açtı. Meğer rüya görüyormuşum. Babam gelmişti bitkin ve halsiz görünce bir an korktum ama neyse ki iş yerinde ki yoğunluktan dolayıymış. Derin bir nefes aldım.
İşte küçük ama etkisi büyük bir rüya idi. O rüyadan çok büyük ders çıkarmıştım. İşte o gün anladım, o gün kendime geldim, o gün büyüdüm. Ve o günden sonra suyu israf etmedim, su israfını engellemek için çaba gösterdim.
Melisa O.-981
Hiranur Ş. – 1025
ADALET
Bir gece Avukat Hakan Bey deniz kenarındaki bankalardan birine oturmuş denizi seyrediyordu. İyi giyimli, kalıplı, iri biriydi kendinden emin ve özgüveni yerindeydi.Arkada değiştirmek kalabalığının, derdinin, sıkışmışlığının sesini duyuyordu. Öte yandan denizin sakin dalgalarını dinliyordu. Şehrin derdini tasasını duruyordu ama dinlemiyordu. Zira dinlemek ve duymak birbirinden çok farklı şeylerdi. Akıldaa bir savaş vardı bir yanı umutlarla yani çiçek açmış bir bahçeydi bir diğer ise büyük küçükken annesinin en sevdiği vazoyu ablası kırılmış ama suç evin en küçük kızına atılmış haksız suçlamalara tâbii tutulmuş bir yanı umutlarla ve yapayalnızdı.
Bu karamsar ve huzursuz tarafı, davasını takip ettiği genç kadının haksızlığına uğramasından kaynaklanıyordu. Genç kadın eski kocası tarafından haksızlığa uğramış, hakaretlere mâruz kalmamış fiziksel şiddette görmüştü. Bunları nasıl atlatılabilirdi .. Genç bir kadına Bunları yaşatmaya hakkı yoktu nasıl da bunları yapabilmişdi. Bu insanlık dışı bir hareketti ama neyse ki davayı kazanmıştı genç kadın.Hakan Bey’in aklını kurcalayan asıl şey genç kadına bunu nasılğıydı eski kocasının hangi vicdanla, insan bunu yapabildiğiydi kendisi bir bey olarak utanıyordu, sıkılıyordu, böyle bir şeyi hemcinsinin yapmasından yapıldı. Bu çok adaletsizdi, Bunları düşünürken bankın önünede küçük bir kız çocuğu belirdi çok eğleniyordu, elindeki balonuyla özgürce koşuyordu. Bu Hakan Bey’in çok hoşuna gitmişti.
Seray A-183
56 NUMARA
Huzurevine yaşlıları sevindirmek için gittiğim bir gündü. İlk iş görevlilerden hangi bilgi
hazinesine bakacağımı öğrenmekti. Şansına ne gelirse diyerekten kadife siyah bir kutudan
oda numarası çektirdiler. 56 … Herkes bir anda sessizleşti Az önceki gırgır şamatadan, neşeli
karşılamadan eser kalmamıştı. Herkes dilini yutmuşçasına suskundu. Neyse ki görevlilerden
biri konuşmaya karar vermiş olacak ki bana “İstersen başka bir numara çek.” dedi.
-Ama neden?
-Hanife Hanım zordur. Sen ilk geliyorsun. En azından bu seferlik başka bir numara çek.
Ben kararımda diretince görevli daha fazla ısrar edemedi. İşte odanın önündeydik. Hanife
Teyze nasıl biri olabilirdi ki. Hayalet ya da canavar değildi hali yoktu. Yani herhalde
yoktur. Gıcırdayan kapıyı açtım. Camın kenarındaki sandalyesine oturmuş, elinde
kenarlarından yanmış siyah beyaz, eski püskü bir fotoğraf vardı. Sanki fotoğraftaki kişiyi
bekler gibiydi. İlk başlarda zorluk çıkartmadı değil ama açılmayan kapının da bir anahtarı
vardı, Hanife Teyze’nin anahtarı da ben olmak istedim. Onun derdini dinleyip biraz olsun
derman olmak istedim. Sonralarda açılmaya başladı. Fotoğraftaki çocuğuymuş yangında
kaybetmiş. Bu yangın sırasında kendisinde tarlada çalışıyormuş. O zamanlar tek geçim
kaynak tarladaki mahsuller olduğu için çalışmaktan evladına pek zaman ayıramazmış ve
elinde ondan hatıra fotoğrafı kalmış. Hanife Teyze’nin hikâyesinden çıkardığın bir Mevlana
sözü vardır: Ne pişmanlık nede isyan, derinden bir keşkedir insan.
Bir Günlük Hayat
Bir mağarada bulan bir adam, bir sürü aynı anda yaşamasına rağmen sakinliğini koruyarak araştırmaya başlar. Bulduğu şeyler taş, sopa gibi şeylerdir. Sonrasında ise bir ışık görür. O e doğru yönelir. Ve mağaranın dışını görür. İnsan elinin uzanamadığı bir yerde olduğu anlayan adam evin yolunu bulmak için kendini hazırlar. Böylelikle yolculuğuna başlıyor.
İlk olarak yemek, su gibi temel kaynak için harekete geçer. Yolda bulduğu kesici alet ile ağaçtan kopardığı bir dalı bileyerek kendine bir mızrak yapar. Ve avlanmaya başlar. Uzun gezinmeler sonucu bir ceylan bulur. Onu yavaş ve soğukkanlı adımlarla avlar. Nasıl bu kadar usta olduğunu bilmeyen adam, üzerinde fazla düşünmeyerek ateş yakmak için birkaç dal toplar ve mağarada bulduğu taşları kullanarak ateş yakar. Bulduğu ceylanın derisini yüzüp onu pişirir. Yüzdüğü derinin bir kısmı ile kendine giyecek bir şey yapar. Bir ile kısmı de yatmak için yer hazırlar. Ceylanı bir kısmını pişirip yedikten sonra uykuya dalar.
Uyanca da gördükleri karşısında şoka uğrar. Kendisi bir savaş meydanındadır. Kendini tokatlayarak askere bilgisine anlatmaya omzunda bir ağrı tısladı. Sağ omzu parçalanmıştır. Şoka uğrayan adam ayağa kalkmaya devam çığlıklar duyar ve kaçışmaları görür. Buradan hatırladığı son şey ise bir patlama sesidir.
Gözlerini açtığında bu sefer sadece bir tavan görür. Ayağa kalkmaya çalışır ama kalkamaz. Yardım istemek için ağzını açtı sesini safra çıkaramaz. Sonra yanına bir kadın gelir. Ona: “Uyanmışsın, sabahlık ilaçlarını verelim. Ama bu sefer huysuzlanma.” der ve ağzına sırayla birkaç hap verir. Adam tüm günü tavana geçirir.
Ailesinin yanına dönmek ister her zaman. Ama onun uyandığında başka bir kişidir. Zengin bir adam, ortaçağda yaşayan bir köylü, işkence gören bir köle, bir öğrenci ve daha bir sürü yaşamı bir günlüğü tadar. Bu kabustan hiçbir zaman kurtulamaz.
Mert Ali A. 1303
HAYRUNNİSA Y. -1045
PAMUK ŞEKER
Yemek serinliğinde lunapark yoğunlaşmaya.Yaz tatiline daha yeni girmiş cıvıl cıvıl o güzel sesleri her yerde yankılanıyordu. Lunaparkta dolu bu kalabalık Akın’ı umutlandırmaya başlamıştı belki bugün bir şeyler satabilecekti. Akın, 45 yaşlarında, kır saçlı, uzun boylu, cılız bi adamdı.Lunaparkta pamuk şeker satıyordu, yani daha doğrusu satılıyordu. izlemeye başladı kızı Yağmur aklına geldi, kızı gibi koşup oynayamıyordu; kızı geçen sene evinin önündeki ağaçtan düşmüştü ve sakat kalmıştı.Evet tabiki tedavisi vardı ama bunu karşılayacak kadar paraları yoktu.Zaten bunu karşılayacak kadar paraları yoktu.Zaten adamcağız evini kıt kanaat geçindiriyordu. Önceleri çok iş aramıştı fakat kimse ona iş vermemişti.Daha sonra kırık dökük bir araba buldu ve pamuk şeker sat karar verdi.Sokaklarda gecelere kadar satmaya başladı olmayınca lunaparkta denemeye karar verdi.Ama tam bir haftadir satmaya başlamıştı ve kisme almıyordu.Tam karar vermiş ve bu lunaparktan girmeyi düşünürken arkadan bir ses “amca bir tane pamuk şeker alabilir miyim” dedi.Arkasina döndü bir çocuğa bir annesine şaşkın şaşkın bakıyordu .Annesi “sanırım oğlum burda pamuk şeker yok hadi gidelim” dedi.Adam birden kendine geldi ve “bir dakika bir dakika pamuk şeker var sadece uzun zamandır satmadığım için biraz şaşırdım kusura bakmayın “dedi.Adam hemen bı tane pamuk şeker verdi.” Adın ne bakayım senin küçük dedi? ” Benim adım Umut ya senin ne amca? “Dedi.” Benim adımda Akın senin yaşlarında bir kizim var ama… “adamın yarım kalan cümlesinin merak eden çocuk” neden ama dedin de devam etmedin amca? “dedi.Adam bir an duraksadı” benim kızım artık yürüyemiyor, geçen sene ağaçtan düşme var ama bunun için gereken parayı kazanamıyorum. “Her neyse boşver senleri bu pamuk şekerini ye” dedi.Umut bir ısırık aldı ve tadını çok beğendi de diğer diğer çocuklar neden almıyor diye düşündü ve adama “Umut amca neden diğer çocuklar almıyor?” dedi. “Benim arabam çok bakımsız ve eski bu havada da bütün çocuklar alıyor” dedi .Umut hemen annesine Akın amcanın yanında hergun gelmek istediğini oğlum yok oğlum sen daha küçüksün zaten amcaya yük olursun “dedi.Umut çok ısrar edince annesi” Cumartesi Umut gelmeyince adam merak ertesi gün evlerine gitti kapıyı açıp adam direk Umut’u sordu.Annesi ağlayarak hıçkırıklar içinde “Umut dün okul çıkışı gelirken araba çarptı oğlum öldü” dedi.Adam.başınız sağolsun diyerek hızlı adamlarla göz yaşlarını tutamdan uzaklaştı ve bir yolda banka oturup hıçkıra hıçkıra ağladı. Uzun uzun düşündü.O tatlı, merhametli, onun hayatını değiştiren çocuk ölmüştü. Birgün Akın yolda giderken çok şirin bi dükkan gördü ve o Dükkanı kiralayıp bir cafe yaptı. UMUT KAFE artık yeni müşterilerini bekliyordu. başınız sağolsun diyerek göz yaşlarını tutamayıp hızlı adamlarla oradan uzaklaştı ve yolda bir banka oturup hıçkıra hıçkıra ağladı. Uzun uzun düşündü.O tatlı, merhametli, onun hayatını değiştiren çocuk ölmüştü. Birgün Akın yolda giderken çok şirin bi dükkan gördü ve o Dükkanı kiralayıp bir cafe yaptı. UMUT KAFE artık yeni müşterilerini bekliyordu. başınız sağolsun diyerek göz yaşlarını tutamayıp hızlı adamlarla oradan uzaklaştı ve yolda bir banka oturup hıçkıra hıçkıra ağladı. Uzun uzun düşündü.O tatlı, merhametli, onun hayatını değiştiren çocuk ölmüştü. Birgün Akın yolda giderken çok şirin bi dükkan gördü ve o Dükkanı kiralayıp bir cafe yaptı. UMUT KAFE artık yeni müşterilerini bekliyordu.
Published: Jan 15, 2021
Latest Revision: Jan 15, 2021
Ourboox Unique Identifier: OB-1006148
Copyright © 2021