GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com
This free e-book was created with
Ourboox.com

Create your own amazing e-book!
It's simple and free.

Start now

GEZİ YAZILARI

  • Joined May 2018
  • Published Books 1
GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com

OTORAY YOLCULUĞU NİĞDE – KAYSERİ
Niğde’ye yaklaşıyorduk.

Yanımda oturan bir Niğdeli şehrin eteğini saran ağaç kümeleri arasında pek iyi seçemediğim bir noktayı işaret etti. — Faruk Nafizin hanı, dedi.
Büyük şairin han sahibi olduğu günleri de inşallah görürüz. Fakat yol arkadaşımın bana gösterdiği bina sadece Faruk Nafizin unutulmaz Han Duvarları şiirinde tasvir ettiği han idi.
Kıyafetinden anlaşıldığına göre Niğdeli arkadaş bir esnaf yahut işçi idi. Böyle olmakla beraber Han Duvarları’nı ve Faruk Nafiz’i biliyordu. Daha garibi trende ilk gördüğü bir yabancının bu şiiri, şiirde tasvir edilen hanı ve Faruk Nafiz’i tanımamasını kabul etmiyor, ateş ve su nev’inden herkesçe malûm şeylerden bahseder gibi iki kelime ile bana maksadını anlattığına inanıyordu.
Güzel şiirin kudreti! iyi yazılmış bir manzum hikâye koskoca bir hanı, koynundaki tapu senedine rağmen asıl sahibinin elinden alıyor, Faruk Nafiz’e malediyordu.
Maamafih arkamızda ayakta duran ve bizi dinleyen uzun boylu bir sakallının “yok yahu.. O han falanındır” diye öteki mal sahibinin hakkını da ziyadan kurtardığını itirafa mecburum.
Niğde ile Kayseri arasındaki yolu, Faruk Nafiz’in istiklâl muharebesi senelerinde kona göçe üç günde aştığı o uzun mesafeyi, ben bugün otoray denen yeni icat bir âlet içinde, âdeta uçarak geçiyorum.
Akşamın beş buçuğunda daha Niğde istasyonunda kahve içiyordum. Sokak fenerleri yanarken Kayseri’de olacağım.
Bisikletin ilk icadı zamanlarında ona verilen Şeytan Arabası ismini bu otoraya saklamak lazımmış! Otoray görünüşte yirmi otuz kişilik büyücek bir otobüs. Fakat ikisi arasında âdeta nalınlı adam ile patenli adam farkı var. Otobüsün mütemadiyen taşla, toprakla boğuşmasına mukabil Otoray, cilâlı çelik raylar üstünde yağ gibi kayıyor.
Ulukışla ile Kayseri arasında günde iki sefer yapan bu arabaların, birinci ve ikinci sınıf yolcuları için, şoförün arkasında dört maroken koltu­ğu, cemekânlı bir kapı ile buradan ayrılan geri tarafında da demokratlara mahsus, yirmi otuz kişilik kanapesi var.
Bazı şakacı yolcular lüks kısma Lortlar kamarası, ötekine Avam kamarası adını takmışlar.
Bu Otoray, yolları âdeta çocuk oyuncağına çevirmiş. Meselâ Kayserililer bizim Ada vapurları biletinden daha ucuz bir para ile günübirli­ğine Bor bahçelerinde eğlenmeye gidiyorlar.
Şoför, daha doğrusu makinistin bana anlattığına göre Adana ve Kayseri ‘de oturan iki akraba, meselâ bir ana kız pazar sabahları bulunduk­ları yerden hareket ediyor, öğleyin Ulukışla’da birleşiyorlar; akşama doğru yine evlerine dönüyorlarmış.
Bu seyahat, artık yolculuktan usandığım bir zamana rastlamış olmak­la beraber beni atlı karıncaya binmiş bir bayram çocuğu gibi eğlendiriyor­du. Otoray, son derece munis bir dekor arasından akıp giderken kâh makinistin omuz başından önümüzdeki yola, kâh arkaya geçerek akşam ışıkları ile sararıp kızaran ovalara bakıyordum.
Yeni bir icat yalnız manzaraları ve hayatı değiştirmekle kalmıyor; duygularımıza, dünyayı görüş tarzımıza da tesir ediyor.
Yolculukta akşam, insanının gayri ihtiyarî garipsediği, kendini karan­lık düşüncelere bıraktığı saattir. Halkın akşam garipliği terkibile anlattığı bu duyguda kendimizi uçsuz bucaksız mesafeler arasında kaybolmuş hisset­memizin, arkada bıraktığımız uzağı bir daha görmek şüphesinin, öndeki uzağa yetişememek korkusunun elbette bir payı vardır. Mesafelere hâkim olmak emniyeti işte bu şüphe ve korku mefhumunu kaldırıyor, insana bu geniş ovalarda kendi mahallesinde, evinin bahçesinde dolaşmak hissini veri­yor.
Faruk Nafiz :
“Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar”
diye anlattığı bu yolu, vaktiyle bir yaylının şiltesine uzanarak, “kendi­ni tekerleğin sesine kaptırarak” geçmiş olmasaydı da benim bindiğim otoray içinde tayyarede gibi geçseydi bu acı gurbet şiirini bilmem yazabilir miydi?
Reşat Nuri Güntekin

3
GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com

Mehmet Ali Paşa Camii eteğinden, sabah Kahire’yi seyretmek, her seyyah şairin heyecan ve sabırsızlıkla isteyeceği dünyayı unutma bahanesidir. Güneş, hiçbir renk belirtisi ile gökyüzünde bir doğma belirtisi göstermeksizin, “Cebel-i Mukattam” arkasındaki ufkun kenarından parlayarak bütün havayı altın bir sonsuzluk ateşiyle parlatıyor. Şehir üzerinde, nazik bir uyku sersemliği gibi titreyen şeffaf bir buğu, ansızın eriyor. Semanın gül renkli doğuşu ile sonraki parlak rengi arasında ancak birkaç küçük dakika geçebiliyor.

Bu esnada, şehir içindeki hayat uyanıklığının yaygarası, etrafın bütün yaşam ezgisine karışarak ta uzaklarda bulutlara, mesafelere sarılmış bir gök gürültüsü gibi uzaktan uzağa dalgalanma ile kayboluyor. O zaman büyük piramitler, Mısır’ın ebedî birer koruyucusu gibi gurur ile semaya doğru ayağa kalkan büyük piramitler… Ötede Menfis Harabelerini, örten hurma ağaçları… Sağdaki Helyopolis Sahrası ki bütün sanat dalları ve sanatın asıl mayası buradan çıkmıştı… “Cize”nin bir taze gülüşle dolu bahçeleri… Bütün Eski Mısır harabeleri, yıkılmış kubbeler, metruk değirmenler, ihtiyar baykuşlar… Daha beride bir mahşer yeri hâlinde göz önünde karıncalanan Kahire şehri… Bahçeler, meydanlar, her yer, her şey bir ışık bolluğu içinde kalıyor. Güneşin doğuşu, ötede, Nil üstünde, bir mutluluğun rahatlığı ile kayıp giden zarif “Zehabiye” lerin beyaz yelkenleri üzerinde, bir hevesli çocuk gibi binlerce rengârenk oyuncak ile oyalanıyor. Çöl, hafif mavi gölgeli bir hafif kırmızlık içinde uzayan görüntüler kadar uzayıp gidiyor.

Çıplak yerler renk ve ışıkla örtülü, en ölü yerler bir ruh ferahlığı ile yerleşmiş görünüyor. Şehir içinde taş ve ışık, gölgeler ve parlaklık, toprak ve altın, garip karşıt parıltılarla görünüyor. Hevesli bir nakkaşın oyduğu nakışlı bir kubbe üzerinden sanatsal daireler ve zarafet gibi narin bir minare feveran ediyor. Ötede, geniş kabristanlarda, o hayatın siyah yolu üzerinde, taze mezarlar arasında baştan ayağa siyah giysili kadınlar, birer matem gölgesi gibi dolaşıyorlar…

Bütün manzara bir Arap şiiri, bir serap hayali gibi toprağın ve ışığın salonu gibi latif ve garip. Kaşaneler, harabeler, asr-ı Kelimden (Hz. Musa’nın devrinden) kalma şeyler, tozlu eserler ile örtülü yerler, harabe manzaraları, bütün nakışlar ve yıkıntılar, bulut parçaları içinde bulanık ufuklar, Nil-i mübarek, her şey, her yer, ılıman bir hava ile şiddetli bir ışık altında hayatın zevk titreyişleri…

“Bulak Müzehanesi”ne girmek üzere, bu ışığın büyüsünden çıktım. Mısır kıtasında gömülü olan eski servetlerin büyük bölümü, bir şekilde Avrupa’ya geçmiş olduğundan, Bulak Müzehanesi’nde bugün değerli eski eserlerin çoğuna tesadüf edilemez. Mamafih, Nil kenarındaki o hoş binayı dolduran şeyler arasında öyle seçkin eserler vardır ki insan, onların karşısında bütün ululuk fikrini unutur. O nefais arasında, ekseriyeti, eski kralların, hayattayken yaptırıp da öbür dünyada bir maddi kalıcılık aramak müşrikane ihtirasıyla sınırsız çölün uzak ve gizli bir köşesine gömdürdükleri kendi heykelleri teşkil eder. Taştan, madenden, her şeyden heykeller var. Hele tahtadan oyulmuş zarif bir heykel var ki şahsiyeti tayin olunamamış ve ancak garip bir tesadüf eseri olarak bir köy şeyhine benzediğinden, namına “Şeyhü’l-Beled (Memleket Şeyhi)” denilmiş.

Eski eserler ilminden tamamen habersiz olduğum için bu zengin müzehanedekilerin değeri hakkında verebileceğim malumat, emniyetli bir rehberin hızlı uyarılarından fikrimde kalan perişan şeylerle sınırlı kalacaktır. Orda, kraliçe “Aahhotep’in otuz-kırk asır evvel yaşayan bu kadının, yüzükleri, köstekleri, bilezikleri, küpeleri, gerdanlıkları varmış. Hepsi de inciden, mineden, altından yapılmış, taklidi imkânsız bir yumuşaklık ve zarafetle işlenmiş, hakikaten pek güzel şeyler. O kadın bunlarla milad-ı Kelim’den evvel süslenirmiş… Bunlardan başka Hz. Yunus devrinden kalma put heykeller pek mühim bir mevki işgal ediyordu. Bunlar arasında, granitten, tunçtan yapılmış büyük heykeller, ince mineden dökülmüş firuze gibi mavi, zümrüt gibi yeşil, küçük putlar vardı. Bir yerde tarakları, iğneleri, mühürleri ile eski Mısırlı kadınlar; bir yerde zarları, satrançları ile eski zaman kumarbazları; bir yerde bütün alet ve edevatı ile eski devir amelesi görülüyordu… Ötede beride İlk Çağ büyüklerinin heykelleri ki bazıları oturuyor, bazıları ayakta, bazılarının elinde yazılarla dolu bir papirüs, bazıları ebedî huzura çıkıyormuş gibi ellerini hürmetle göğsüne kavuşturmuş, bazıları taştan adımlarla yeniden hayata girmek istiyormuş gibi sol ayağını ileri atmış… Boyalı taştan, normal büyüklükte iki heykel var ki gerek eskilik ve gerek güzellik itibariyle özellikle dikkat çekiyor: Biri Prenses Nefert’e, diğeri kocası yahut biraderi Prens Rahotep’e ait bu iki sanat ürünü, büyük ehramlardan (piramitlerden) bir sene evvel yapıldıkları hâlde, sonradan keşf ve ihrac olunmuş. Ve garibi şu ki hiçbir taraflarında bir eser-i harabı görülmemiştir. Bunlar, dün yapılmış gibi tam ve taze idiler. Birer çift billur küreden yapılmış gözlerinde güneşin ışıkları, müthiş birer nazar-ı hakikat gibi parlıyor, aldatan hayat manzaraları veriyordu… Daha sonra firavunların, firavun ailelerinin tabutları ile mumyaları. Namütenahi büklümler içinde, hüviyetleri hayal meyal görülen bu eski eserlerin birkaç yüz asra mukavemet etmesi ne kadar acayip ise manzaraları da o kadar çirkin!

Bütün bunlar tahnit edilmiş; yalnız naaşları, cesetleri değil, elbiseleri, kunduraları, yiyecekleri, takma saçları; etler, sebzeler, yemişler, her şey birlikte tahnit edilmiş. Bunlar arasında en mühimi, ikinci Ramses’in mumyasıymış…

Birinden diğerine geçilen o geniş salonlarda, birkaç ziyaretçinin ayak sesinden, bir iki rehberin mırıltısından başka bir sarsıntı yoktu. Velvele-i hayatlarıyla tarihin ön sözünü yazan bu sabah-ı insaniyet kahramanlarının sessiz durgunluğu, bir dinî öğüt ve tehdit içerir gibiydi. Bunların karşısında ruh bir mengene ile eziliyor gibi oluyor, vücut bütün yokluğun soğukluğunu hissediyor, vücut içindeki hayatın gücüne korku titremeleri ile asılı heyecan kalıyor. Bu eski manzaraların, tarihin yararları olduğunu bilirdim fakat ahlaki etkisini hissettim. Düşünecek kadar canlı olan bir dimağ için bir müzehanede bütün bir ders-i ibret var…

* * *

“Subra” bahçesinde bir gezintiyle bugünkü gezmeye nihayet vereceğim. Bu bahçe bir mesiredir ki cuma ve pazar günleri kadın, erkek bütün Kahire kibarları çoğunlukla orada gezerler. Subra’ya giden yol, güzel, o kadar güzeldir ki “Arz üzerinde emsalsizdir.” denilse revadır. Nil sahilinde yüksek bir şose teşkil eden o yolun iki tarafı, büyük, gölgeli ağaçlar, Arapların “cimmiz” dedikleri bir nevi yabani incir ağaçlarıyla çevrilidir. Bu büyük, bu güzel ağaçlar, iki taraftan kavuşarak şose üstünde zümrüt bir kubbe oluşturuyor, ağaçların kütükleri sağa sola coşkulu, garip bir hevesle bükülmüş birer sağlam sütun hâlinde; yol bu ağaçların altında bir gibi beşik gölgesi gönlü dinlendiren, yapraklar arasından nüfuz eden güneşin nadir ışınları, göz önünde altın tozlarının ışıkları gibi titriyor…

Bugün cuma, Subra yolu, arabalar, landolar, faytonlar, cins atlar, tırıs giden merkeplerle dolu. Gezip eğlenenler arasına nadiren bir deve katarı karışıyor. Şosenin civarı, hemen baştan başa şeker kamışlıkları. Daha ötede Kahire’nin köy ve kasabalarından bazıları. Nihayet sarı, solgun bir hat suretinde görünen çöl ufku… Arada sırada fakat nadiren kibar köşklerine tesadüf olunuyor. Bunlar arasında müzeyyen bir kasr-ı Hidivi bile var.

Arabalar, birer ok gibi süratle gidiyor. Etrafı camlı, geniş landolarda Müslüman kadınlar; biriklerde, faytonlarda hafif tuvaletli madamlar; atlarda alelekser zabitler, merkeplerde alelekser İngiliz seyyahları… Arada birkaç da bisikletli delikanlı. Bütün bu halk, özel bir hız ile akıyor. Yumuşak bir toz tabakası, her şeyi kuşatıyor. Bu ruhu okşayan yolun yumuşak sıcaklığını aheste aheste teneffüs ederek gitmek, bütün güzelliklerden lezzet heyecanı toplamak varken ani bir güneş tutulmasına atılır gibi yekdiğerini ezerek koşmaktaki manayı anlayamadım.

Yol civarındaki köşk bahçeleri; Hint ve Çin’in nadir ağaçları; Brahmanların sivri yapraklı mukaddes ağaçları; sarı çiçekli akasyalar; birer altın yağmuru altında eğilmiş portakal, limon, mandalin dalları; açmış gülbünler, lal yapraklı göz yanıltan bitkiler -ki galiba “povanzetya” derler- ile örtülü…

Bu doğal gölgelik içinde, bütün o nadir bitkiler panoramasını temaşa, onların hafif kokularını teneffüs ederek -sanki kokulu bir bahar rüyası içinde-Subra’ya geldim. Müteveffa Hidiv Mehmet Ali Paşa’nın yadigârı olan bu bahçede defaten dikkat çeken şey, hazin bir terk edilmişlik hâlidir. Ortadaki büyük, mermer taş havuz timsahların açık ağızlarından taşan sularla daima dolu havuz, bunun etrafındaki şeyler, her taraf aheste aheste harap olup gidiyor. Müthiş bir servet ve külfet sayesinde yapılan o güzel şeyleri, yavaş yavaş zamanın tozları örtüyor… Her yerin üstüne gönül tırmalayan bir siyahlık çökmüş… Yalnız çiçekler, ağaçlar -o Avrupa’da limonluklar içinde birer vikont gibi ısı ve ışık bolluğunda yetiştirilen sıcak iklimlere özgü çiçekler ve ağaçlar- daima güzel, yalnız; su daima taze!

Bu yıkıntı manzaraları içinde dolaşan bulvarları; kadınlar, erkekler, dolduruyor. Ardı arkası kesilmeden gelenler, gidenler var. Ben de bu son kafileye karıştım çünkü artık akşam olmuştu.

Dönüşte yolu daha kalabalık buldum. Gelenler, avdet edenlerden ziyade idi. Mesirelere geç vakitlerde gelmek de buraca bir âdet olmalı.

Güneş ufukta, büyük sarı ve kırmızı haleler içinde, guruba yaklaşmıştı. Bütün çöl tatlı bir sarılık içinde kalmıştı. Ufkun ışıkları, cimmiz ağaçlarının güzel yaprakları arasında altın varaklar gibi görünüyordu. Ufuktaki parlayan yangına karşı, ehramların ihtişamlı cüssesi, soğuk bir mavilikte kaybolmuş gibi kalıyordu. Hararet yavaş yavaş düşüyor. Hava âdeta serinledi. Sanki birkaç saatte bir mevsim değiştirdik.

5
GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com

Viyana’da nezaket, falan falan sınıflara mahsus değil, fakat geneldir: Tramvay biletçisi, arabacısı, garson, herkeste terbiye eseri görürsünüz. Asık bir surat ile sert bir muameleye burada hedef olmuş bir kimse görmedim ve hatta işitmedim. Şehrin neresinde gezerseniz geziniz, etrafınızdaki yüzlerde gülümsemenin eksik olmaması sanki bir genel kuraldır.

Sokaktan geçenler birbirine bir dost gibi bakar ve dost gibi davranır: Mesela paltonuzun yakası içeri bükülmüş ya da potinlerinizin bağı çözülmüş, siz farkında değilsiniz; derhâl yanınıza birisi sokulur ve büyük bir nezaketle sizi selamladıktan sonra kıyafetinizdeki kusuru kulağınıza fısıldar. Viyana’da tanımadığınız biri size bir şey söyledi mi emin olabilirsiniz ki iyiliğinize bir hatırlatma yapıyor, ne dediğini anlamasanız bile hemen teşekkür ediniz.

Halk yalnız kişilere karşı değil, eşyaya karşı da nazik ve terbiyelidir: Özellikle sokakların temizliğine herkes koruma arzusuyla bakar.

Avrupa’nın büyük caddelerinde gezinmek benim de pek hoşuma gider. Oralarda insan hava solurken fikri aydınlanıyor. Paradan ve emekten ve her şeyden çok zekâ harcanıyor. Büyük bir bulvardan geçerken, hiç bir dershaneye girmeksizin pek çok ders alırsınız. Merkezden çevreye doğru gizli bir fikir ve duygu akımı vardır; gözler ve eşya, hatta gözlerle gözler arasında karşılıklı zekâ alışverişi kesilmez. Kalabalık içinde ruhunuzun bir insanlık banyosu aldığını duyarsınız; size öyle gelir ki her göz ve her manzara biraz pürüzlerinizi törpülüyor… Bundan başka, inanıyorum ki bir memleketin zevk ölçüsü büyük caddesidir: Mesela Tünel’den Taksim’e kadar iki tarafını süzerek geçen bir adam eğer benden daha dikkatsiz değilse bizim gizli zevklerimizi kavramış olur.

Viyana’da bulunduğum sürece ayaklarım sık sık Kertenstrasse’ye giderdi. Bu cadde şehrin süs ve zekâ sergisidir: Gördüğünüz her şeyi Viyanalıların bir dimağ belgesi olarak düşünebilirsiniz; en küçük ve en değersiz şeye bile düşünülmeksizin bir şekil ve yer ayrılmaz… Kertenstrasse’de biraz kenarı gölgelenmiş bir yakalık, göğsü biraz buruşuk bir gömlek, diyebilirim ki göremezsiniz. Bütün dış görünüş, çamaşırcıların çalışması ve terzilerin gayreti sayesinde birer kuyumcu camekânı gibi ışıldar. İnsan elbisesinin değerini özellikle buralarda öğreniyor. Medeniyet her şeyden önce dışını parlak tutmayı emretmiştir: Yaya kaldırımından daha kirli bir kalp taşıyabilirsiniz, yeter ki gömleğiniz kimsenin ayıplamayacağı biçimde bir temizlikle parlasın. Oooh, şu kolayı ve ütüyü bulan dâhi, medeniyet dünyasına ne büyük lütfetmiş! Kertenstrasse’de herkesin istinasını gıcıklayan camekânlar birbirini takip eder: İşte bir çiçekçi camekân yanında bir kumaşçı camekân, ve iki manzara birbirine o kadar benziyor ki çiçekler nerede bitiyor, kumaşlar nerede başlıyor, pek kolaylıkla kestirilemez; işte çakır göz kadar firuzeler, göztaşı gibi pırlantalar, kan damlası renginde yakutlar ve pek derin denizleri hatırlatan zümrütlerle dolu kuyumcu camekânları…

Viyana’nın büyük caddelerinde rastgeleceğiniz kadınlar ve erkekler size sık sık muhterem şairemiz Nigâr Hanımefendi’nin sözlerini hatırlatır: Yarabbi, bu şehirde hiç mi çirkin yok? Hele kadınlar, hemen hepsi seher gibi pembe ve masumluk kadar beyazdır; eyvah ki, bilirkişilerin söylediğine göre o pembelikle beyazlık birleşince hemen daima bulaşıcı bir hastalık oluyormuş!

7
GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com

Sincaplar, Kuşlar Vesaire

Odam birinci katta. Pencerem bahçenin tenha ve yemyeşil bir köşesine bakar. Yalnız kaldığım zamanlar bu pencerenin önünde oturur, çimlere, ağaçlara, rüzgar elinde yaprakların oynaşmasına bakar, böylece gözlerimi eğlendirirdim. Bu bahçe köşesinde kuşların pencereme kadar yaklaşması ve bir böcek parçası için kanat kanada dövüşmesi ne eğlenceliydi! Hele ağaçlardan inen kına renkli sincabın çimenler üzerinde sıçraya sıçraya gitmesi, ikide bir yerde bulduğu yiyeceği elleri arasına alıp, iki ayağı üzerinde kalkması ve küçücük gözleriyle etrafı gözetleyerek kemirmesi ne dinlendirici bir tabiat ve safvet tablosu idi!

Sincapları yakından tanırım. Çocukluğum dağlık, yabani bir memlekette geçti. Orada biz çocuklara, oyuncak yerine, ayı yavrusu, karaca, tilki veya sincap getirilirdi. Üst katta, sandık odasında, dolaplar arkasında tilkilerimiz saklanırdı; bahçede büyük bir ağacın gölgesinde esir bir kartal, tayyare genişliğinde kanatlarını germiş, pençelerini tutan koca bir zinciri şıngırdatırdı; ayı, homurdanarak bahçenin yüksek duvarları üzerinde dolaşır ve kurşun hızıyla uzaklara taş atardı. Kurnaz ve çevik sincapları evde tutmak kabil değildi; getirildikleri gün boyunlarına geçirdiğimiz parlak çıngırdaklı kırmızı tasmalarıyla ellerimizden kaçar ve büyük çitlembik ağacının sık yaprakları içinde kaybolurlardı. Günlerce bahçemizin ağaçları bir yerde durmayan esrarengiz ince çıngırak sesleriyle çınlar dururdu.

Bu derece korkak bir hayvanın Frankfurt hastahanesi bahçesinde hemen hemen insan bacakları arasında böyle emniyetle dolaşması bana hayret verirdi.

Fakat oralarda bu dostluk yalnız sincaplara has değildir. Umumi parklarda serçeler gelip parmaklara konar, kumrular omuzlara yerleşir, göllerde ve havuzlarda altın gözlü balıklar kendilerine uzanan ele dostça yaklaşırlardı.

Hayvanla insanın bu güzel arkadaşlığına, gördüğüm bütün Avrupa şehirlerinde rastladım. Bu dostluk bazı yerlerde hayvana bir nevi şımarıklık bile vermiştir.

Venedik’te, San Marco meydanında seyyahlar, hatıra fotoğrafı çıkartmak için ellerinde yem, güvercinlerin tenezzül edip yaklaşmalarını beklerler. Bir gün kuşların iltifatına bir türlü mazhar olmayan şişman bir kadının sinirden hıçkıra hıçkıra ağladığını görmüştüm. Kuşlar her nedense bu kadını sevmemişti.

 

9
GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com

Hürmüz Denizi’nde Meydana Gelen Olayları Anlatır

Bu senenin Şabanının birinci günü, Basra Limanı’ndan yola çıktık. Paşa Hazretleri yukarıda ismi geçen Şerif’i yol arkadaşı olması için Fırkatası ile Hürmüz’e varınca bize gönderdi. Şattül- Arap’tan ve Hızır Aleyhisselam’ın makamını ziyaret ettikten sonra Hürmüz Denizi’ne açıldı k.

Dospol ve Şustel kıyılarından Cezire-i Muhtereme yani Harek’e geldik. Hz. Ali’nin oğlu İmam Muhammed Hanefi ve Ashab şehitlerini (Allah onlardan razı olsun) ziyaret ettik. Şiraz’ın limanlarından olan Rışher’e vardık.

Fars topraklarını, yani, Şiraz’ın etrafını gezdik. Denizde bir Çinli’ye rastladık. Düşmanın nerede olduğunu sorduk. Haberleri olmadığını öğrenince, Arabistan’ın güneyinde, Hıcr, yani Lahsa yakınındaki Katif şehrine vardık. Orada da bir kılavuz bulup haber sorduk. Düşmandan bir haber alamadık.

Buradan Bahreyn’e geçtik. Oranın hakimi olan Reis Murat ile görüştük. Ondan da düşmandan haber sorduk. O da denizde düşman yoktur, dedi.

Bahreyn’de, ne garip bir hikmettir ki denizciler (dalgıçlar), tahminen sekiz veya daha fazla kulaç derinlikten, ellerine birer tulum alıp, denize dalarak dipten, ellerindeki tulumu tatlı su dolduruyor ve her zaman Reis Murat’a getiriyorlardı. O su, yaz günlerinde, bütün diğer sulardan daha soğuk ve hoş olduğu için, reis her zaman ondan içiyordu.

Bu âcize de saygı göstererek, o sudan gönderdi. Hakikaten gayet iyi bir su idi. Hazret-i Allah’ı n kudretine, şan ve büyüklüğüne nihayet yoktur. Allah her şeye hâkkıyla hâkimdir.

Horfekan şehri yakınlarına geldiğimiz zaman yolculuğumuzun kırkıncı, mübarek ramazanın da onuncu günü, ikinci zamanıydı.

Ansızın, yirmi beş Portekiz gemisiyle karşılaştık. Bu gemilerin dördü karaka biçiminde büyük barça, üç tanesi büyük kalyon, altı tanesi kalyondan biraz küçük olan karavele on iki arkası yüksek, baş tarafı uzun ve keskin, iki direkli çektirmeden büyük olan gemiler idi. Üzerimize doğru geldiler. Biz de hemen yelkenleri fora edip demir aldık.

Silahlarımızı hazırladık. Hazreti Allah’ın yardımına, peygamberler ve velilerin himmetlerine sığınarak flandraları dikip sancakları açtık. Hazırlık tamamlanınca, gülbank-ı Muhamedi ile hemen savaşa başladık.

Öyle bir top ve tüfek savaşı oldu ki dille anlatılamaz. Sonunda Allah’ın yardımı ile Portekizlilerin bir kalyonu topla vurulup kendisini Fekkulerdad adasına baştankara etti, fakat, kurtulamadı, içindekilerle beraber batıp gitti.

 

11
GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com

Taç Mahal Dedikleri

Burası bir türbe değil de âdeta aşk tapınağı. Sevdalılar gelip bu anıtkabirin eşiğine yüz sürüyorlar. Zaten Şahı Cihan da karısına yaptırdığı bu türbeye bakıp bakıp: “Bir günahkâr buraya sığındığında tüm günahlarından arınır. Bu yapıtın görünüşü kalbe ağlama verir. Ama bu rahatlatıcı bir ağlamadır. Güneş ve ay bu yapıta baktığında gözyaşı döker,” diyor

Taç Mahal’in böylesine tavaf edilen bir anıtkabir olmasına mimarî güzelliğinden çok, salt bu benzersiz aşk hikâyesi, bu şiirli tarihi bile yeter. Taç Mahal bir estetikçinin dediği gibi ne kadar “Yeryüzünün en güzel türbesi” ise yine bir başka düşünürün tanımladığı gibi “Evlilik bağının ve sevgisinin de yüce bir anıtı”dır.

Taç Mahal’i şöyle ayaküstü bir görüp geçmek yetmez. Onu güneş doğarken, öğleyin, akşamüstü, gurup vakti ve özellikle ay ışığında göreceksiniz. Biz şanslı imişiz ki seferimiz dolunaya rastladı. Bu aşk ateşinde ısınmış mermerler sabahleyin toz pembe bir renk alırmış Onu göremedik. Öğle güneşinde göz kamaştıran beyazlığa dönerken tanıdık Grup ile ay ışığındaki hâlini de görmek için bekledik Gurup vakti, inanmayacaksınız, o mermerler önce portakal rengine sonra eflâtuna dönüştü. Ay ışığında ise uçuk bir maviliğe büründü. Şah Cihan’a hak verdim. Gözlerinizin yaşarması işten değildi.

 

13
GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com

 Paris’te Opera

 

Paris şehrine mahsus bir oyun varmış ki opera derlermiş, acayip sanatlar gösterirlermiş, büyük toplantı olurmuş. Kibar-ı şehr varırlar ve vasi dahi ekseriya varıp kral dahi arasıra gelirmiş.

Bir gün entrodüktör, mahut kral tarafından bir hento getirip tebeamızla bizi alıp gittik. Vasi’nin sarayına bitişik bir yere vardık. Ol mahall-i mahsus opera için yapılmış. Rütbelerine göre herkesin oturacak yeri var. Bizi kral oturduğu yere götürdüler. Kırmızı kadife ile döşenmişti. Vasi dahi gelmiş, yerine oturdu. Erkekler ve kadınlar ile dolmuştu ve yüzden fazla enva-ı saz hazırdı.

Akşama bir saat vardı. Her taraf kapalı olmakla birkaç yüz balmumu yanmış ve billur avizelerde dahi hesapsız mumlar yanmıştı. Ol mahal ziyade özentili yapılıp cümle trapzanları ve amudları ve dört duvarı ve sakfı sırma işlemeli olup ve gelen hanımlar dibalara ve cevherlere müstağrak olup mumların şu’lesinden bir halet-feza parıltı zuhur etmiştir ki tabir olunamaz. Karşımızda sazendeler oturduğu mahalde bir münakkaş büyük perde asmışlardı. Tamam yerleştikten sonra nagah ol perde kalkıp arkasından bir büyük saray zuhur eyledi. Sarayda oyuncular libas-ı mahsuslarıyla ve yirmi kadar perinevker murassa libas ve fistanlarıyla meclise tekrar ışık saçıp sazlar dahi hep birden musikiye başladılar. Bir miktar raks olunup ondan sonra operaya başladılar.

Bunun esası bir hikayeyi mücessem göstermek. Her hikayeyi bir kitap edip basmışlar. Cem’an otuz kitap olmuş. Her birinin adı var. Her mecliste bir hikayeyi henüz zuhur ediyor gibi gösterirler. Bizim olduğumuz mecliste bir padişah varmış, bir gayri padişahın kızına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş, amma kız dahi bir gayrı padişahın oğluna aşıkmış. Aralarında geçen sergüzeştleri aynıyla gösterdiler. Mesela, padişah, kızın bahçesine varacak oldu, gözümüzün önündeki saray bir anda gaib olup yerine bir bahçe zuhur etti ki, limon ve turunç ağaçlarıyla dopdoluydu. Bir vakit oldu ki tazarru ve niyat için kiliseye varacak oldu, ol bahçe yerine hemen bir büyük kilise zahir oldu. Türlü türlü sihirler gösterdiler ve gökten bulut ile adamlar indirip yerden adamlar uçurdular. Netice-i kelam ol kadar hayret-feza şeyler gösterdiler ki hele görülmedikçe itimat olunmayacaktır. Acaip ve garip temaşa olundu ve aşk hallerini bir rütbede izhar ve icra ederlerdi ki gerek padişahın gerek kızın gerek şeh-zadenin duruş ve davranışlarına bakıldıkça tab’a rikkat gelirdi.

Bu operanın kibar-ı nastan bir mu’teber kimesne nazırı var. Çok masraflı bir sanat olmakla iradını dahi tatbik etmişler ve azim miri bağlamışlar. Vafir şey hasıl olurmuş ve şehrin havassından imiş. Üç saat kadar vakitte tamam olup hanemize gelip karar eyledik.

 

15
GEZİ YAZILARI by umut can şen - Ourboox.com

Sofya Sokakları

Nevski Katedrali’nden biraz doğuya yürüyünce Sofya Üniversitesi ve Devlet Kitaplığı binalarına geliyorsunuz. Kitaplık, önü sütunlu, iki katlı, şık ve sade (neo-klasik de­nebilir) bir bina. Ünivesite ise çok daha şatafatlı. Bunlar hep, eski tarzları bir şekilde canlandıran yeni binalar. Ulusal Tiyatro da böyle, eklektik bir yapı. Girişi Yunan tarzında: İonik başlıklarla sütunlar, üçgen alınlık v.b.; ama arkasında çan kulesi tarzında iki kule yükseliyor. Sonuç olarak ne tarz olduğu belli değil. Viyana’da ta­nıştığımız Helmer_Feller ikilisinin eserlerinden biri olduğunu sanıyorum.

Bu kentte bir de Justinianus zamanından olduğu söylenen Steva Sofia Kilisesi var. Yani bizdekiyle aynı yaşta. Elimdeki, komünizm döneminde basılmış rehber ki­tabında, İstanbul’dakiyle aynı azizeye ithaf edildiği yazılı. İyi de, bizdeki Aya Sofya’nn Sofya’sı bir azize değil, soyut bir kavramdır; hikmet ya da bilgelik. Tabiî o dö­nemde yazan adamın bunu bilmemesi ve Sofya’yı bir azize sanması pekâlâ müm­kündür. Herhalde Sofya’nın kendisi de böyle.

Ben bu kiliseyi, bir de güneydeki Boyanada olan Boyana kilisesini görmedim. Kitaptaki resimde Sv. Sofia pek bir şeye benzemiyor.

Sofya’nın bazı sokaklarının bana çocukluğumu hatırlattığını söyleyebilirim. Epey eski yapı var, kırklardan, ellilerden de epey yapı var. Yalnız eski İstanbul’u de­ğil, eski Ankara’yı da andırıyor bazı sokakları. Küçük bahçeleri olan evler kalmış, sessiz, asude sokaklarda. Eskiden alışık olduğumuz oarke taşlı sokaklardan da çok görüyorsunuz. Toplam nüfusu 1.200.000 dolayında bir kentin yaşamak için ne ka­dar rahat bir yer olduğunu bir kere daha anlıyorsunuz.

 

17
This free e-book was created with
Ourboox.com

Create your own amazing e-book!
It's simple and free.

Start now

Ad Remove Ads [X]
Skip to content