ÖYKÜ BARTIN’DA
Batı Karadeniz’de doğal güzellikleri, plajları, tarihi yapıları, mağaralarıyla ilgi çeken bir şehir olduğunu araştırdığım Bartın’da bizi heyecanla bekleyen sıcacık yürekler vardı. Bartın’a vardığımızda 15 Temmuz Şehitler İlkokulu 4-A sınıfı öğretmeni ve öğrencileri beni karşıladı. Heyecanla ve hızlı adımlarla onların yanına vardığımda sevgi dolu bir öğretmen, pırıl pırıl bir öğrenci grubu ile tanıştım. Sınıf öğretmeni Sinan Öğretmen, Melike, İrem, Tuana, İpek, Gözde, Nilda ve diğerleri sevgi yumağı halinde beni kucakladılar. İlk defa karşılaştığım Sinan Öğretmen ve arkadaşlarımla birlikte kısa bir yolculuk sonrası öğretmenim ve arkadaşlarımın okulu 15 Temmuz Şehitler İlkokulu’na vardık. Okulu çok beğenmiştim.
Bütün sınıf bir an önce geziye başlamak için can atıyoruz. Sinan Öğretmen bize çok büyük bir sürpriz yaparak bizi ırmak kenarında çok güzel bir yerde kahvaltı yapmaya götürdü. Bu kocaman ırmağa Bartın Çayı diyorlar. Bartın Çayı’nın Türkiye’nin üzerinde ulaşım yapılan tek akarsuyu olduğunu da gezimiz sayesinde öğrenmiş oldum. Gazhane Parkı diye bir yerde kahvaltımızı yaptıktan sonra tekneyle Bartın Çayında Eski Değirmen denilen bir yere gezi yapacakmışız. Açıkçası tekne gezisini duyunca biraz korktum çünkü yüzme bilmiyorum. Nihayet kahvaltı bitti ve hepimiz yaşlı tonton bir reisin kullandığı şirin bir tekneye bindik. Nehir boyunca ilerlerken Ordu Yeri Köprüsü’nün altından geçtik. Sinan Öğretmen “Bakın çocuklar bu köprünün adı Ordu Yeri Köprüsü. Bu köprüyü Fatih Sultan Mehmet yaptırmış. Bartın’ı fethederken Ordu Yerinde konaklamış ve nehri geçebilmek için bu köprüyü yaptırmış.” dedi. Çok heyecanlandım ve çok duygulandım. Sonra tekneyle eski değirmeni gördük ve geri döndük.
Gezimizin ikinci ayağı olan Bartın Kent Müze’sine gitmek üzere hareket ettik. 4 bin yıllık Bartın tarihinin anlatıldığı kent müzesinde tarihi zanaatçılar çarşısı, gemi yapımcılığı, ticari hayatı, madenciliği, tarihi Galla Pazarı, düğün gelenekleri, mutfak kültürü ve bir çok nadide eserlerin yer aldığı müzeyi çok beğenmiştim.
Bartın Kent Müzesindeki gezintimiz sona erdikten sonra Bartın’ın en güzel İlçesi olarak belirtilen Amasra’ya gitmek üzere araçlara doğru yürümeye başladık, hareket saati gelmişti. Heyecanımı gizleyemiyor; Amasra ile ilgili sorular sormaktan kendimi alıkoyamıyordum. Amasra yolculuğumuz başlamıştı. Dağları aşıp, Amasra’ya yaklaştığımızı hissettiğinizde Kuş Kayası Anıtını görmelisiniz. Aynı yolda kıvrıla kıvrıla inen bir yol üzerinden Amasra’ya girmek üzere iken, sağımızda kalacak Bakacak Tepesi’nde mutlaka bakmalısınız. Buradan Amasra’nın görünümü muhteşem, iki adalı, iki koylu ve beş tepeli Amasra karşımızda. Amasra ‘da sokaklar ve binalar temiz bir görünüm sergiliyor. Limandan mendireğe kadar yürüdük. Tarihi Amasra kalesine gidiyorduk. Kale duvarlarındaki birçok kapı ve geçitlerden geçtik, kalenin küçük liman kapısının temelinde Roma İmparatoru’nun yazıtını gördüm. Amasra kalesinde Ağlayan Ağaç, Tavşan Adası gibi doğal güzellikleri gördükten sonra Amasra Müzesi’ne geçtik. Amasra müzesinde güzel vakit geçirdikten sonra yemek vakti gelmişti, çok güzeldi zamanı durdurmak istiyordum adeta. Amasra Çeşmi Cihan Restoran’da güzel bir Karadeniz balığı yedikten sonra, sahil boyunda bulunan bir kafede sıcak içecekler içtik. Tarihi Pazaryeri’ni gezdik. Buradan canım anneanneme çam sakızı çoban armağanı Bartın’ın geleneksel el sanatı olan tel kırma örtü aldım.
Daha sonra Amasra seyahati sona ermişti. Söz sahillerden açılmışken Güzelcehisar’a uğramadan edemezdik. Evet. Tarih ve doğanın iç içe olduğu Güzelcehisar’ı 80 milyon yıllık “Lav Sütunları” daha da anlamlı hale getirmiş. Bartın küçük bir şehir olması rağmen o kadar çok gezilecek görülecek yeri var ki; Sinan Öğretmen Safranbolu-Bartın yolu üzerindeki Doğal Ağaç Tüneli’ni de sonraki durağım olan Kastamonu’ya giderken görebileceğimi söyledi. Arkadaşlarım ve Sinan Öğretmenime bu güzel gün için ne kadar teşekkür edeceğimi bilemiyordum. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ettim ve ayrılık vakti gelmişti. Sevgi dolu Sinan Öğretmenime ve pırıl pırıl 4-A sınıfı arkadaşlarıma gönülden teşekkürler. Bu küçük şehirde kocaman güzellikler ve sıcak insanlar var. Muhteşem bir günün ardından sonraki durağım Kastamonu’ya gitmek üzere şimdi tekrar yola düştüm. Aklımda bu güzel şehir, biriktirdiğim güzel hatıralar ve yüzümde kocaman bir gülümseme var.
Hoşça kal Bartın…
ÖYKÜ EVLİYALAR ŞEHRİ KASTAMONU’DA
Kastamonu’ya doğru gelirken bu ülkede doğduğum için çok şanslı biri olduğumu düşündüm ve bir kez daha Allah’a şükrettim. Kastamonu da Kamile öğretmen ve öğrencileriyle buluşacağımız yeri bize direk söylememişlerdi meydanda çiçekler içinde sizi bekliyor olacağız demişlerdi sanırım bulmak hiç te zor olmayacaktı. Giderken arabanın camından da dışarıyı seyrediyordum yemyeşil ağaçlarla kaplı ormanlık bir yoldan geçmiştik tertemiz mis gibi bir havası vardı. Şehre girdiğimizde şehrin ortasından geçen dere dikkatimi çekti çok güzel görünüyordu yol kenarı sıra sıra ağaçlarla doluydu. Kamile öğretmen ve öğrencilerini gördüm anıtın önünde parkta bekliyorlardı gerçekten de park rengarenk çiçeklerle doluydu. Arabadan inip yanlarına gittik hemen tanışıp kaynaştık. Emre sınıfını temsil eden kişiydi anneme ve bana kendi köylerinden getirdiği çiçekleri verirken bunlar Araç ilçesi İğdir köyünden sizin için toplandı ve biz de sizler için oradan toplandık geldik deyince hepimiz gülümsedik.
Cumhuriyet meydanındaki Şerife Bacı anıtı şu ana kadar gördüğüm anıtlardan oldukça büyüktü. Etrafında Vilayet Konağı Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi vardı Hababam Sınıfı yazarı Rıfat Ilgaz ‘ın Kastamonulu olduğunu burada öğrenmiştim. Sabah kahvaltısı için güzel bir çiftliğe doğru giderken Ilgaz Dağı yoluna girmiştik ve hep bir ağızdan da Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın şarkısını söylemeye başladık. Çiftlik önüne yaklaştığımızda arabamızın önünden iki tane sincabın hızla geçtiğini görüp heyecanlandık. Sanki bize hoş geldiniz! Der gibi tırmandıkları ağacın dalından bize bakıyorlardı. Kastamonu’da ilk ziyaret yerimiz Hz. Pir Şeyh Şaban-ı Veli türbesiydi Kastamonulular şehirlerine gelen misafirleri ilk buraya getirirlermiş her şehrin bir manevi sahibi vardır nasıl ki biz Konya da Şems ve Mevlana türbelerini ziyaretle şehri gezdirmeye başlıyorsak burada da oradan başlayacaktık.Türbeyi ve bahçesindeki müzeyi ziyaret ettik.
Havası mis sokakları tertemiz Kastamonu da gezmek tarihin içinde yürümek gibiydi tarihi ahşap evlerinin olduğu sokaklardan geçerek Kastamonu Kalesi’ne çıktık kalede Kastamonu isminin nereden geldiğini anlatan hikayelerden benim en çok ilgimi çeken Bizans tekfurunun kızı Moni’nin kaleyi kuşatan Türk komutanı Atabey’e aşık olup kalenin anahtarını Ona vermesinden sonra tekfur kızını kaleden atarak ‘Kastın Neydi Moni’ diyerek bağırması olmuştu. Kaleden manzara muhteşemdi neredeyse şehrin tamamı görünebiliyordu. Külliyeler, Camiler, Hanlar, Saat Kulesi…
Kaleden inince merkeze doğru yürümeye başladık şehrin ortasından geçen ve şehre girerken çok dikkatimi çeken dere boyunda yürüyorduk. Şırıl şırıl su, cıvıl cıvıl kuş sesleri vardı Katamonunun diğer şehirlerde olmayan mis gibi bir havası vardı. Tarihi Kambur Köprüden geçerek Nasrullah Camiinin önüne geldik bu camide İstiklal mücadelesi döneminde İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy vaaz vermiş olduğunu öğrendim Nasrullah Camiinden su içen buraya dışarıdan gelen biri ya 7 ya da 11 yıl sonra tekrar Kastamonuya gelirmiş bunu kanıtlayan bir çok olayda yaşanmış. Münire Medresesine doğru giderken annem Kastamonunun meşhur çekme helvalarından ve sarımsağından aldı.Taş baskısı örtülerinden ve yanlızca tırnak ve pamuk ipliği kullanılarak yapılan bağlardan şimşir kaşıklardan aldık hepsi de çok güzeldi Kastamonunun susamsız kel simidinden yedik ve çevredeki külliye,bedesten ve hanları gezdik. Saat kulesinde fotğraf çekildik.Kale,kule,dere üçlemesinin hepsini de görmüş oldum.
Kastamonu da ormanlık alanlar ve piknik yerleri çok fazlaydı ve bunların birinde İğdirden gelen arkadaşlarımızın aileleri bizler için yemek hazırlıyorlardı onların yanına gidip meşhur Kastamonu yemeklerini tatmak için sabırsızlanıyordum Banduma Etli Ekmek ,Ekşili Pilavve Tarhana çorbosı,. Kuyu Kebabı, Simit Tiridi, Paça, Kastamonunun meşhur pastırmasıyla pastırmalı ekmeğini, Kanlıca mantarı turşusunu ve birbirinden güzel lezzetleri Üryani Eriği hoşafıyla birlikte yemiştik. Dinlenip sohbet ettik ve oyunlar oynadık.
Kastamonu hakkında ilginç bilgilerde öğrendim Atatürk’ün Şapka İnkılabını burada yaptığını,,Araç ilçesinin Çanakkale Savaşı’nda nüfus bazında en çok şehit veren yurdumuzun tek ilçesi olduğunu Çanakkale içinde aynalı çarşı türküsünün Kastamonu türküsü olduğunu , İstanbul’un Fethinde kullanılan kütüklerin Kastamonu ormanlarından götürüldüğünü, İnebolu limanına gelen erzak ve cephanenin buradaki İstiklal Yolundan Ankara ya götürüldüğünü,Taşköprü ilçesinde yetiştirilen sarımsağının dünyaca ünlü olduğunu merkezinde deniz olmasa da ilçelerinde upuzun bir sahil şeridi olduğunu , yine ilçelerinde çok güzel koylar,kanyonlar olduğunu öğrenmiştim Kastamonu şivesinde ki değişik kelimeleri de öğrenmiştim ‘kapıyı gıygaşuk bırak’ demelerine de çok gülmüştüm.Vedalaşarak yeni yerler görmek için tekrar yola koyulmuştuk.Yolda babam Türkiyenin en uzun tüneli 15 Temmuz Şehitleri Tünelinden geçeceğimizi söyledi
ÖYKÜ YARENLER DİYARI ÇANKIRI ‘ DA
Kastamonu’dan güzel anılar ve dostluklarla ayrılmıştım . Çankırı da beni nelerin beklediğini hayal ederek yola devam ettik.Kısa bir yolculuktan sonra bir tünele girdik. Tünelin çıkışında Mesut Öğretmen bizi bekliyordu .Hoş geldiniz diyerek bizleri karşıladı.Bu tünelin 15 Temmuz İstiklal Tüneli olduğunu söyledi.Artık Çankırı’ dasınız Ilgaz Dağın’da , dedi ve ‘’Ilgaz anadolunun sen yüce bir dağısın ….’’şarkısını mırıldanmaya başladı. Ilgaz ,kışın ayrı yazın ayrı bir güzeldir . Kışın gelirsen kayak da yapabiliriz . Çok eğlenceli dedi . Bizi bir gülme aldı . Aynı şeyleri Kastamonu gezisinde de yaşamıştık. Tanışma faslından sonra Çankırı merkeze doğru yolculuğumuza yeniden başladık. Biraz yol aldıktan sonra ana yoldan ayrıldık. Biz Mesut öğretmenin aracını takip ediyorduk .Tabeladaki Alp Sarı Göleti yazısı dikkatimi çekti.Bu yapay gölet Çankırı’nın önemli mesire alanlarından biriymiş. Burada bizi Mesut öğretmenin öğrencileri bekliyordu. Bizler için güzel bir kahvaltı sofrası hazırlamışlardı. Kahvaltıdan sonra Mesut öğretmen , “Burası çok güzel ancak gezecek çok yer ,az zaman var isterseniz kalkalım.” dedi .
İlk durak Çankırı Kalesi’ydi ; şehre hakim bir tepe üzerindeki kaleden şehrin manzarası ayrı bir güzeldi ayrıca şehrin fatihi Emir Karatekin Bey’ in türbesi de buradaydı. Çankırı Kalesi aynı zamanda şehrin içinde bir mesire alanı. Kaleye yeni yapılan Cam Seyir Terası da ilgiyi iyice arttırmış görünüyordu .Çankırı Kalesinin ardından yeni hedefimiz Taş Mescit dedi Mesut öğretmen..Yazıtlarında bulunan ejderha ve bir kadehe sarılmış yılan , günümüzde tıp ve eczacılık biliminin sembolü olarak hala kullanılmaktadır. Buradan Sultan Süleyman Camii’ne gittik.Camiiyi hayranlıkla inceledikten sonra Çankırı Müzesi’ne gittik . Müzedeki fosiller ,sikkeler özellikle gözyaşı şişeleri çok hoşuma gitti.
Bundan sonra merkezde bulunan Eski Çamaşırhane, Buğday Pazarı Medresesi ‘ne gittik. Çankırı mutfağına ve kültürüne ait eserler üretilip satılan bir merkezmiş buralar . Hele Çivitçioğlu Medresesi… 17. Yüzyıldan kalma bu medresede ; Günümüzde geleneksel Türk süsleme sanatlarının üretilip sergilendiği bir merkez olarak faaliyet gösteriyormuş.

Çarşıda dolaşırken birçok dükkanda yazılı olan “ Tuz Lamba Bulunur .” yazısı dikkatimi çekti. Tuzdan lamba mı olur, diye düşünürken .Mesut Öğretemen Öykü biliyor musun ? Çankırı’nın tuzu meşhur Tuz Mağarasından elde edilen tuz yemek tuzu olarak kullanıldığı gibi süs eşyası olarak da kullanılıyor. Örneğin Tuz Lambası olarak.Hem bu Tuz Lambaları içerdikleri iyonlar sayesinde bazı hastalıklara iyi geliyor. Astım,bronşit gibi. İstersen Tuz Mağarasına gidelim yerinde gör .Orada bir eşek , tavşan ve yılan ölüsü var . Eşek tahminen 200 yıl önce ölmüş tavşan ise daha yeni 5 yıllık ,2 yıl önce bulunan yılan da onlara arkadaşlık ediyor .Öleli yıllar olmuş ancak vücutları hala bozulmamış. Tuzun koruyucu özeliğinden dolayı. “ Yaaa , çok merak ettim . “ Haydi öyleyse Tuz Mağarasına .. Mağaranın içinde koca kepçeleri, kamyonları görünce şaşkınlığım iyice arttı. Mağarayı da gezdikten sonra yorgunluğumu iyice hissetmeye başlamıştım . Artık akşam olmuştu zaman ne çabuk geçmişti.
Bu esnada Emirhan , “ Öğretmenim akşam Yaren Evinde , yaren,e bekliyorum hepinizi. “ dedi .Çankırı’da yarenlik bir gelenekmiş . Kökeni ahilik geleneğine dayanıyor . Hala yaşatılıyor , Emirhan’da minik bir yaren olduğu dan bizim için bir gece ayarlamıştı. Orada çok eğlendik. Çankırı yemeklerinden oluşan bir de sofra kuruldu . Bu arada Mesut öğretmenim, “Öykü gezecek daha o kadar yer vardı ki .Atık bir dahaki gelişinde gezeriz buraları da.” dedi.Yemekler yendikten sonra öğretmenimle ve yeni arkadaşlarımla vedalaştım. Bana hediye ettikleri Tuz Lamba’nın ışığında yeni maceramın hayallerini kurarak uykuya daldım.
Allaha ısmarladık Çankırı…
ÖYKÜ BAŞKENT ANKARA’ DA
Sabahın erken saatlerinde Ankara’ya vardık.Başkente ilk defa geliyordum çok heyecanlıydım. AŞTİ’de Mehtap Öğretmen bizi karşıladı.Türkiye’nin kalbine hoş geldiniz dedi. Anıtkabir’e gitmek üzere yola çıktık.Öğretmenimiz Ankara’nın ülkemiz için ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu , Kurtuluş Savaşımızın buradan idare edildiğini ve 13 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti olduğunu anlattı. Anıtkabir’e gelince aslanlı yoldan yürüyerek önce Atamızın mozolesini ziyaret ettik.Getirdiğimiz kırmızı karanfilleri bıraktık.Nöbet tutan askerler gözlerini bile kırpmıyordu. Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesini gezdik.Atatürk’ün tüm özel eşyalarını , kütüphanesini gördük 3997 kitap okumuş. Nutuk ,askeri kitaplar ve geometri kitabı bile yazmış.Bal mumdan yapılma heykelini gördük. Canlı gibiydi. Çanakkale Panoraması, Sakarya Panoraması , Büyük Taarruz Panoraması üç boyutlu canlandırmalar ve ses efektleriyle çok çarpıcı bir hale getirilmiş. Görünce çok heyecanlandım. Ayrılırken askerlerin nöbet değişimini izledim çok etkileyiciydi. Anıtkabir’den ayrıldık. Ulus’a doğru yola çıktık.
Zafer Anıtı’nın önünde Mehtap öğretmenin öğrencileri ile buluştuk.1.Meclis Binası şimdiki adıyla Kurtuluş Savaşı Müzesini ve biraz ilerisindeki 2.Türkiye Büyük Meclisini yani Cumhuriyet Müzesini dolaştık. Tahta zemininde gezinip o tarihi kokuyu içimize çektik. Şehir manzarasını yüksekten seyretmek için Ankara Kalesi’nin tarihi merdivenlerinden tırmanıp , hediyelik eşyalardan satın aldık.Dönüşte Mehtap Öğretmen çok yoruldunuz çocuklar gelin biraz dinlenelim dedi hepimize çay ve Ankara Simidi ısmarladı.Simidin tadı damağımda kaldı. Kaleden Hacı Bayram-ı Veli Camiine geldik. Adında anlaşılacağı üzere Hacı Bayram Veli tarafından yaptırılmış. Caminin tavanı çok ilginçti kubbeli değildi , tahta bir tavanı vardı ama minberi çok güzeldi. Caminin hemen yanında Augustus Tapınağını da gezdik Roma İmparatoru Augustus için yapılmış.İnanmazsınız caminin ve tapınağın yan duvarları ortaktı. Biraz ileride Julians Sütunu ve Roma Hamamı açık hava müzesini dolaştık.Ankara’da ne kadar çok tarihi eser varmış. Anadolu Medeniyetleri Müzesine doğru yola çıktık. Hayatımda bu kadar büyük bir müze hiç görmemiştim .1997 yılında Avrupa’da Yılın Müzesi seçilmiş.

ÖYKÜ KIRIKKALE’DE
Ailemle birlikte başladığım 81 ili gezme maceramızda ,Türkiye’mizin başkentine komşu silahlarımıza adını veren şehir Kırıkkale iline gitmek üzere yola çıktık. Kırıkkale ile Ankara ili arası sadece 45 dakika sürdü. Kırıkkale il tabelasını görünce heyecanım biraz daha artmıştı .Kırıkkale ili ile ilgili yolculuk sırasında azda olsa biraz bilgi edinmiştim. Bu küçük sevimli ilde bakalım beni hangi maceralar bekliyor?
Didem öğretmen ve öğrencileri ile Kırıkkale Üniversitesi girişinde buluşacaktık ..Ben ve ailem heyecanla etrafımıza bakarken karşıdan Didem öğretmen ve öğrencileri geldi. Hoş geldiniz dedikten sonra tek tek öğrencileri ile tanıştırdı.Didem öğretmenimiz ‘yoldan geldiniz acıkmışsınızdır.’Hep birlikte Celal Bayar parkına gidelim kahvaltı yapalım ve böylece gezimize başlayalım dedi.Otobüse bindik içim kıpır kıpırdı.Yolculuk çok kısa sürdü.Celal Bayar parkı Kızılırmak’ın kenarına yapılmış çok güzel bir parktı.İlçenin girişinde Sarı Konak’ta Kızılırmak’ı izleyerek kahvaltımızı yaptık.Daha sonra konağı çok yakınında olan Eğitim Müzesinini gezdik.Müzede birbirinden değişik ilgi çekici birçok eğitimde kullanıla araç ,gerçve eşyalar vardı.Daha sonra hep birlikte parkı gezmeye başladık. Gerçekten çok huzur verici bir ortam vardı. Parkın içinde Ressam Rahmi Pehlivanlı ‘nın resimlerinin sergilendiği bir müze bulunuyordu.Resimleri dikkatlice inceledik.Bol bol resimler çekindik.
Didem öğretmen gezimize MKE Silah fabrikasında bulunan Silah müzesi ile devam edeceğimizi söyledi. Müzeye doğru giderken Ayşe Nil Kırıkkale’nin adını şehrin 3 km kuzeyindeki Kırıkköyü ile şehir merkezindeki Kaletepe’nin kısaltılarak birleştirilmesinden ortaya çıktığını ve önceden Kırıkkale’nin Ankara’nın ilçesi olduğu 1989 yılında il olduğunu anlattı. Sohbetimiz bittiğinde MKE giriş kapısındaydık. Öğretmenimiz önceden müzeyi gezmemiz için gerekli izni aldığı için hemen MKE giriş yaptık. Müzeye girdiğimizde meraklı gözlerle etrafımdaki silahlara bakmaya başladım.Müzede çok eski zamanlarda yapılmış birçok silah vardı.Hepside Kırıkkale’de yapılmıştı.Onun için bu ile silahlara adını veren şehir demişlerdi.MKE Silah müzesindeki gezimiz bittikten sonra Kırıkkale ilinin ilçesi olan Keskin’e doğru yol açıktık.Yolculuk sırasında Didem öğretmen Kırıkkale ili hakkında bilgiler anlatmaya başladı.Ben ve 4/A sınıfı öğrencileri dikkatle öğretmenimizi dinledik.Yağmur ;
_ Öykü’cüm sağ tarafa bak dedi.
Baktığımda Kırıkkale’de bulunan Tüpraş Rafinerisini gördüm.Uzun uzun bacalarından duman çıkıyordu.Didem öğretmen şimdi gezimize Karakeçili ile Köprüköy arasında Kızılırmak üzerine Selçuklular döneminde yapılmış olan Çeşnigir köprüsü ile devam edeceğiz dedi.Köprüye geldiğimizde hepimiz sevinçle otobüsten indik ve köprüye doğru koşmaya başladık.Köprü çok uzundu.Ezgi köprünün 110m uzunluğunda 6m genişliğinde olduğunu söyledi.Köprünün üstünde hep birlikte resim çekindik.Artık yolumuza devam etmemiz gerektiğinden Çeşniğir köprüsünden ayrıldık.
Keskin’e yaklaşmaya başlamıştık. Didem öğretmen Keskin’e gitmeden önce ‘Hasandede Cami ve türbesini gezeceğiz’ dedi.Türbeye geldiğimizde ilkönce türbelere girip Hasandede ve çocuklarına dua ettik.Türbedeki görevliden türbe hakkında anlattığı bilgileri dinledik.Türbeden ayrılıp Keskin’e doğru yolumuza devam ettik.Yaklaşık 20 dakika sonra Keskin’deydik.İlçenin girişinden itibaren çok sayıda tarihi evler vardı.Bu evlerin bazıları restore edilmişti.Evler iki katlı taştan ve ahşap kaplamaydı.Karnımız çok acıkmıştı.İlçedeki lokantada Keskin tava yedik.Keskin tava çok lezzetli taş ocakta pişen bir et yemeğiydi.Daha sonra taş mektep ve yarı yapay yarı doğal olan Sulu mağrayı gezdik.Zamanımız azaldığı için Keskin’deki gezimizi bitirip Kırıkkale’ye doğru yola çıktık. Yol boyunca şarkılar türküler söyledik.Merkezde Gürler Şehit Mustafa Sağlam İlkokuluna geldik.Didem öğretmen ve öğrencileri bana okullarını ve sınıflarını gezdirdiler.Muhammed okullarının 1949 yılında yapıldığını ve geçen sene binalarının tadilat geçirdiğini anlattı.Okulun ön bahçesinde 4/A sınıfı veliler benim için çok güzel yiyecekler hazırlamışlardı.(Besmeç,çiğ köfte ,madımalak, yarma aşı vb.)Hep birlikte afiyetle yedik.Artık ayrılık vakti gelmişti.
Didem öğretmen ,yeni tanıştığım arkadaşlarım ve 4/A sınıfı velileriyle vedalaşıp yeni bir ilimizi daha tanımak için yola çıktık.
Hoş çakal silahlara adını veren şehir KIRIKKALE.
ÖYKÜ ŞİRİN KIRŞEHİR’DE
Arabamız Kırşehir’e girerken kalbim güm güm atıyordu. Gözlerim ev sahiplerimizi ararken, kafamda cevaplanmayı bekleyen pek çok soru vardı. Acaba bu gün misafirleri olacağım ev sahipleri gelmiş miydi? Birbirimizi nasıl tanıyacaktık? gibi bir sürü soru zihnimde dolaşırken, sırt çantam ve boynumdaki fotoğraf makinemden olsa gerek, beni tanımaları pek de zor olmadı. Levent öğretmenim sıcacık gülümsemesiyle bizi karşıladı ve beraberindeki öğrencileri Ece, Nisa, Efe ve Taha ile tanıştırdı. Bu karşılama o kadar sıcak ve samimiydi ki sanki onları daha önceden tanıyormuşum hissine kapıldım. Ayaküstü yaptığımız kısa bir sohbetten sonra öğretmen:
-“Hadi bakalım Kent Park’ ta güzel bir kahvaltı yaparak gezimize başlayalım” dedi.
Hep birlikte şehir merkezindeki Kent Park’a doğru yola çıktık. Ece; bize Kent Park’ın sadece göz-lem kulesi, gençlik merkezi, havuzları, çocuk parkları, dinlenme ve sosyal aktivite alanlarıyla değil aynı zamanda mükemmel bitki dokusu ve nitelikli ağaçlarıyla da yoğun ilgi çeken bir uğrak yeri olduğunu söyledi. Anlattıkça Kent Park’ı daha da çok merak ettim. Kahvaltımızı göl manzarası eşliğinde Ada restoranda, çığırtmanın eşsiz lezzetini tadarak yaptık. Oradan şehre doğru yola çıktık ve soluğu Cacabey Meydanı’nda aldık. Meydanda bizi tüm heybe-tiyle şaha kalkmış atının üzerinde Atatürk heykeli karşıladı. Uzaklara uzattığı işaret parmağı ile adeta Kır-şehir’in çok özel bir şehir olduğunu söylüyordu. O sırada kulağıma gelen davul sesleri beni bekleyen sürp-rizi haber veriyordu sanki. Yöresel kıyafetleriyle Kırşehir halk oyunları ekibi bizi ‘Keskin Ağırlama Hala-yı’ ile karşıladı. Bu görsel ziyafetin ardından rotamızı meydanın sonundaki eski Uzay Araştırma Merkezi, Cacabey Camii’ne çevirdik. Nisa, bize Cacabey Medresesi’nin Kırşehir’in en önemli tarihi yapılarından birisi olduğunu, eskiden fen ve astronomi eğitimi verilen bir medrese olarak yapıldığını, günümüzde ise cami olarak kullanıldığından bahsetti. Bilmin gizli bahçesi Cacabey Camii’nden ayrıldıktan sonra Belediyenin arka tarafında yer alan Ahi Evran Külliyesi’ne gitmek üzere yola çıktık. Levent öğretmenim bana Ahi Evran hazretlerinin kelam, tefsir, tasavvuf bilgini ve Ahilik teşkilatının kurucusu olan büyük velilerden biri olduğundan ve ahilik sis-teminin tüm insanlık için sosyal-iktisadi-siyasi bir yaşam tarzı oluşturduğundan bahsetti. Edep ve saygı ile türbeden ayrılırken, Kırşehir’e olan hayranlığım daha da artmıştı. Bu tarihi ve kültürel zenginliklerle dolu şehrin her yerini gezip görmek için sabırsızlanıyordum. Sıradaki uğrak yerimizin Neşet Ertaş Müzesi, diğer bir deyişle Gönül Sultanları Kültür Evi olduğunu öğrendiğimde çok sevinmiştim. Müze, dışarıdan bakıldığında müstakil bir malikâne havasıyla ve çevre düzenlemesinin yeşilliği ile dikkat çekiyordu. Müzeyi gezerken bizleri “Bozkırın tezenesi” olarak bilinen Ertaş’a ayrılan odada, ona ait plaklar, kasetler ve fotoğrafların yanı sıra saz çalıp merhum ozanın türkülerini seslendiren android heykeli karşılıyordu.

ÖYKÜ YİĞİDİN HARMAN OLDUĞU YER YOZGAT’TA
Kırşehir’den Yozgat’a gitmek yaklaşık 2 saat sürecekti. İçimde tarif edemediğim bir heyecan vardı. Yolculuk sırasında tabletimden Yozgat’ı incelemeye koyuldum. Yozgat tabelası gözüme iliştiğinde, Nida Tüfekci’den Yozgat Sürmelisi dinliyordum. Ne kadar güzel bir türküydü. Didem öğretmen ve öğrencileri bizi Cumhuriyet meydanında karşılayacaktı. Buluşma yerine vardığımızda, meydan pek kalabalık değildi ve bizi tanımaları zor olmadı, koşarak yanımıza geldiler. Herkesin yüzünde bugün yapacağımız gezinin heyecanı ve mutluluğu vardı. Kısa bir tanışmanın ardından Didem öğretmen gezi planı hakkında bilgi verdi. Meydanın hemen yanında tarihi Yozgat Saat Kulesi vardı. Buradan Yozgat Çamlığına çıkıp kahvaltı yapacaktık. Didem öğretmenin diğer öğrencileri ve birkaç velisi bizi orada bekliyormuş. Ege Yozgat Çamlığı Milli Parkının Türkiye’nin ilk milli parkı olduğunu ve burada yetişen özel bitki türlerinin bulunduğunu söyledi. Yozgat çamlığına girdiğimizde karşılaştığım manzara harikaydı, yaşlarının 400-500 civarı olduğunu öğrendiğim devasa çam ağaçlarının arasından geçtik. Kısa bir tanışma faslının ardından masaya oturduk. Öncelikle bize Yozgat’ın meşhur yemeği olan arabaşı çorbası ikram ettiler. Aklımda ‘’Nasıl yani?’’ soruları varken, Didem öğretmen ‘’Konyalılar da sahip çıkar’’ deyip göz kırptı. Annemle bakışıp gülümsediler. Çamlık çok serindi, sıcacık çorba çok iyi geldi. Diğer ikramlar da masaya yerleşmeye başladı, çoğu yöresel yiyecekler olan velibah, bazlama, katmer yanında çeşit çeşit peynir ve reçeller vardı. Sürekli bir şeyler ikram ediyorlar ve tadına bakmamı istiyorlardı. Tam Anadolu insanıydılar sıcakkanlı ve misafirperver! Hepsinin tadına bakayım derken doymuştum bile. Toparlanıp Yozgat merkezde yer alan Çapanoğlu Camine gittik. Fotoğraf makinemle her yeri çektim. Melih caminin Osmanlı döneminde yapıldığını ve kentin her yerinden görünebilen bir özelliğe sahip olduğunu söyledi. Camiyi gezerken Didem öğretmen Yozgat merkezde Yozgat Müzesi ve Karslıoğlu Konağı olduğundan bahsetti. Buraların da önemli yerler olduğunu ama bugünkü gezi planımıza dahil etmediğini söyledi.
Tekrar yola çıktık, Yozgat’ın ilçesi Sorgun sınırlarında taşlık bir alanda araba durdu, kazı çalışmaları devam ediyordu. Burasının Kerkenes Harabeleri(Kayıp Şehir Pteria) olduğu söylediler. Şuan fazla bir kalıntı olamasa da, burasının Dünya tarihine ışık tutan bir yer olduğunu öğrendim. Sarıkaya ilçesine gitmek için tekrar yollardaydık, Sarıkaya Didem öğretmen ve çoğu öğrencisinin memleketiydi ve orada bulunan Antik Roma Hamamlarını(Bailica therma Antik kenti) mutlaka görmemi istiyorlardı. Arabada giderken Didem öğretmen’’ Keşke zaman geniş olsa da Şefaatli de bulunan Karabıyık Köprüsünü, Çekerek’teki Kızlar Kayasını ve Akdağmadeni Muşalı Kalesini gezebilseydik’’ dedi.

Vakit öğleni geçmişti ve acıkmıştık. Sarıkaya’ya girer girmez, yemek yiyeceğimiz mesire alanına gittik. Yemekte Yozgat testi kebabı, yanında bulama çorbası, madımak tatlı olarak da incir uyutması vardı. Testi kebabını 3-4 saat boyunca odun ateşinde pişirmişler ve bu sırada yayılan nefis koku mesire alanını sarmıştı. Testiyi kırma işini bana vermişlerdi, gösterdikleri gibi usulca ağız kısmını kırdım ve içinden yumuşacık pişmiş olan eti tepsiye döktük, harika bir görüntüydü, karnımızı tıka basa doyurduk.
Buradan ilçenin hemen içinde olan Roma Hamamına(kral kızı hamamı)geldik. Didem öğretmen ‘’Burası yıllarca toprağın altında kalmış, son yıllarda yapılan kazı çalışmaları ile gün yüzüne çıkarılmış gömülü bir tarih’’ dedi. Yalnız şuan ki hali süperdi, koruma altına alınmış alanın içinde kocaman bir havuz, havuzun arkasında kemer, onun arkasında da 2 tane daha küçük havuz ve etrafta küçük küçük odacıklar vardı. Üstelik havuzlar yer altından gelen, şifalı olduğu söylenen sıcak su ile doluydu. Betül ‘’Bu sıcak su yüzyıllardır akıyor, bak bu tarafta da kaplıcalar var’’ dedi. Kaplıcaların sıcak suyunun da yer altından geldiğini ve şifalı olduğunu öğrendim. Gün akşama yaklaşırken öğrenci ve velilerle vedalaştık, hepsinin gülen gözleri, sıcak dostlukları kalbimde yer etmişti. Didem öğretmenle beraber konaklayacağımız otele geldik, kırk yıllık dostumuzdan ayrılıyormuşçasına kucaklaşarak vedalaştık.
Sarıkaya doğal sıcak su cennetiydi, bu kadar şifalı suyun olduğu bir yerde havuza girmemek olmazdı. Annemle beraber kaplıcanın sıcak sularına girdik, su öyle güzeldi ki tüm yorgunluğumuzu aldı götürdü.
Yozgat sandığımdan çok daha güzel bir şehirdi, insanları gerçekten içten ve sıcakkanlıydı. Yaşadıklarımı düşünürken uykuya dalmışım. Annemin ‘Öykü haydi kalk, Sivas’a gitme zamanı geldi’ sözüyle uyandım.
ÖYKÜ SİVAS’TA
Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece….. Ünlü halk ozanımız Aşık Veysel’in bu türküsü geldi aklıma Sivas yolculuğu başlayınca. Bugün Yozgat’tan Sivas’a geçeceğiz. Sivas’ı gezecek olmak beni çok heyecanlandırıyor şimdiden. Çünkü Kurtuluş Savaşı için çok önemli kararların alındığı Sivas Kongresi burada toplandı. Birçok devlete ev sahipliği ve başkentlik yapmış olması da beni heyecanlandırıyor. Tün bunları ve Sivas’ın bütün güzelliklerini görmek için sabah erkenden yola çıktık. Sivas’ta bizi Özel İdare İlkokulu 4-A Sınıf Öğretmeni Hüseyin öğretmen ve öğrencileri karşılayacaklar. Yaklaşık 2,5-3 saat süren bir yolculuktan sonra Sivas’a geldik. Hüseyin öğretmen ve öğrencileri bizi Sivas’ın girişinde karşıladılar. Tanıştık ve sevinçle kucaklaştık. Öğrenci arkadaşlar Sivas gezi programımız hakkında bilgi verdi. Sizi iyice gezdirip yoracağız, sonrasın da güzel Sivas yemekleri ile doyurup, doktor balıklar ile dinlendireceğiz dediler. İçimden doktor balıklar mı dedim….
Tanışmanın ardından Sivas merkeze doğru tekrar yola koyulduk. Kısa bir yolculuktan sonra Sivas merkeze ulaştık. Sivas’ın tarihçesi hakkında Hüseyin öğretmen bilgi verdi. Sivas’ın şehir merkezinde çok güzel bir kent meydanı var arkadaşlar. Bir çok tarihi eserin bir arada olduğu bir meydan. Selçuklu devletinden kalan Buruciye, Şifaiye ve Çifte Minareli Medreseler, Osmanlı devletinden kalan Kale Camii, Kongre Binası, Jandarma Binası, Valilik Binası bu meydanı çok güzel süslüyor. İlk olarak Sivas Kongresinin yapıldığı Tarihi Kongre binasından başladık gezmeye. Kongre binasının önüne gelince heyecanım bir kat daha arttı. Milli Mücadele de çok önemli kararların alındığı, Cumhuriyetin temellerinin atıldığı, Mustafa Kemal’in ve kongre üyelerinin içeri girdiği kapıdan girecek olmak beni oldukça heyecanlandırdı. Girişte bizi görevliler karşıladı. Tarihi taş bina, geniş koridorları ve birçok odası var. Bu bina şimdi müze olarak kullanılıyor. Hem Sivas’ın geçmişine ait kültürel öğeleri hem de kongreye ait unsurların sergilendiği bir müze. Kongre toplantılarının yapıldığı salonu, Atatürk’ün misafir olarak kaldığı odayı gezdik.
Kongre binasından sonra hemen karşısında bulunan Kale Camii, Şifaiye Medresesi (Tıp İlimlerinin Okutulduğu Üniversite), Buruciye Medresesi (Gök Bilimlerinin okutulduğu Üniversite), Çifte Minareli Medrese (İslami İlimlerin Okutulduğu Üniversite), jandarma binası ve valilik binasını gezdik. Tarihi kent meydanından biraz aşağıya doğru inince yine muhteşem bir eser olan Sivas Ulu Camii’ni gezdik. Devrilecekmiş gibi duran eğik minaresi çok dikkatimi çekti. Zaman içerisinde minarenin eğildiği ve koruma altında olduğu belirtildi. Ulu camiinden biraz ilerde bulunan Gök medreseye doğru ilerledik. Adını minarelerindeki çinilerin mavi renginden dolayı aldığı ifade edildi. Bu medresede o dönemlerin en ileri tıp ilimlerinin okutulduğu ve birçok hastalığın tedavi edildiği bir medreseymiş. Bu eserleri bizlere bırakan ecdadımıza ne kadar teşekkür etsek az diye düşündüm. Sivas merkezde daha birçok tarihi eserin bulunduğunu ama zamanımızın kısa olduğunu hatırlatan Hüseyin Öğretmen şimdi yemek zamanı diyerek yemek molası için Sivas’ın Paşabahçe ismi verilen mesire alanına gideceğimizi ifade etti. Yeşilin ve suyun bol olduğu ve çok güzel düzenlenmiş olan Paşabahçe de bizi 4-A sınıfının velileri karşıladılar. Bizim için hazırladıkları Sivas’ın meşhur yemeklerinden, madımak çorbası, Sivas köftesi,
Sivas kebabı, peskütan çorbası, hıngel, kalbura bastı tatlısı ve daha birçok çeşitten oluşan çok zengin bir sofraya davet ettiler. Acıkan karnımızı bu güzel lezzetlerle bir güzel doyurduktan sonra Sivas’ın ilçelerinden Divriği ve Kangal’ı gezeceğimiz belirtildi. Sivas’ın toplamda 16 ilçesi olduğu ama bunların hepsini gezmeye zamanımızın yetmeyeceği için sadece iki ilçeye uğrayabileceğimiz belirtildi. Divriği ilçesinin de çok tarihi bir ilçe olduğunu, özellikle Ulu Camisinin dünyaca meşhur olduğu; dünya kültür mirasları arasında yer alıp Unesco tarafından korunması gereken eserler arasında bulunuyormuş. Divriği Sivas’ın uzak ilçelerinden birisiymiş. Arkadaşlar biliyorsunuz Sivas toprak yüzölçümü olarak ülkemizin Konya’dan sonra en büyük ili. Yolculuğumuz yaklaşık 2- 2,5 saat kadar sürdü.
Divriği’ye saat 16 gibi ulaştık. Hiç zaman kaybetmeden doğruca Ulu Camiine gittik. Uzaktan bile muhteşem görünen ulu camii yanına gelince inanın insanı adeta büyülüyor. Kapılarındaki o taş oymalar sizi adeta cennete götürüyor. O şekiller o taşlara nasıl işlenmiş aman Allah’ım!!!!Bir çiçek bahçesini düşünün taşlara işlenmiş çiçek çiçek…Caminin tarihçesi hakkında yetkililer bize bilgi verdiler. Caminin hemen yanında birde Daruşşifa var. Daruşşifa yani hastanesinde o zamanın akıl hastaları müzik ve su sesi ile tedavi ediliyormuş arkadaşlar. Ne kadar muhteşem bir şey değil mi? Divriği de de gezilecek birçok güzel mekânın olduğu fakat zamanımızın iyice daraldığını ifade eden Hüseyin Öğretmen Sivas’a doğru yola çıkmamız gerektiğini hatırlattı. Ben hemen heyecanla atılarak doktor balıklar, doktor balıklar diye bağırdım birden. Hüseyin Öğretmen doktor balıkların Kangal ilçesinde olduğunu ve dönüş yolumuzun üzerinde olduğunu belirterek uğrayacağımızı söyleyince mutlu oldum. Çok merak ediyorum doktor balıkları…
Divriği’den ayrılıp Kangal ilçesine doğru yola koyulduk. Doğruca ilçeye yaklaşık 15 km uzaklıkta bulunan Balıklı kaplıcaya geçtik. Buraya balıklı kaplıca denmesinin sebebi kaplıca havuzlarının içinde balıkların olmasındanmış arkadaşlar. Bu balıklar havuza giren insanların vücutlarındaki yaraları, hastalıklı bölgeleri tedavi ediyorlarmış. Tabi tedavi amaçlı gelen hastalar ayrı havuzlarda tedavi görüyorlar. Biz yine içinde balıkların olduğu başka havuzlara girdik. Ben ilk başta çekindim girmeye. Babam ve annem beni cesaretlendirip birlikte havuza girdik. Havuza girip sakince bekleyince balıklar hemen size geliyorlar. Vücudunuza adeta masaj yapıyorlar. İlk başlarda biraz ürktüm balıkların dokunmalarından ama sonra alıştım. Doktor balıkların adını verdiği balıklı kaplıca bizi gerçekten çok dinlendirdi. Doktor balıklara ne kadar teşekkür etsek az…. Tabii Kangal deyince ilk akla gelenlerden birisi de dünyaca meşhur kangal köpekleri. Kangal ilçesinden ayrılmadan Kangal köpeklerini görmemek de olmazdı. Dönüşte Kangal köpek yavrusu üretim çiftliğine yolumuzu uğrattık. Büyük köpeklere yaklaşmaktan korktuk biraz, çünkü çok heybetli ve iriler. Ama yavruları o kadar mı tatlı olur… O kadar sevimliler ki kucağımızdan bırakmak istemedik. Yolunuz Sivas’a düşerse mutlaka bu yavru Kangal köpekleri görün derim. Ayrılmak zor oldu bu güzel yavrulardan.
Bu arada vakitte iyice ilerlemiş akşam olmak üzere idi. Tekrar Sivas’a dönüp bu geceyi de Sivas’ta geçirip Tokat gezisine başlamak için iyice dinlenmemiz gerekiyor. Hüseyin öğretmene ve öğrenci arkadaşlara çok ama çok teşekkür ediyorum, bu güzel şehri bizlere gezdirdikleri için….Sivas’tan birçok arkadaş edinerek ayrılmak beni ayrıca mutlu etti….HOŞÇAKALIN!!!
ÖYKÜ, ON BEŞLİLERİN VE PLEVNE FATİHİ’NİN ŞEHRİ TOKAT’TA
Sabahın ilk ışıkları yüzüme çarptığında, babamın : “Öykü Tokat’a geldik, uyan!” sözleriyle gözlerimi açtım. Arabanın penceresinden bakarken yol kenarındaki meyve, sebze bolluğu dikkatimi çekti. Babam, ülkenin şeftali, erik, domates gibi meyve ve sebze ihtiyacının büyük kısmının Tokat’tan karşılandığını söyledi.
Tokat’la ilgili kısa bir araştırma yapmıştım. Tokat adının kaynağı hakkında çeşitli söylentiler vardır. Bunlardan biri: Şehir Togayıt Türkleri tarafından kurulmuş ve ismi buradan gelmektedir. Evliya Çelebi ise Tokat Kalesi’nin Amelika kavminden efsanevi bir kahramanı olan “Dok-Ad’ ın” inşa ettiğini ve oradan geldiğini yazmaktadır.
Yasemin Öğretmen ve öğrencileriyle Latifoğlu Konağı’ nda buluşacaktık. Çok heyecanlıydım, nihayet buluşma yerine geldik. Bizi bekleyen yeni dostlarımızla tanıştık ve hemen kaynaştık. Latifoğlu Konağı’nda Tokat’ın yöresel kahvaltılıklarıyla resmen bir ziyafet çektik. Cevizli, haşhaşlı kete, çökelekli sündürme, çemen, bez sucuklu yumurta, kuşburnu reçeli ve hayatımda ilk defa yediğim beyaz zambak reçeli ile midemiz bayram etti. Annem semaver çayı ile çok mutlu oldu. Önce Taşhan’a gittik. Orada el yapımı tahta baskılarla imal edilen meşhur Tokat el basması örtülerini, yemenilerini yaptık. Kendi yaptığım yemeniyi bana hediye ettiler. Atatürk Evi ’ni gezdik. Plevne Fatihi Gazi Osman Paşa Müzesi’ ni gezdik. Tokat Kalesi çok heybetliydi. Burası ile ilgili Yasemin Öğretmen’im çok ilginç bir hikâye anlattı. Drakula diye bildiğimiz Kazıklı Voyvoda Tokat Kalesi’nde tutulmuş. Taşhan’ a da Voyvoda Han deniliyormuş. Filmler sanki gözümde canlandı. Mevlevihane, Saat Kulesi, Garipler Camii, Tokat Müzesi, Hıdırlık Köprüsü derken çok yorulduk.
Yasemin Öğretmen’ im Ballıca Mağarası’na gitmek için Pazar ilçesine gitmemiz gerektiğini söyledi. Ben de onların otobüsüne bindim. Gezi çok eğlenceliydi. “Tokat’tan mı Geliyon” “Öğretmene Varamadım” gibi eğlenceli türküleri söyledik. Duru, Ahsen, Rüya, Azra, İrem, İremsu, Yaprak, Tuana “Hey Onbeşli” türküsünü söylediler. Meğer bu türkü bir ağıtmış. Hikâyesi beni çok etkiledi. Çanakkale Savaşı’nda lisede okuyan 14-15 yaşlarındaki öğrencilerin hepsi cepheye gitmiş. Kimse geriye dönememiş. Şehitlerimizi bir kez daha minnetle ve rahmetle anıyorum.
Ballıca Mağarası’na geldik. Dünyanın en büyük mağaralarından biriymiş. Resmen büyülendim. Muhteşemdi. Oksijeni çok olduğundan astım hastalarına iyi geliyormuş. Babam dedemi getirmemiz gerektiğini söyledi. Kaz Gölü’ ne, Mahperi Hatun Kervansarayı’ na uğradık. Yasemin Öğretmen’in ve arkadaşlarımın yaşadığı Zile ilçesine geldik. Zile’de meşhur bir bağ evine konuk olduk. Mis kokular geldi. Çok acıkmıştık. Sofra müthişti. Tokat kebabına ailece bayıldık. Galle, helle, tutmaç, baklalı dolma, keşkek, kaba pancar kavurması, köme, şire tarhanası, üzüm turşusu ve ilk defa gördüğüm beyaz pekmezle (Zile Pekmezi) midelerimiz bayram etti. Zile’nin bağ evleri çok ünlüymüş. Üstüne bir de yöresel “ Ellik “ oyununu oynadık. Samet arkadaşım Çanakkale Savaşı’nda adını duyduğum “Kınalı Ali’nin “hikâyesini anlattı. Onun 4. kuşak torunu Toprak ile tanıştırdı. Ne gurur verici bir olay. Hep beraber Zile Kalesi’ne gittik. Tarihe ün salmış Sezar Zile’ye (O zamanki adı Zela) gelmiş ve dünyanın en kısa mektubu olan “Veni, vidi, vici” yani: “Geldim, gördüm, yendim.” demiştir. Arkadaşlarım Tokat’ın gezilebilecek pek çok tarihi ve doğal yerlerinin olduğunu ama zaman kısalığından bu kadar yeri gezdirebildiklerini söylediler.
Yasemin Öğretmen’im ve 4/A sınıfı arkadaşlarım meşhur Tokat bebeğini ve yöresel kıyafet olan Saya’yı hediye ettiler. Annem Tokat sofra bezine bayıldı. Artık veda zamanı gelmişti. Doyamadım, yine geleceğim. Mevlana’nın da dediği gibi ”Tokat’a gitmek gerek, Tokat’ı görmek gerek.” Ahmetcan’ın bizim için yazdığı şiiri dinledik. Birbirimize sarıldık. Yasemin Öğretmen’ in bizim için hazırladığı yolluğu aldık. Hoşça kalın yeni dostlarım. Geldik, gördük ve çok sevdik.
ÖYKÜ ŞEHZADELER ŞEHRİ AMASYA’DA
İki saat kadar süren bir yolculuktan sonra yol üzerinde bir tabela gördüm. Üzerinde Amasya’nın resmi vardı. “BU ŞEHRİ GÖRMEDİYSENİZ EN GÜZELİNİ HENÜZ GÖRMEDİNİZ! ” yazıyordu. Amasya’ya yaklaştıkça yüksek kayalıkların arasında gizemli bir şehre girdiğimi hissetmeye başladım. Şehrin girişinde “Aşıklar Müzesi” varmış. Nuray Öğretmen ve tatlı öğrencileri beni burada karşıladılar. Benim için bir sürpriz hazırlamışlardı. Müze’nin yemyeşil bahçesinde, Amasya’nın yöresel halk oyunlarından oluşan güzel bir gösteri sergilediler. Tanışıp kaynaştıktan sonra hep birlikte müzeyi gezdik. Aşkları efsanelere konu olan Ferhat ile Şirin bu şehirde yaşamış. Ferhat, Şirin’e olan aşkı uğruna kilometrelerce uzunluktaki dağları delerek, şehre su getirmek için su kanalları yapmış. Müzeyi gezmeyi tamamladıktan sonra hep birlikte şehir merkezine hareket ettik. Yolculuğumuz sırasında Amasya’nın, ismini Amazon Kraliçesi’’Amasseia’’ dan aldığını öğrendim.
‘‘ Şehzadeler Şehri Amasya’ya Hoş Geldiniz ’’ yazısı beni daha da meraklandırdı. Nuray Öğretmen, Amasya’nın şehzadelerin eğitim gördüğü bir merkez olduğu için bu şekilde anıldığını söyledi. Kayalıklar arasında, bir vadi içeresinde, ortasından Yeşilırmak nehrinin aktığı, altı ilçesi bulunan ve buram buram tarih kokan bir şehir. Irmak kenarında gezintiye çıktık. Bir de ne göreyim: Selfie çeken şehzade heykeli. Şaşkınlığımı gizleyemedim. Şehzade ile ben de selfie çekindim. Hükumet Köprüsü’nün yanından geçip ilerlerken tarihi bir mekana girdik. Arkadaşlar buranın Bimarhane olduğunu söyledi. Müze; Osmanlı İmparatorluğu döneminde hastaların müzikle tedavi edildiği önemli bir mekan olarak, Anadolu insanına hizmet etmiş. Bu güzel mekanı gezerken konuşan heykel dikkatimi çekti. Bu heykel Fatih Sultan Mehmet döneminin önemli hekimlerinden olan Amasyalı Sabuncuoğlu Şerefeddin ‘e aitmiş. Daha sonra içeri şehirde, tarihi Amasya evlerinin arasında dar yollarda yürüdük. Her yerde Amasya’yı anlatan küçük hediyelerin satıldığını gördüm. Nuray öğretmenim babama semaver hediye etti. Annem kendine bakır cezve aldı. Şehzadeler Müzesi’ni ve sonrasında aynı mevkideki Hazeranlar Konağı’nı gezdik. Karnım çok acıkmıştı. İçeri şehirde bulunan Amasya Mutfağı’na gittik. Amasya’ya özgü Toyga Çorbası, bakla dolması, keşkek, bamya. Daha neler neler… Amasya yemeklerinin tadına doyamadık. Yemekten sonra yarım saat kadar dinlendik.
Halk dilinde ‘’Maydonoz,Madenüs’’ olarakta bilinen Mapdenüs Köprüsü’nden geçtik. Nuray öğretmenim şimdi gezeceğimiz yer Sultan Bayezid Cami dedi. Avludan içeri girdik. İlerlerken bu bastığım yerlerde İmparatorluğa yön veren şehzadelerin ayak izleri olduğunu düşündüm. Amasya’ya neden Şehzadeler Şehri denildiğini anladım galiba. Burası bir kültür şehri, burası bir ilim şehri. Cami avlusunda bulunan Minyatür Amasya’yı gezdik. Amasya’da zaman ve mekanın nasıl aktığını orada gördüm. Ne tarafa baksam farklı bir güzellik. Heybetli bir dağ, dağın üzerinde bir kale, ağzım açık bakakaldım. Gezdiğimiz yerler birbirine yakın da olsa zaman hızla akıyordu. Akşamüstü 81 İL BİR HİKAYE pankartıyla süslü otobüsümüze binip şehrin içerisinden kıvrıla kıvrıla Çakallar Mevki’inde güzel bir lokantaya geldik. Cam kenarına oturdum. Aman Allah’ım bu ne güzellik! Müthiş bir Amasya görüntüsü. Sanki gökteki yıldızların üzerine çıkmış gibiydim. Acaba yıldızlar Amasya’ya mı yağmış? Amasya’ya gelirken gördüğüm bir slogan vardı. ‘’BU ŞEHRİ GÖRMEDİYSENİZ EN GÜZELİNİ HENÜZ GÖRMEDİNİZ! ” ne kadar doğruymuş.
Arkadaşlarım ve öğretmenlerimle böyle güzel bir akşam geçirdiğim için çok mutluydum. Gece iyice kendini göstermişti. Yeşilırmak sürekli renk değiştiriyordu. Işıklandırma müthişti. Masal dünyasındaydım sanki. Şehre inerken tekrar gelmem gerektiğini söyledi arkadaşlar. Camiler, Saraydüzü Kışlası, Borabay Gölü ,Terziköy Termal Turizm Merkezi görülmeye değer dediler. Gece Nuray Öğretmenimizde misafir olduk. Sabah Pirler Parkı’nda kuş sesleri altında kahvaltımızı yaptıktan sonra şehrin en önemli meydanına gelmiştik. Yavuz Selim Meydanı’nda Amasya Tamimi anısına yapılan Milli Mücadele Anıtı’nın önünde tam kadro arkadaşlarım ve öğretmenler bizi uğurlamak için bekliyorlardı. Bir günde ne kadar da alışmıştık birbirimize. İçerisinde yıldızlar barındıran meşhur Amasya elması; namı diğer misket elması, kiraz, meşhur Galip Usta’nın Amasya çöreği… Bizim için birçok hediye almışlardı.Kolay kolay kopamayacaktım buradan. Gelecekte Amasya ile ilgili anlatacağım çok güzel anılarım olacak.’’Şehr-i Şirin Amasya’dan, memleketim Çorum’a selam olsun’’ dedi Nuray öğretmen. Güzel anılarla Çorum’a doğru yol aldık. Allah’a ısmarladık Şehzadeler Şehri Amasya…
ÖYKÜ LEBLEBİ DİYARI ÇORUM’DA
Ferhat ile Şirin’in şehri Amasya’dan ayrılırken bütün güzel anılar kafamın içerisinde sağa sola uçuşuyor, içimde garip bir hüzün oluşturuyordu. İçimde hüzün kırıntıları olsa da yeni bir yer görmenin heyecanı beni çoktan etkisi altına almıştı. Çorum’da beni ilk karşılayan Meçhul Asker Geçidi oldu.1700 metrenin üzerinde bir yüksekliğe sahip bu tepedeki süzülen şanlı bayrağımız da adeta beni selamlıyordu. Yokuştan aşağı kuş gibi süzülen arabamız yavaşlamaya başladığında buluşma yerimiz olan Sıklık Tabiat Parkı’na yaklaştığımızı anladım.Hatice Öğretmen ve yeni arkadaşlarımın beni karşılayacağı yere gelmiştik. Işıldayan gözleri ve sıcacık gülümsemeleri ile parkın girişinde bizi beklediklerini görünce çok sevindim.Hatice Öğretmen beni Zeynep ,Esma ve Nisa ile tanıştırdığında onların içtenliğini ve sevecenliğini o anda hissettim.Burada ailemin yanındaymış gibi rahat edeceğimden hiç şüphem yoktu.
Gezimizin başlangıç noktası Sıklık Tabiat Parkı oldu.Heybeti ile dikkatleri çeken çam ağaçları arasından kıvrıla kıvrıla çıkan yoldan tepeye doğru tırmandık.Yaban hayvanlarının yaşadığı bölüme yaklaştığımızda ilk gördüğüm muhteşem rengi ,açık yeşil gözleri ile heykel gibi duran yaban keçisi olmuştu.Gözetleme kulesinden baktığımızda karacaları,geyikleri,tavşanları da gördük.Gözetleme kulesinden baktığımda artık hayvanlar yerine başka bir şey dikkatimi daha fazla çekiyordu.Adının Kartal Tepesi olduğunu sonradan öğrendiğim tepeden boşluğa doğru sallanan çocukların neşe dolu kahkahaları bizi de mıknatıs gibi oraya çekti. Arkadaşlarla kim daha yükseğe çıkacak yarışı çok zevkliydi. Tabiat Parkı’ndan hiç ayrılmak istemesem de şehrin merkezine gitme zamanı gelmişti.Aracımızın merkezdeki ilk durağı Saat Kulesi olmuştu.Sarı kesme taşlarla örülmüş, 27,5 metrelik boyuyla bir dev gibi karşımızda duruyordu.Sultan II.Abdülhamid’in Muhafız Birliği Komutanı 7-8 Hasan Paşa’nın hemşehrilerine bir armağanıymış.
Saat Kulesi ile ilgili bilgileri dinlerken gelen hoş bir koku dikkatlerimizi dağıtmaya yetmişti.Kokunun izleri bizi sarı renkli,siyah benekli,ufak taneciklere götürmüştü.Çorum leblebisinin meşhur olduğunu duymuştum ama nohuttan yapılan bu küçük sarı yemişin üç kere kavrularak satışa sunulan iki aylık bir emeğin ürünü olduğunu tahmin edemezdim.Tabi bu kadar lezzetli olacağını da…
Sonraki durağımız Ulu Cami adıyla bilinen Muradı Rabi Cami’ydi.Çorum’un hemen hemen 700 yıllık tarihine tanıklık eden bu cami Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat zamanında yapılmış.Ağaç oymacılığının güzel örneklerinden olan çift kanatlı kapısı iki tarafa açımlış ,gelen herkesi kucaklıyordu adeta.Koca yapıyı ayakta tutan on iki direk sağlı sollu dizilmişti. Minberi ağaç işleme sanatının en güzel örneklerindendi.Caminin huzur veren ortamından ayrılırken yeni bir sürpriz beni karşıladı.Caminin doğusunda yer alan dünyanın en dar sokağı bütün sevimliliği ile bizi davet ediyordu.İki kişinin bile yan yana geçmesi neredeyse imkansızdı.Karşılıklı dükkanlar ayakkabı tamircilerinin ekmek tekneleriydi. Yorulduğumuzu ve acıktığımızı fark eden Hatice Öğretmen bizi Çorum’un yöresel yemekleriyle ünlü Katipler Konağı’na götürdü.Bizim için kurulan sofrada Çatal aşı,İskilip dolması ,Çorum mantısı,sıkma baklava gibi özgün yemekler sayesinde midemiz bayram etmişti.Karnımız doyduğuna göre yeni yerler keşfetme vakti gelmişti.
Bir sonraki durağımız Çorum Müzesi oldu.Alacahöyük ,Hattuşa,Şapinuva gibi önemli kazı yerlerinden çıkarılan eserlerin sergilendiği zengin bir müze Çorum Müzesi.Hitit kalıntılarına bakarken duyduğum heyecan ve merak yüzümden okunmuş olacak ki öğretmenimiz “Hattuşa’yı görmek ister misin ?”diye sordu.Bu kadar tarih kokan bir yeri görmeyi kesinlikle çok istediğimi söyledikten sonra hemen yola koyulduk.Yaklaşık bir saat süren keyifli bir yolculuk sonunda tarihe tanıklık eden Hattuşa’ya vardık.Hattuşa 1986 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınmış.Hitit İmparatorluğu’nun başkentiymiş.Tarihteki bilinen ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşması tabletleri de burada bulunmuş.Burada gördüğüm Aslanlı Kapı beni çok etkilemişti.Kocaman taşlara oyulmuş aslan figürleri canlanıp koşacak gibi etkileyici bir görünüme sahipti. Yüksek kayalar arasına saklanmış Yazılıkaya Tapınağı’nı gördüğümde yaşadığım heyecanı anlatamam.Tapınakta 90’dan fazla tanrı,tanrıça,hayvan ve hayal ürünü yaratıklar kaya üzerine öyle güzel işlenmişti ki. Hattuşa’dan tarihe doymuş ve biraz da yorulmuş olarak dönüyordum.Biraz yorgunluk olsa da bir sürü yeni şey öğrenmek çok güzeldi.Çorum’un tamamını gezememenin burukluğu ve günün keyfi arasındaki karmaşık duygularla Hatice Öğretemen’e ve arkadaşlarıma veda ettim. Hediye biblolarımın ve leblebilerimin yanında uykuya daldım.
ÖYKÜ MUTLU KENT SİNOP’TA
Sinop’a yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Karadeniz’in tek doğal liman kenti olan Sinop’un girişinde “Gölge etme, başka ihsan eylemem.” diyen Diyojen’in Heykeli ve zamana meydan okuyan kale surları karşıladı. Heykelin önünde güler yüzüyle Hatice öğretmen bizi karşıladı. Sohbetimizin ardından ilk durağımız Sinop Tarihi Cezaeviydi. Boş koğuşları, gökyüzüne bakan birkaç boynu bükük ağacın bulunduğu avluları hüzünle gezdik. Bu cezaevi film platosu olarak kullanılıyormuş. Parmaklıklar Ardında, Tatar Ramazan gibi dizilerin burada çekildiğini öğrendik. Ve çok şaşırdık. Hatice öğretmen birçok ünlünün burada kaldığını söyledi. Sebahattin Ali’nin,
“Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma”
adlı şiiri koğuş duvarında bizi karşıladı. Şarkının melodisi kulaklarımızda Sinop Kalesi’ne geldik. 25 m yükseklikteki kalenin merdivenlerini tırmanarak kaleye çıktığımızda ise Sinop yeşille mavinin ahengiyle karşımızdaydı. Kaleden indikten sonra yan taraftaki hediyelik eşya dükkanına uğradık. El emeği renk renk ahşap gemi maketlerini inceledik. İsmimizin yazılı olduğu bir gemi maketi aldık. Limanda gezi turu yapan gemilere binerek şarkılar eşliğinde, turistlerle Sinop’un kıyılarını gezdik. Tekne turundan sonra Sinop’un kültürünü yansıtan, Osmanlı mimarisiyle yapılmış Etnografya Müzesini gezdik. Daha sonra Sinop’un tarihi izlerinden amphoralar, altın sikkeler, vazolar, dini resimlerin sergilendiği Arkeoloji müzesini gezdik.
Ardından 555 yıllık geçmişi bulunan şehri savunmak için yapılan Paşa Tabyalarını gezdik hem de yemeğimizi yedik. Masamızda yoğurtlu ve cevizli mantı, nokul, ıslama, pirinç böreği, incir uyuşturması gibi yöresel tatlar vardı. Sinop mantısını çok beğendik.
Yemekten sonra kuzeybatıya doğru yola koyulduk. Denizin ve ormanın iç içe olduğu, doğal plajının da bulunduğu Akliman’da biraz soluklandık. Güzellikler eşliğinde çaylarımızı yudumladık. Türkiye’nin tek fiyordu olan, denizin bir nehir gibi kara içine girmesiyle oluşan Hamsilos Fiyordunu hayretle ve zevkle izledik.
Hatice öğretmen, Türkiye’nin en kuzey ucu olan İnce Burun Feneri’ne gideceğimizi söyledi. Toprak yoldan ilerlerken Beyaz Deniz Feneri karşıdan bizi selamladı. 155 yıllık geçmişi bulunan bu fenerin gemilere yol gösterdiğini, gemileri denize bağladığını öğrendim. Bu fenerin bekçiliğini ilk günden beri aynı aile yapıyormuş. Onlarla tanıştık ve fener hakkında bilgi aldık. Dünya’da benzeri olmayan 28 tane irili ufaklı şelaleden oluşan Erfelek Tatlıca Şelalerine geldiğimizde kaynağa ulaşmak için şelalenin içinden tırmanmaya başladık. Annem hemen vazgeçti. Kaynağa ulaşmak çok kolay olmadı. Yeri geldi kaydık, yeri geldi ıslandık. Ama çok eğlendik
Hatice öğretmenin görev yaptığı Ayancık’a gitmek için yola koyulduk.Hatice öğretmenin öğrencileri Ayancık girişinde bizi karşıladı. Öğrencileri çok cana yakındılar. Hemen arkadaş olduk. Sahili ve ilçe merkezini gezdikten sonra Dünya’nın ikinci mağara girişine sahip İnaltı Mağarasına geldik. Sarkıt ve dikitlerin yer aldığı mağarada baykuş ve yarasaların kanat sesleri duyuluyordu. Mağarayı gezdikten sonra Akgöl’e doğru yola koyulduk. Sık çam ormanlarının gölgesinde, gölette sandal gezisi yaptık ve balık tuttuk. Piknik yaptık. Öğrencilerle oyunlar oynadık, çok güzel zaman geçirdik. Bu anları fotoğraflarla ölümsüzleştirdik. Sinop için Türkiye’nin en mutlu şehri deniyormuş . Ben de bu şehirde çok mutlu oldum. Ayrılık vakti gelmişti. Hatice öğretmen Ayancık’a ait keten dokuması hediye etti. Hatice öğretmen ve öğrencileriyle tekrar görüşmek üzere vedalaştık. Kurtuluş’un ve Cumhuriyet’in ilk adımının atıldığı şehir olan Samsun’a doğru yola koyulduk.
ÖYKÜ, GÜNEŞ’İN DOĞDUĞU ŞEHİR SAMSUN’DA
Sinop’tan ayrılırken o güzellikleri terk edişimin hüznünü yaşarken bir yanda da inanılmaz bir heyecan ve mutluluk sarmıştı düşüncelerimi. Çünkü Cumhuriyet güneşinin doğduğu şehre doğru yol alıyorduk. Sol tarafımızda masmavi deniz manzarasını seyrederek Samsun’un hayalini kurarken babam aracımızı yavaşlattı ve durduk. Yakakent limanıymış, Halil öğretmenim bizi Samsun’un en batısındaki ilçesinde karşılamıştı. Güler yüzüyle hoş geldin Öykücük dedi. Meğer tanışınca öğrendim ki Öykü isimli öğrencisine de öyle hitap edermiş. Sonra ben bizim araçtan inip Halil öğretmenim ve öğrencilerinin olduğu servis aracına bindim. Alaçam ilçesini geçtik ve Bafra’ya geldik. Ülkemizin en büyük nehri Kızılırmak’ın oluşturduğu delta ovasıymış Bafra toprakları. Burada kahvaltı yapacağımız tesiste durduk. Bafra pidesi ve manda sütünden yapılmış tereyağı, kaymak vb. yöresel lezzetlerle kahvaltımızı yapıp, Karadeniz bölgesinin en güzel doğal kuş cennetine doğru yol aldık. Burada 350 kuş türü olduğunu öğrendik ve çok heyecanlı bir safari yaptık. Hiç dinlenme fırsatı vermiyordu öğretmenimiz. Sonra Samsun merkeze gelirken Batıpark’a gideceğiz diye çocuklar nasıl heyecanlıydı. Kendimi bir anda masal ve çizgi film kahramanlarının arasında buldum. Harikaydı hepsiyle resim çekindim. Faytonla gezintimiz bir başka heyecan ve mutluluk vermişti bize. Sonra biraz yürüdük ve M.Ö. 1200 lü yıllarda Samsun’da yaşayan efsane kadın savaşçıları anlatan Amazon Köyü’nü gezdik. Bayağı etkilendim erkekler köle olarak yaşarmış. Mağaralar ve savaşçı kadınlar gerçek gibiydi. Dev Arslan heykellerinin içinde yine amazonlara ait müzeler vardı. Bayağı yorulmuştuk ve dinlenme ümidimi kaybetmeye başlamıştım. Teleferiklerle Amisos Tepesi’ne çıktık Orada harika bir öğle yemeği yedik ve tarihi mezarların olduğu Amisos tepesinde yürüyüş yaptık…
Vezirköprü’ye doğru yola çıktık. Hepimiz çok heyecanlıydık çünkü Halil öğretmenimin doğup büyüdüğü ve 4000 yıllık tarihi olan bir ilçeymiş. Harika bir yolculuk yaptık bir dakika durmadan müzikler eşliğinde şarkılar oyunlarla geçti yolculuğumuz. Şahinkaya kanyonuydu ilk durağımız. Kanyonda tekneyle gezinti yaptık ve muhteşem manzarası vardı öyle bir güzelliğe ilk defa şahit oldum tablo gibiydi kanyonun yamaçları kayalarının suya yansıması muhteşemdi. Kanyon dönüşü Oymaağaç köyünde Hititlerin kutsal şehri Nerik’i gezdik ve bu köyde yapılan orman kebabını tatmadan gidilmez dedi Halil öğretmenim. Bütün çocuklar aç kurtlar gibi saldırdık ve harika bir lezzeti daha tanımış oldum.
Sonra Vezirköprü merkezine geldik Osmanlı’dan kalma tarihi kütüphanesi, taşhanı, bedesteni ve hamamları hepsi şehrin merkezinde çok kısa zamanda hepsini gezdik. Samsun merkeze dönüş yolculuğu başladı. Kaplıcaları ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda verdiği ilk genelgesiyle bilinen Havza ve Dünya şampiyonu Güreşçimiz Yaşar Doğu’nun memleketi Kavak ilçesinden geçtik. Samsun’a döndük ve Onur Anıtı’nı ziyaret ettikten sonra Atamızın 19 Mayıs 1919 da Samsun’a geldiği Bandırma Vapurunun önündeydim. Gerçeğiyle aynı ölçülerde yapılan vapuru gördüğümde heyecanım ve merakım tavan yapmıştı. Hep resimlerde gördüğüm vapura çıkıyordum merdivenlerden ve bir anda şok oldum… Atatürk’ün ve onunla o vapurda birlikte Samsun’a çıktığı silah arkadaşları bir masanın etrafında oturmuş yurdumuzu kurtarmanın planlarını yapıyorlardı. Hepsi gerçek gibiydi balmumu heykelleri. Epeyce bir süre donup kaldım izledim onları. Sonra vapurun diğer bölümlerini gezdik arkadaşlarla. Atatürk’ümüze ait eşyaların ve resimlerin olduğu bölümden de çok etkilendim. Artık akşam olmuştu bizde bitkin bir haldeydik.
Adaşım, önceden Halil öğretmenle anlaşmış, Öykü’yü ancak öykü misafir edebilir hiç kimseye vermiyorum demiş. Diğer arkadaşlarla vedalaşıp ayrıldık, Öykülerin evine geçtik kızlarla. Öykünün annesi bize yöresel yemeklerden hazırlanmış güzel bir masa hazırlamıştı. Yemeklerimizi yedik ve kız kıza maceralarımız devam etti.Yorgunluğu falan unutmuştuk. Makyaj partisi, pijama partisi çılgınlar gibi eğlendim. Ta ki öykünün annesinin sesini duyana kadar. Kızlar yatma vakti geldi dedi. Öykü yatağını bana verdi ve 5 kız karanlıkta sohbet ederken uyumuşuz. Sabah kalktığımızda hepimiz yeni güne yeni maceralarla karşılaşmaya hazırdık. Halil öğretmenim ve öğrencilerinin bana yaşattığı heyecan ve sevgi dolu bir günün ardından onlara çok teşekkür ettim ve ilerde yine görüşmek dilekleriyle yola çıktık.
ÖYKÜ FINDIK DİYARI ORDU’DA..
Sıcacık bir yaz sabahında denizin mavisi ve ormanın yeşilinin bir arada olduğu, dereleri şarkılara konu olmuş fındık deposu Ordu’ya ulaştık. Telefonda konuştuğumuz gibi Banu öğretmenim ile Ünye ilçesinin girişinde buluşup onun görev yaptığı Çaybaşı ilçesine doğru yola çıktık. Gözümün alabildiği her yer yemyeşil fındık ağaçları ile dolu idi. Banu öğretmenim “Seni Tırfıl Tepesine götürüyorum ,orada seni bir sürpriz bekliyor.” dedi. Tepeye ulaştığımda sevinç çığlıkları ve müzik eşliğinde beni heyecanla bekleyen arkadaşlarımla tanıştım. Hepsi birbirinden cana yakın ve sevgi doluydu.Bizim için harika bir menü hazırlamışlardı. Turşu kavurmasını, mısır ekmeğini, galdirik kavurmasını, melevcan kavurmasını,sarımsaklı ekşili pancar sarmasını, mısır çorbasını,mısır ekmeğini, burma ve kabak tatlısı ile yağlıyı çok beğenmiştim. Hatta o kadar çok yemiştim ki “yakan top” oynarken hemen vuruldum.JTepede biraz daha eğlendikten sonra tekrar yola koyulduk.Banu öğretmenim “Aşağı inip fındıklara yakından bakmak ister misin?” diye sorunca “Hadi,hemen.” diye cevap vermiştim ancak fındıkları görmek hiç kolay olmamıştı. “Senin gibi, ilk kez bakanlar, görmekte biraz zorlanırlar.” deyince hep birlikte gülerek yolculuğumuza devam ettik.
Karadeniz’in ve Ordu’nun en büyük ilçesi Ünye’ye ulaştığımızda gördüğüm güzellik karşısında adeta büyülenmiştim. Ünye, bölgenin en uzun ve en temiz sahiline sahip olması nedeni ile “Karadeniz’in İncisi” olarak adlandırılmış, tarihi kalıntılar ve doğal güzelliklerle dolu yemyeşil bir ilçeymiş. Doğum ve ölüm tarihi bilinmeyen ünlü şair Yunus Emre’nin Ünye’ye defnedildiği düşünüldüğünden ilk önce onun türbesini ziyaret ettik. Kadılar Yokuşunda bir tur attıktan sonra Türkiye’nin üçüncü , Karadeniz’in ise ilk “Yaşayan Müzesi” olan Ünye Müzesini ve Ünye Kalesi’ni de gezdik.Sahil boyunca şarkılar eşliğinde ünlü sanatçı Kadir İnanır’ın memleketi Fatsa’ya doğru ilerledik. Daha önce yaptığım araştırmalar esnasında ismini duyduğum Gaga Gölünü görmek istediğimi söyleyince Banu öğretmenim “Bugünkü gezi planımızda yok ama istersen biraz bahsedeyim.” dedi. Gaga Gölü Batı Karadeniz’in sayılı doğal güzellikleri arasında ve derinliği 4,5 metre olan bir gölmüş.Fatsa sahilinden geçip köftecileriyle meşhur Bolaman’a ulaştık.O kadar çok yemek yemiştik ki köftelerin tadına bakamadan rotamıza devam ettik.Yason Kilisesine doğru ilerlerken sahil yolundan gitmeyi tercih etmiştim.Aslında 3775 metre uzunluğu ile Türkiye’nin en uzun tüneli olan Nefise AKÇELİK tünelinden geçmeyi de istiyordum ama sahil yolunun “manzara” kelimesinin içini doldurup taşıran görüntüsünden sonra “iyi ki bu yolu tercih etmişim” diye düşündüm.Nefise AKÇELİK tüneli adını ,20 yıl boyunca bu iş için çalışan ve ne yazık ki tünelin açılışını göremeden ölen mühendisinden almış.
Güneşin doğuşunun ve batışının aynı konumdan izlenebildiği, Karadeniz sahilindeki tek kilise olan fakat kullanılmayan Yason Kilisesi yanında bir de deniz feneri vardı. Buranın içimi ferahlatan deniz kokusunu ve sakinliğini hiç unutmayacağımı düşünürken arkadaşlarım oyun oynamayı önermişti. Adını ilk kez duyduğum “ateş almaca” oyununu oynarken çok eğlenmiş bittiğinde ise çok yorulmuştuk. Arabalarımıza binip Boztepe’yi görmek için Ordu il merkezine gittik. Boztepe’ye teleferik ile çıkarken biraz korkmuştum. Öğretmenimin söylediğine göre teleferik 570 m yüksekliğinde ve 2350 m uzunluğundaymış. Tepeye vardığımızda buradan şehri tam olarak görebildiğimi fark ettim. İçinde yer alan tesisler ve muhteşem manzarası ile turist akınına uğrayan bir yermiş Boztepe. Aynı zamanda yamaç paraşütü de yapıldığını öğrenince dondurmalarımızı alıp, paraşütle atlayanları izlemeye başladık. Gerçekten de heyecan vericiydi.Paraşütle göklerde kuşlar gibi uçtuğumu hayal ederken Banu öğretmenim tekne turu saatinin yaklaştığını,bir an önce teleferikle tekrar aşağı inmemiz gerektiğini hatırlattı. Boztepe’den aşağı süzülerek inerken burada yaşayanların ne kadar da şanslı olduğunu düşünmeden edemedim.Tekne turu yapacağımız yere ulaşmıştık. Ordu Büyükşehir Belediyesine ait olan tekneye sıra ile bindik.Yaklaşık elli dakika süren deniz yolculuğumuz boyunca Gülşen,Soner ARICA gibi Ordu’lu sanatçılarımızın şarkıları eşliğinde oyunlar oynadık,simit yiyerek çaylarımızı yudumladık.
Denizin üzerinde dalga dalga ilerlerken hem güneşin batışını izledik hem de arkadaşlarım Ordu’nun gezemediğimiz diğer güzelliklerinden bahsettiler. Perşembe ilçesinde her yıl Temmuz ayında yayla şenlikleri yapıldığından ve Hoynat Adasının önemli kuş alanı ilan edildiğinden, Kabadüz ilçesindeki Çambaşı Yaylası’nın kayak merkezi olarak hizmet verdiğinden, Aybastı’da 100 metreyi aşan yüksekliği ile ülkemizin en yüksek şelalesi unvanına sahip olan Uzundere Şelalesinden ve Ordu’nun Gülyalı ilçesinde deniz üzerine taş dolguyla inşa edilen dünyanın üçüncü, Avrupa’nın ve Türkiye’nin ilk havalimanı olan Ordu- Giresun Havalimanından da böylelikle haberdar oldum. Turumuz bittiğinde güneş tüm kızıllığıyla batmış ve artık ayrılık vakti gelmişti. Öncelikle birlikte dolu dolu geçirdiğimiz bu güzel günü ölümsüzleştirmek için bir fotoğraf çekindik. Sahil kenarında hazırladığımız dilek fenerlerini yaktık. Ülkemizin birlik ve beraberliğinin bozulmamasını, tekrar bir araya gelip görüşebilmeyi dileyerek fenerlerimizi uçurduk.
Hoşça kal ORDU…
GİRESUN’DA BİR ÖYKÜ
Giresun terminaline beş dakika kaldı sesi ile irkildim. Zeynep ve Nurcan öğretmenimle buluşma noktamız Giresun terminaliydi. Yaşayacağım yeni deneyimler için heyecanlanıyordum. Ben Giresun’da hangi güzellikler beni bekliyor diye düşünürken arabamız terminal yakınlarına gelmişti. Arabadan inmek için hazırlandığım sırada dışarıdan sesler geldiğini fark ettim. Dışarıdan gelen seslere dikkat ettiğimde bu sesin kemençe olduğunu anladım.Heyecanla kendimi arabadan dışarıya attım. Dışarıya çıktığımda bu sesin Zeynep ve Nurcan öğretmenimin öğrencilerinin olduğu yöresel kıyafetli arkadaşlarımdan geldiğini anladım. Ben kemençenin sesi ile büyülenirken yöresel kıyafetli bu ekip kemençeleri ile bana doğru yaklaştı. Bizleri bu şekilde karşılamaları çok mutlu etmişti. Zeynep ve Nurcan Öğretmen bizi öğrencileri ile tanıştırdı. Bu güler yüzlü ekiple güzel bir maceranın beni beklediğini o an anlamıştım. Zeynep öğretmen ilk durağımızın Giresun Adası olduğunu söyledi ve ada ile ilgili efsaneye bizimle paylaştı. “Doğu Karadeniz’in tek adası. Efsaneye göre göre bu ada Giresun’un güneydoğusunda yer alan görünümü kartal gagasını andıran Gedikkaya’dan kopan bir parçanın denize yerleşmesi ile oluşmuş. Eskiler ARETİAS dedikleri bu adada yaşayan bir kral ve kralın güzeller güzeli bir kızı varmış. Kralın güzel kızının gönlü Giresun kalesinin eteklerinde koyunlarını otlatan yağız benizli çoban için çarpıyormuş. Fakat kızın babası bu aşka izin vermemiş. Kızını bu adaya hapsetmiş. Zeynep öğretmenin anlattığı bu efsane ile adaya giriş yaptık. Hikayede kralın acımasızlığının aksine Giresun Adası doğal güzellikleri ile bizi büyülemişti. Doğal güzellikleri ve mis gibi havası sayesinde açlığımızı daha da fazla hissetmeye başlamıştı. Bu sırada Nurcan öğretmen benim aklımı okumuş gibi kahvaltımızı burada yapacağımızı söyledi.
Giresun Adasındaki çay bahçesinde kahvaltı soframızı birlikte hazırladık. Bizi gezdiren bu grubun aileleri Giresun a özel yemekler hazırlamıştı. Ali arkadaşımız kahvaltıda yer alan buraya has yiyecekleri tek tek sıraladı. Mısır unu ekmeği, taflan, töngel pekmezi, fasülye turşusu, karalahana diblesi, kiraz tuzlusu kavurması, pezik mıhlası, katmer, fındiklı badem… Yemeklerimizi afiyetle yemiştik. Şimdi Sırada Giresun Kalesi vardı.. Kaleye çıktığımızda Giresun ayaklarımızın altındaydı hele o Topal Osman’ın hikayesini anlattıklarında tüylerim diken diken olmuştu. Topal Osman ‘ın mezarında dua ettikten sonra sonraki durağımız olan Giresun Çocuk Kütüphanesinde aldık soluğu. Kütüphane hakkında ilginç bilgiler öğrendik. Eskiden Katolik Kilisesi olan bu kütüphane şimdilerde çocuk kütüphanesi olarak kullanılıyor.
Kütüphaneden çıktıktan sonra Zeynep öğretmenimizin öğrencilerinden Ayşe kendi yaşıdıkları ALUCRA ilçesi hakkında bilgi verdi. Gezimizin son noktasının burası olacağından bahsetti. Giresun merkezinden uzak olan ilçelerinin Giresun ikliminden de farklı olduğundan bahsetti. Giresun merkezden ayrılıp Kuzalan Şelalesine yaklaşmıştık. Yaklaşık 20 metre yükseklikten akan şelale harika görünüyordu. Şelalenin bulunduğu bölge aslında bir tabiat parkı. Travertenleri ile birlikte denilen göre Pamakkale’ye rakipmiş. Tabiat parkındaki bir diğer güzellik ise Mavi Göl.
Mavi Göl adeta saklı bir cennet. Saklı cennet dedim çünkü dere üzerinden kayalıklara tırmanılarak buraya ulaştık. Tırmanma esnasında yaşadığımız heyecanı unutmak mümkün değil. Mavi Göl’ün rengi ve suyun soğukluğu resmen büyülemişti bizi. Vaktin nasıl geçtiğini anlamıştık fakat artık Alucra ilçesine yolculuk başlamıştı. İkindi güneşi camımıza vururken biz Alucra’ya doğru yol alıyorduk.. Artık akşam olmak üzereydi ama biz hala ilçeye ulaşamamıştık. Bu sırada Eğribel Geçitinden geçmek üzereydik. 2200 rakımlı bu geçitten geçerken adeta mevsimin değiştiğini hissetmişti. Nisan ayı olmasına rağmen kar kaplı olan geçit bizi şaşırtmıştı.
Karanlık karışmadan Zeynep ve Nurcan öğretmenlerimizin çalıştığı Alucra ilçesine ulaştık. Arkadaşlarımızla birlikte Kamışlı Kilisesinde semaverde yorgunluk çayı yudumlayıp , güneşin batışını izledik.
Akşam yemeği için bizi Çağrı arkadaşımız evlerine yemeğe davet etti. Akşam yemeği için yine yöresel yemeklerden Karalahana Çorbası, Etli Pancar Sarması, Hamsi Böreği, ve siron yapılmıştı. Yemek yedikten sonra dinlenmek için bahçeye çıkmıştık. Bu sırada birden bizi otogarda karşılayan kemençe sesi yeniden yükseldi. Yemekten sonra bizi bekleyen bir sürpriz vardı. Bizi karşılayan öğretmenlerimizin öğrencileri yöresel oyunlarıdan bir şölen hazırlamışlardı.Sırası ile Giresun karşılaması, horanlar, kız sallama, Sıksara ve kolbastı oynandı. Bize de öğrettiler. O kadar güzel bir gündü ki hiç bitmesini istemedik .. Üzgündüm bu sıcak ekipten ayrılıyorum diye fakat heyecanlıydım. Sabah erken Gümüşhane’ye gidecektik.
ÖYKÜ İLE GÜMÜŞHANE’Yİ GEZİYORUZ
Gümüşhane’ye doğru yol almıştık ki sert bir fren sesiyle irkildim ve uykumdan uyandım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, babamın sakin olun; annemin de acaba o miniğe vurduk mu? Nerede göremiyorum onu deyişi, telaşla arka camdan bakmama neden oldu. Evet,tahmin eder gibi oldunuz. Söyleyeyim:Gümüşhane Kürtün ilçesinde meşhur “Örümcek Ormanları ” yakınında küçük bir yavru dağ geyiği önümüze atlamıştı. Sonrasında sekerek ormanın içine doğru uzaklaştığını gördüm. Babam onu bu şekilde bırakamayacağımızı söyledi ve birlikte peşine düştük. Boyu 60 metreyi, eni ise 2 metreyi bulan ; 450 yaşlarında olduğu bilinen Balkan ve Kafkasların en büyük ağaçları , ladin ve göknar ağaçlarının arasından geçerek onu armaya başladık.Neyse ki çok geçmeden minik geyiği çalıların arasında hafif yaralı ve ürkek bir şekilde sıkışmış olarak bulduk.Ayağındaki küçük sıyrıkları tam da pansuman etmiştik ki , uzakta akan çayın karşısında büyük bir geyik belirdi.Yavru, gelen sese doğru, adeta uçarcasına koşmaya başlayarak uzaklaştı.Evet, annesini bulmuştu.Bu durum kısa olan vahşi hayat maceramıza son verdi.
Torul’da Murat öğretmenim ve öğrencileri ile buluşmak için Torul Kalesi’nde bulunan yüksekliği 240 m olan Türkiye’nin en yüksek cam seyir terasına geldik. Cam terasın en uç noktasına gelerek Gümüşhane’nin yayla çiçekleri ile bezenmiş mis havasını içime çekmiştim ki ,bu güzel hayalden beni ,omzuma dokunan ,şefkatini yüreğimde hissettiğim bir el uyandırdı.İşte, o Murat öğretmenimdi.Hızla dönerek ona sarıldım. Sırasıyla beni karşılamaya gelen 15 Temmuz Şehitler İlkokulu 3/C Sınıfı öğrencileriyle tanışarak güzellikleri görmek için yola koyulduk.İlk durağımız Zigana Köyü ve yakınlarındaki Limni Gölü’ydü.Zigana köyü muhtarı,Murat öğretmenimizin velisi olan Barış Bey ve köy sakinleri bizi köy evinde karşıladılar.Bizlere midemizi bayram ettirecek yöreye ait olan Toğala Kuymağı, Karın Kaymağı ,dut pekmezi, dağ çileği reçeli ,pestil,köme,haşıl,fırın erişte, pişi,çil peyniri, lemiz ve daha sayamadığımız bir çok güzelliğin olduğu zengin bir kahvaltı sundular. Sohbetten hemen sonra yola koyulup köyün yakınlarındaki 2000m rakımda, sarıçam ve ladin ağaçları arasında olağanüstü bir doğa harikası olan Limni Gölü bizi büyüledi.Gölde yüzen ördeklere ekmek attık ve ciğerlerimizi Limni’nin zengin oksijeniyle bir nefeste doldurup Karaca Mağarası’na doğru yola çıktık. Mağaranın içi, karstik erime sonucu oluşan dikit ve sarkıtların bulunduğu, yakut,elmas,zümrüt renginde parıldayan duvarların aydınlattığı, kuzey ışıkları gibiydi.
Karaca Mağarasından çıkıp Krom Vadisi’ni ziyaret için gittiğimiz yolda önümüzü bir koyun sürüsü kesti. Çoban, koşup koyunları yoldan çevirmeye gelmişti ki babam koyunların yolun kenarındaki sudan içtiklerini fark ederek, çobana bekleyebileceğimizi söyledi. Bu sırada çoban kendi evinin de vadiye yakın olduğunu söyleyerek bize eşlik etmesi için oğlu Yusuf’u yanımıza verdi. Günümüzde arkeolojik sit alanı olarak korunan , içinde 17 kilise ve şapel’in bulunduğu Krom Vadisi, bizi tarihi dokusuyla adeta kucakladı.Yusuf, çalışkan ve başarılı bir öğrenciymiş.Hatta okuldan arta kalan zamanlarda ve tatillerde ,vadiyi ziyarete gelenlere rehberlik yapıyormuş.
Bu tarihi anıtlardan ayrılarak Tomara Şelalesi’ne doğru yola koyulduk.Anayol üzerinde Harmancık Köyü yakınlarında Türkiye’nin pestil-köme deposu olan fabrikaları da ziyaret ederek yolumuza devam ettik. Yolumuz üzerinde ,Eski Gümüşhane olarak da bilinen kentsel ve doğal sit alanı olan Süleymaniye Mahallesi’ne uğradık.Mahalleye yaklaştıkça gelen davul ve zurna sesleri bizi daha da meraklandırdı.Mahallenin içlerine doğru süzüldükçe etraftaki kilise,cami,hamam,,köprü ,türbe,medrese,çeşme ve birçok tarihi güzellik buranın Anadolu’ya açılan “Medeniyetlerin Geçiş Kapısı” olduğunun ispatlar gibiydi. Seslerin geldiği Süleymaniye Mahallesi’nin Harşit Çayı’na uzanan merasında bir düğün olduğunu fark ettik.Düğün sahipleri bizleri görür görmez karşılayıp hemen orta yerde oynanan yöresel oyunları olan horon,üçayak,more,sarıkız,bar,sallanma adını verdikleri oyunlara davet ettiler.Gösteriler zengin kültürümüzün güzel örnekleriydi.Bu durum, sonrasında acıkmamıza neden olsa da zengin düğün sofrasında bulunan mantı çorbası, erişte çorbası, çırtma fasülye, borani, lahana dolması,güveç, su böreği, siron gibi birçok yöresel lezzetler bizi kendimize getirdi.Düğün sahipleriyle vedalaşarak yola devam ettik.
Şiran ilçesindeki Tomara Şelalesi’ni görecek, hem de orada yapılan Kültür ve Turizm Festivali’ne katılacaktık. Yaklaştığımızda gürleyen şelalenin sesi ve etrafta oluşan zengin bitki florasının peyzajı ,bizi derin bir vadiden akan Tomara Şelalesi ve Tabiat Parkı’na götürdü.Şelale 40 metreden dökülüp, 40 ayrı kaynaktan beslenmekteydi. Gümüşhane küçük bir il merkezine sahip olmasına rağmen doğal ve tarihi zenginlikleri olan bir şehir. Şehrin zengin altın ve gümüş yataklarına sahip olmasından ötürü Kanuni döneminde hazinenin beşte biri burada basılırmış. Burada bulunduğumuz sırada gezdiğimiz ilçe, köy ve kasabalarda birçok tarihi ve doğal güzellik görüp, bunlarla ilgili anlatmakla bitiremeyeceğimiz efsanelerden bahsedilmektedir. Gümüş Kız Efsanesi, Canca Kalesi Efsanesi, Tomara Şelalesi Efsanesi gibi efsaneler bunlardan birkaçıdır. Artık Gümüşhane ile Trabzon arasında sınır olan Zigana Dağı’na doğru yola koyulduk.Kış aylarında buralar çok güzel kar örtüsüyle kaplanır.Bu geçit tarihi İpek Yolu üzerinde bulunur ve Karadeniz’den İç Anadolu’ya açılan bir kapıdır.Eskiden kış aylarında buradan geçmekte olan ticaret kervanlarını uğurlarken : ”Zigana’da Hayatta Kalmaya Bak” sözünü sık sık söylerlermiş.
Zigana Dağı’nında ,Trabzon il sınırında bulunan dinlenme tesislerinden birinde mola verdik.Burası yazları ve kışları çok güzel olduğu için,bölgede yaşayan birçok insanın şehirden kaçıp mis gibi havasını soluyup nefes aldığı ortak bir buluşma noktasıdır.Oturduğumuz masadan baktığımızda vadinin karşı yakasında dağın eteklerine kurulmuş Hamsiköy, yeşilin her tonuyla bize gülümsüyordu.Mola verdiğimiz tesiste meşhur Hamsiköy Sütlaçı’nı da yedikten sonra geceyi geçireceğim zigana kayak tesislerine doğru yol aldık.
ÖYKÜ TRABZON’DA
Sabah erkenden uyandık ve Trabzon’a gitmeye hazırlandık. Trabzon’a yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Karadeniz’in ne kadar güzel olduğunu duymuştum ve şimdi kendim görecektim. Trabzon’da bizi Seval öğretmenimiz ve öğrencileri misafir edecekti. Onlarla Sümela Manastırı’nda buluşacaktık. Kararlaştırdığımız saatte ve yerde Seval öğretmenimiz ve öğrencileri Muhammet, Barış, İhsan, Mert, Kerim, Esengül, Gamze ve Emine bizi bekliyordu. Bizi sıcakkanlı karşıladılar. Onlar da benim gibi çok heyecanlıydı. Tanıştıktan sonra önce kahvaltı yapmak için bir yere gittik. Kahvaltıda yöresel lezzetlerden kuymak ve kaygana yedik. Ayrıca Trabzon’da üretilen hakiki bal ve tereyağı da masamızdaydı. Ve tabi ki mis gibi kokan çayımızı da içtik.
Kahvaltıdan sonra Sümela Manastırı’na çıktık. Sümela Manastırı MS 365-395 yıllarında yapılmış. Önce kilise amacıyla yapılan bina sonra manastıra dönüştürülmüş. Seyir terasından bakıldığında dağların arasında kayaların içine yapılan manastırın manzarası muhteşemdi. Etrafı çam ağaçlarıyla yeşilliklerle doluydu. Bilet alıp manastırın içine girdik. Duvarlarındaki ve tavandaki kalıcı boyayla yapılmış resimleri gördük. Manastırdaki odaları gezdik. Seval öğretmenimiz ve arkadaşlarımla Sümela’dan aşağıya yürüyerek indik. Yolda kemençe çalıp Karadeniz türküleri söyleyen amcalara rastladık. Bol bol fotoğraf çekindik. Arkadaşlarım çok cana yakındılar. Beni hemen aralarına kabul ettiler. Trabzon’u kendi yaşıtlarımla gezmek daha eğlenceli yapmıştı bu geziyi.
Sümela’dan sonra Trabzon’un başka bir tarihi değeri olan Atatürk Köşkü’ne gittik. Köşk Trabzon merkezdeydi. Atatürk 1934-1937 yıllarındaki Trabzon gezilerinde bu köşkte misafir edilmiş. İçerisinde Atatürk’e ait eşyaların bulunduğu köşk de yeşillikler içinde çok güzeldi. Atatürk Köşkü’nden sonra Trabzon meydanı gezip Ayasofya Camisine gittik. Ayasofya Camisi önce kilise olarak yapılmış ancak Fatih Sultan Mehmed Han’ın Trabzon’u fethinden beri cami olarak hizmet vermektedir. Günümüzde ayrıca müze olarak da kullanılmakta. Trabzon merkezden arkadaşlarımın ve öğretmenimin ilçesi Sürmene’ye gidecektik. Yol Karadeniz’in kıyısından geçiyordu. Bu yüzden yol boyunca denizi seyrettik. Denizin ve gökyüzünün maviliği dağların ahenkle dans eden yeşilliği Trabzon’a ayrı bir güzellik katıyordu. Sürmene ilçesi deniz kıyısında küçük ve şirin bir ilçeydi. Barış ve İhsan arkadaşlarım bana hepsinin Oylum Mahallesi’nde yaşadıklarını anlattı. Köylerini gezdiremediklerine üzüldüler. Sürmene’de Memişağa Konağı’nı gezecektik. Memişağa Konağı Sürmene ilçesinin Kastel köyünde 1896’da Hacı Yakup Memiş Ağa tarafından yaptırılmış. 2000li yıllarda restore edilmiş ve şimdi restoran olarak hizmet veriyor. Bizde zaten acıkmıştık ve öğle yemeğimizi burada yiyecektik. Öğle yemeğinde Sürmene’nin meşhur pidesinden yiyecektik. Kıymalı, kavurmalı ve peynirli çeşitlerinden herkes canının istediğini söyledi. Ailem ve ben kıymalı pideyi tercih ettik. Üstündeki bol tereyağıyla çok lezzetliydi. Biraz burada dinlendikten ve yorgunluk çayımızı içtikten sonra yola koyulup yaylaya gitmeye başladık.

ÖYKÜ YAĞMURUN ÇAYA DÖNÜŞTÜĞÜ ŞEHİR RİZE’DE
Trabzon’da geçirdiğimiz harika bir günün sonunda yeni rotamız Rize oldu.Ne çok sevmiştim Karadeniz’i. Yol boyunca bir yanımızda yeşilin her tonunu barındıran dağlar,bir yanımızda deniz eşlik etti bize.
Rize’de Esra Öğretmen ve 9 Mart İlkokulu 4/D sınıfı öğrencileri karşıladı bizi.Onların da en az benim kadar heyecanlı olduğunu görmemek mümkün değildi.Esra Öğretmen gülümseyerek “Çayın memleketi Rize’ye hoş geldiniz.” dedi. Ardından öğrencileri, kendilerini tanıtmak için adeta can atarcasına yanıma geldi.Şimdiden çok eğlenceli bir gün geçireceğimizi anlamıştım.Esra Öğretmen ilk durağımızın Rize Kalesi olduğunu, orada güzel bir kahvaltı yapacağımızı söyledi.Hepimiz heyecanla gezimiz için ayarlanan otobüse binerek yola koyulduk.
Rize Kalesi’ne geldiğimizde şehri kuşbakışı izleyecek şekilde hazırlanmış olan kahvaltı masası ilk dikkatimizi çeken şey oldu. Rize’nin meşhur muhlaması,yaylalardan gelen tereyağı,Anzer balı,kolot peyniri,sıcacık koleti ekmeği,minci peyniri….Nihayet Rize insanının sıcaklığı ile demlenmiş,dumanı üstünde çay da masaya gelmişti.Kahvaltıdan sonra her birinin lezzeti damağımızda kalarak yola çıktık. Otobüse bindiğimizde içimizi kıpır kıpır yapan türkü otobüsün nereye doğru ilerlediği hakkında ipucu veriyordu bize. “ Çayeli’nden öteye,gidelum yali yali…” Esra Öğretmen’in öğrencileri türkünün ritmine kendilerini kaptırmış, sudan çıkmış balık gibi titriyorlardı.Ben de farkında olmadan omuzlarımı bir öne bir arkaya sallıyordum. Babamın “ Ha uşağum ha” komutu ile hepimiz kahkahaya boğulduk. Çayeli’ne geldiğimizde etrafı buram buram saran, hayatımda daha önce hissetmediğim bu kokunun ne olduğu benim için merak konusu olmuştu.Otobüsün, önünde durduğu bahçenin çay bahçesi olduğunu, hissettiğim kokunun ise çay kokusu olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım.Esra Öğretmen Rize’de bir çok insan için geçim kaynağı olan çayı toplamanın hiç de kolay olmadığını söyledi.Elindeki aleti bana doğru uzatarak denemek isteyip istemediğimi sordu.Büyük bir heves ile engebeli çay bahçesine girerek Esra Öğretmen’inde yardımı ile çay makasının bağlı olduğu torbayı doldurmayı başardım.Farkında olmadan arkadaşlarım ile birlikte çay bahçesinin en üst kısmına kadar çıkmıştık.Topladığımız çayları büyük bir çuvala doldurduk ve burada tüm bahçelerde olan minik teleferiklere koyarak aşağıya gönderdik.
Öğrencilerden birkaçı “Bundan sonra topladığımız çaylar, çay alım yerlerine gidecek ve oradan sonra işlenmek üzere çay fabrikalarına götürülecek.” dedi. Çayeli’nden ayrıldıktan sonra Fırtına Dere’sine doğru yol aldık.Esra Öğretmen Kaçkar Dağları’ndan gelen bir çok kolunun birleşmesi ile oluşan bu derenin yüksek debisi sayesinde rafting sporu için önemli bir yer olduğunu söyledi.Yol boyunca fırtına deresi üzerinde bir çok tarihi kemer köprü gördük.Bu köprülerin en eskisi 1696 yılında inşa edilen Şenyuva Köprüsü imiş.Hemen durduk ve önünde fotoğraf çekildik.Hala sapasağlam ayakta durmasına hayran kaldık.
Timisvat ve Çinçiva ‘nın da dere üzerinde bulunan diğer köprülerden olduğunu ama vaktimiz kısıtlı olduğu için hepsinde fotoğraf çekilemeyeceğimizi söyledi Esra Öğretmen. Bir sonraki durağımız Zilkale oldu.Patika bir yoldan yürüyerek kaleye çıktık.Yeşil dağların arasında sapasağlam duruşu ile hepimizi kendine hayran bırakan bu kalenin yaklaşık beş,altı yüzyıllık tarihi olduğunu öğrendik.Kaleyi gezerken birden başlayan yağmur karşısında şaşıran yalnızca ben oldum sanırım.Yaz mevsiminde bu kadar çok yağmur yağmasına şaşırdığım kadar herkesin hazırlıklı gelip çantasından şemsiyelerini çıkarması da beni çok şaşırtmıştı.Esra öğretmen otobüsten getirdiği iki şemsiyeyi bana ve anneme uzatarak “Burada dört mevsim yağmuru görmek mümkün Öykü’cüğüm.Rize ülkemizin en çok yağış alan ilidir.Bizler bu duruma alışkın olduğumuz için hep hazırlıklı oluruz.” diyerek şaşkınlığımı giderdi.
Otobüsümüz ormanlar arasından kıvrıla kıvrıla devam eden yolun sonunda bizi Ayder Yaylası’na ulaştırdı.Ahşap evler ve otellerin bulunduğu,yamaçlarında insanların tulum eşliğinde horon teptiği,temiz havasıyla ve güzelliği ile başımızı döndüren bu yaylaya hayran kalmıştık.Esra Öğretmen “Ayder yaylası kış mevsiminde de harika görünür.Hatta her yıl burada Kardan Adam Şenliği düzenlenir.Ayrıca Rize’de bir çok yayla var.Bir dahaki gelişinizde sizi Pokut,Gito,Palovit,Anzer yaylalarına da götürmek isterim.” dediğinde o kadar sevinmiştim ki tekrar Rize’ye gelmek için şimdiden sabırsızlandım.
Artık akşam olmuştu. Geceyi Esra Öğretmen’in evinde geçirmek üzere tekrar Çayeli’ne döndük.Eve geldiğimizde bizi Esra Öğretmenin minik kızı ve bir kaç velilesi karşıladı. Akşam yemeği için masayı donatmışlardı.Lahana sarması,hamsi tava, turşu kavurması,laz böreği,hamsikoli,mısır ekmeği, pepeçura tatlısı ve daha neler neler.Bir çoğunu ilk kez tatmama rağmen bu yiyecekleri beğenmemek elde değildi.
Günün sonunda göz kapaklarım uykuya yenik düşmek üzereydi..Bu güzel gün için arkadaşlarıma ve Esra Öğretmeni’me ayrı ayrı teşekkür ettim.Şimdi dinlenme vakti.
Bekle bizi Artvin
ÖYKÜ ARTVİN’DE
Gün ağarırken erkenden Artvin’e doğru yola çıktık. Sımsıcak bir yaz sabahıydı. Engin Karadeniz yol boyunca bize eşlik ediyordu. Bir tarafımızda Karadeniz diğer tarafımızda ise yemyeşil çay tarlaları ve ormanlar vardı. Rize’den, Esra öğretmenimden ve orada tanıştığım arkadaşlarımdan ayrılacağım için üzgündüm. Ama diğer taraftan Ceyhun öğretmenim ve yeni arkadaşlarımla tanışacağım için içimi bir heyecan sarmıştı. Arhavi ilçesine geldiğimde Ceyhun öğretmenim ve iki öğrenci bizi bekliyordu. Ceyhun öğretmenim bizi Yağmur ve Mertcan ile tanıştırdı. Yağmur kendi köyünden topladığı çiçeklerle yaptığı tacı bana verdi. Öğretmenim ve arkadaşlarımla sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuş gibi kaynaştık. Ceyhun öğretmenim sabah kahvaltısı için Şavşat Evi’nde bize sofra hazırlatmıştı .Karadeniz müzikleri eşliğinde hızlıca yola koyulduk. Birazcık ilerledikten sonra Hopa’ya geldik önümüze bir yol tabelası çıktı. Tabelanın üzerinde Sarp yazıyordu. Ceyhun öğretmenime sarp ne demek diye sordum. Ceyhun öğretmenim, ”Sarp, Gürcistan ile ülkemizi birbirine bağlayan en büyük sınır kapısıdır.” dedi. Ama biz diğer yola saparak Cankurtaran Dağı’na doğru tırmanmaya başladık. Zirveye geldiğimizde küçük bir mola verdik. Buradan Karadeniz, dağların eteklerindeki ormanlar ve yemyeşil çay tarlaları bize eşsiz bir manzara sunuyordu.
Borçka İlçesine geldiğimizde kocaman bir nehrin köprünün altından akıp gittiğini fark ettim. Yağmur, bu nehrin adının Çoruh olduğunu söyledi. Üzerine barajlar kurulduğu için nehrin artık durgun aktığını ve eskiden bu nehir üzerinde rafting sporunun yapıldığını da sözlerine ekledi. Şavşat’a geldiğimizde saat 09.00’a gelmişti. Arabadan iner inmez folklor ekibi bizi karşıladı. Coşkuyla Atabarı ve Horon oynuyorlardı. Ceyhun öğretmenim Atabarı’nın eski isminin Artvin Barı olduğunu ve Atatürk’ün Artvin seyahatinden sonra isminin değiştirilip Atabarı olduğunu bize anlattı. Bu memlekette Atatürk’ün ne kadar çok sevildiğini fark ettim. Oradakileri selamlayarak Şavşat Evi’ne geçtik. Artık karnım çok acıkmıştı. Bizi bekleyen dışarıya kurulmuş kocaman bir sofra ve kuş cıvıltıları eşliğinde bizi selamlayan Şavşat’ın eşsiz doğası beni ve annemi adeta büyülemişti. Peynir eritmesi (muhlama), sinor , erişte, mısır ekmeği, pekmez, tereyağı ve un karışımından yapılan hasuta, yöresel adıyla korova (kızılcık şurubu), kuymak, çeşit çeşit reçeller ve pekmezler sofrada bizi bekliyordu. Kahvaltıdan sonra iki takım kurup sopalarla Koco (Goco)yöresel oyununu oynadık. Benim takımımda Rabia, Merve, Emircan, Nehir ve Sudenaz vardı. Kahvaltıyı biraz çok kaçırdığım için çok koşamasam da oyunu kazanmasını bildik. Hepimiz çok eğlenmiştik.
Kahvaltıdan sonra Şavşat Belediye Başkanı Ahmet Sinan Öztürk de Karagöl, Cevizli Kilisesi, Tepeköy Geleneksel Yaşam Kültürü Müzesi gezisine bizimle katıldı. Yolda bize Şavşat ilçemizin Cittaslow (Sakin Şehir) ünvanına sahip olduğunu, Şavşat’ımızda birde Çocuk Belediye’sinin bulunduğunu ve Çocuk Belediyesi olarak yaptıkları faaliyetleri bize aktardı. Karagöl, çam ve ladin ağaçlarıyla çevrili mükemmel manzarasıyla bizi selamlıyordu. İçinde rengarenk balıklar vardı. Ceyhun Öğretmenim Artvin’de Karagöl ismiyle bir çok gölün bulunduğunu bize anlattı.
Şavşat gezimizi bitirdikten sonra öğle yemeği için Ardanuç ilçesine doğru yola çıktık. Ardanuç’a varmadan cehennem deresi kanyonu önünde durduk. Ceyhun öğretmenim bu kanyonun Amerika’daki Grand Kanyon’dan sonra dünyanın ikinci büyük kanyonu olduğunu söyledi. Kanyon biraz ürpertici olsa da kesinlikle görülmeye değer bir doğa harikasıydı. Ardanuç’un meşhur cağ kebabını yemek için bir lokantaya girdik. Burada pişirilen kuzu eti adeta bir sakızı andırıyordu, çok yumuşaktı. Buradan da Artvin şehir merkezine doğru yola çıktık. Yolculuk esnasında Özkenan’ın şakaları hepimizi gülmekten yerlere yatırıyordu. Artvin’e vardığımızda kocaman bir Atatürk heykeli karşımıza çıktı. Aleyna arkadaşım, orası Atatepe, ‘’Bu heykel dünyadaki en büyük Atatürk heykelidir’’ dedi. Atatepe’ye çıkıp burada arkadaşlarımla çay içip simit yerken, Artvin’in bir dağın eteğine kurulmuş şirin bir şehir olduğunu gördüm. Daha sonra boğa güreşlerinin yapıldığı Kafkasör Yaylasına geçtik. Her yıl haziran ayında ülkemizin birçok köşesinden buraya şampiyon boğalar getirilerek burada eğlenceli bir festival yapılıyormuş.
Dilara arkadaşım Yusufeli ilçesinde halen rafting sporunun yapıldığını ve ayrıca Gürcü Krallığı’ndan kalma Barhal Kilisesi’nin bulunduğunu Murgul ilçesinde ise ülkemizin önemli bakır rezervlerinin bulunduğunu söyledi. Gün batımına doğru Artvin maceramızı ölümsüzleştirmek için bolca fotoğraf çekindik. Artık ayrılık vakti gelmişti. Ceyhun öğretmenim ve arkadaşlarımla vedalaştım. Umarım tekrar gelmek nasip olur diye dilek tutarak yanlarından ayrıldım. Yarın yeni bir şehir ve yeni arkadaşlar…
ÖYKÜ ARDAHAN’DA
Türkiye’nin güzel illerinden biri olan Ardahan’a geldim. Bedriye öğretmen ve öğrencileri bizi sıcak ve gülen yüzleriyle karşıladılar. Beni önce Ardahan Kalesi’ne götürmek istediklerini söylediler. Kaleden Ardahan’ı ve Kura Nehri’ni izledik. Yeni arkadaşlarım yanımdan hiç ayrılmıyor, sürekli benimle konuşmak istiyordu. Hepsi de bana çok iyi davranıyor ve beni sürekli güldürüyordu. Şimdiden onları çok sevdim. Kamelyalardan birine oturduk. Arkadaşlarım yanlarında getirdikleri yiyecekleri çıkardılar. Kura Nehri’ni ve Ardahan’ı izleyerek kahvaltımızı yaptık. Bedriye öğretmen, Ardahan Kalesi’nin uzun yıllar Osmanlı topraklarını Kafkasya’dan gelen saldırılara karşı koruduğunu söyledi. İl adını Arda Türklerinden almış. 1992 ‘de Kars’tan ayrılarak il olmuş. Kaleden sonra Kongre Binası’na geçtik. Burası 1911 yılında Ardahan, Rus işgalindeyken yapılmış ve tek katlı, taştan örülmüş bir binaydı. Buraya yazılan yazılar, işlemeler ve içindeki eşyalar bana Kurtuluş Savaşı’nı ve tarihimizi hatırlattı.
Sonraki durağımız olan Ardahan’ın en ünlü yerlerinden biri olan Çıldır Gölü’ne doğru yola çıktık. Burası büyük ve güzel bir göldü. Doğu Anadolu’nun en büyük tatlı su gölüymüş. Gölde sarı balıklar yüzüyordu ve bu balıklar sadece Ardahan’da varmış. İnsanlar geçimini dört mevsim balık tutarak sağlıyormuş. Ama balıkların nesli kuraklık yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaymış. Çıldır Gölü’nün kıyısındaki küçük balık lokantasında bu balıklardan yedik. Göl balığı olmasına rağmen oldukça lezzetli bir balıktı. Ayrıca her yıl kışın burada ‘’Kristal Göl Festivali’’ düzenleniyormuş. Bu festivalde atlı kızak, at yarışları, atlı okçuluk yarışları, cirit, buz pateni gibi etkinlikler yapılıyormuş. Ben de en kısa zamanda bu festivale gelmek istiyorum.
Buradan Damal İlçesi’ne geçtik. Ata Mahallesi’ne vardığımızda saat 18:00’a geliyordu. Artık o kadar yorulmuşuz ki çimlerin üzerine oturduk. İki dakika sonra gördüğüm manzara muhteşemdi. Çünkü karşımdaki dağda Atatürk’ün silüeti duruyordu. O andaki heyecan ve mutluluğum tarif edilemezdi. Atatürk’ün silüeti kaybolana kadar onu izledik. Kalkmak üzereyken arkadaşlarım bana ‘’Damal Bebeği ‘’ni armağan ettiler. Muhammed, Damal bebeğinin 1996 yılında Japonya’da düzenlenen ‘’Yöresel Foklorik Bebekler’’ yarışmasında dünya birincisi olduğunu söyledi. Hayatımda aldığım en güzel ve en anlamlı hediyelerden biri oldu.
Ardahan merkeze geri geldik. Elif’in annesi bizi akşam yemeğine davet etmişti. Bizim için ısırgan çorbası, kaz etli üçlü pilav, kaz mantı, un helvası hazırlamış. Hepsi birbirinden lezzetliydi. Kalkarken anneme ‘’Ardahan’ın balı ve kaşar peyniri meşhurdur ‘’dedi ve hazırladığı balı, peyniri bize verdi. Bedriye öğretmen bizi evinde misafir etti. Güzel ve yorucu bir günü yine geride bıraktık. Yarın Kars’a doğru yola çıkacağız. Yeni yerler görme ve insanlar tanıma hayaliyle uykuya dalmışım.
ÖYKÜ AŞIKLAR DİYARI SERHAT ŞEHRİ KARS’TA
Kars’a yaklaştıkça heyecanım artmıştı. Cem Öğretmenimle Kars Terminali’nde buluşacaktık. Terminale vardığımızda Cem öğretmen bizi bekliyordu. Öğrencileriyle gelmiş ve bizi onlarla tanıştırmıştı. Arkadaşlarım bizi buranın Atatürk’ün Kars’a ilk geldiği günün anısına yazdıkları ‘ Hoş Gelişler Ola Mustafa Kemal Paşa’ şarkısı eşliğinde Kars’ın yöresel Kafkas Oyununu oynayarak karşıladılar. Çok mutlu olmuştuk. Şehir merkezinden Taş köprü ve tarihi hamamların yanından geçerek ihtişamlı Kars Kalesinin arkasında bulunan Katerina Saray Oteli’nde Karsın yöresel kahvaltısını yapmaya geldik. Oteli görünce ‘Ne kadar değişik bir isim’ dedim. Osman adlı arkadaşım merakımı giderdi. ‘Katerina eski Rus Çarının eşidir. Otel ismini buradan alıyor. Sarıkamış ilçemizde de yine Rus Çarının eşi Katerina için yaptırdığı av köşkü var..’ Dedi. Biz konuşurken kahvaltı masamız hazırlanmıştı bile. Masada bulunan Kars’ın meşhur peynirleri çeçil, gravyer, kaşar, lor ve Kars’ın meşhur çiçek balı, doğal tereyağı, tandırda pişen lavaşı,fesellisi ve daha bir sürü yiyecek sanki bir sanat eseriydi.. Midemden önce gözümün doyduğunu hissetmiştim. Bu tadına doyum olmayan kahvaltımızı yaparken Yaren arkadaşım Cem Öğretmene kahvaltıdan sonra nereye gideceğimizi sordu.Cem öğretmen Kars Kalesini gezip oradan Türklerin Anadoluya ilk girdikleri yer olan Ani Harabeleri’ne gideceğimizi söyledi. Kahvaltıdan sonra otelin yukarısında hakim bir tepeye kurulmuş olan Kars Kalesine doğru yürümeye başladık.
Yol üzerinde Anadolu’ya ilk gelen akıncılardan ve manevi büyüklerden olan Ebu’l Hasan Harakani Hazretlerinin türbesinin de içinde bulunduğu Evliya Camisinin ziyaretçi akınına biz de katılmış olduk. Türbenin içinde Ebul Hasan Harakani ve onun la beraber şehit olmuş arkadaşlarının mezarları vardı. Türbe ve cami ziyaretimizden sonra caminin hemen yanındaki 12 Havariler kilisesini gezdikten sonra kaleye doğru taşlı bir yoldan çıkmaya başladık.
Nihayet kaledeydik. Kaleye ilk girişte içinde savaş döneminde şehit olan Celal Baba’nın türbesini gördüm. Kalenin ziyaretçilerini ilk karşılayan da oydu. Kars Kalesinde birçok küçük oda gibi bölmeler ve kale burçları vardı. Şehre hakim bir yerde ve çok geniş alana sahip bir kaleydi. Buradan kuşbakışı şehrin heryerini seyredebilmek çok zevkliydi. Manzara keyfimiz bittikten sonra vakit kaybetmeden çok merak ettiğim Ani Harabelerine doğru yola çıktık. Yol üstünde bulunan ve içerisinde dinozor ayak “kemiğinin de olduğu birçok tarihi eserin, eski paraların ve geçmiş döneme ait kıyafetlerin bulunduğu Kars müzesini gezdikten sonra yemyeşil çayırların arasından geçip Ani Harabelerine ulaştık.
Kocaman surlarla kaplı şehir içerisinde 3000 yıldan beri gelen bir geçmişin verdiği koku Ani Harabeleri’ne girer girmez insanı büyülüyordu. Bu harabelerin içerisinde birçok kilise vardı.. Ayrıca Anadoluya gelen Türklerin ilk camisi ve Anadoluda namaz kılınan ilk yer olan Ebu’l Manuçehr Camisi de vardı. Karşımızda Ermenistan sınırı, arada sadece bir akarsu var. Bu akarsuyun üzerinde tarihi İpek Yolu’nun geçtiği köprüyü gördüm. Bir kısmı geçen zamanla beraber yok olmaya yüz tutmuştu .Buradayken öğretmenimiz Ani Harabeleri’nin 2016 yılından itibaren UNESCO kültür mirası listesine eklenmiş ve içerisinde halen tarihi eserler bulunabilen bir yer olduğunu söyledi. Böyle bir mirasın dünya çapında Kabul görmesi gurur vericiydi. Ama buradan ayrılıp yazı ayrı kışı ayrı güzel olan Çıldır Gölü’ne gitme zamanı gelmişti.
Bir saatlik yolculuktan sonra Türkiye’nin en büyük göllerinden biri olan Çıldır Gölü bütün ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Çıldır gölünü don olmadığı zamanlarda feribotla gezmek mümkün olduğundan biz de feribotla bu gölü gezdik.Gezimiz sırasında Karslı aşıkların atışmasını dinlemek benim için büyük bir sürpriz olmuştu.Böylece Türklerin Orta Asyadan beri kültürlerinin vazgeçilmez unsurlarından Aşıklık Kültürünün devam ettiğini görmek muhteşemdi. Feribot turundan sonra sadece Çıldır Gölünde bulunan sarı balığın tadına da baktık. Gerçekten lezzetli bir balıktı. Artık Sarıkamış’a doğru yol alma vakti gelmişti. Şehitliği görecek olmak beni çok heyecanlandırıyordu.Nihayet Sarıkamış’a ulaşmıştık. Sarıkamışın içerisinden geçip Allahuekber Dağlarındaki şehitliğe geldik. Şehitlik gerçekten manevi doygunluğu hissedilen harika bir yerdi. Şehitlik ziyaretimizden sonra Katerina Av Köşküne geçtik. Sarıkamış’ı tepeden gören bu köşk tamamen ahşaptı. Birçok odası olan ve bazı odaları içiçe bulunan bu köşkte huzur bulmamak imkansızdı. Köşkü gezdikten sonra Cıbıltepe kayak merkezine gidip kayak pistinde ve oteller bölgesinde kısa bir gezinti yaptık.
Kars’tan ayrılmadan önce adaşım olan Öykü’nün annesinin yaptığı leziz Kars yemeklerini yemek için onların evine geçtik. Öykünün annesi bize masadaki yemekleri tanıttı. Evelik çorbası, jajerun, haşil , kars ketesi, hasude, umaç helvası, hangel, velibağ, piti, bozbaş, kuymak ve tabi ki bulgur pilavı üzerinde kars kazı vardı. Bu yemekleri yemenin tadı paha biçilemezdi.
Her ne kadar buradan ayrılmak istemesem de artık ayrılık vakti gelmişti. Buradaki insanların misafirperverliğini, şehrin tarihi dokusunu ve lezzetli yiyeceklerini hiç unutmayacaktım. Cem öğretmenim ve arkadaşlarım bizi Doğunun marka kenti serhat şehrimiz Kars’tan Iğdır otobüsüne bindirdiler ve Karstan mutlu bir şekide ayrıldık.
ÖYKÜ GÜNEŞ’İN İLK DOĞDUĞU ŞEHİR IĞDIR’DA
Evet bugünkü durağımız Iğdır. Zaten doğudaydım ama bu defa ülkemizin en doğusuna,ülkemize Güneş’in ilk göz kırptığı şehir olan Iğdır’a gidiyorum.Kars’tan ayrılıp yüksek yüksek dağların arasında yolculuğumuz devam ederken bir heyecan,bir sevinç kapladı yüreğimi. Sabırsızlanıyordum. Iğdır’da beni neler bekliyor,bir an önce yaşamak istiyordum. Neyseki kısa süren yolculuğumuzun ardından günün ilk ışıkları ile Iğdır’a vardık. Anlaştığımız gibi Ceylan Öğretmen ve öğrencileri bizi leylekler heykelinin karşısında bekliyordu. Arabadan inip hemen onlarla tanışmaya başladım. Hatta daha tanışmadan adını sonradan öğrendiğim Seyran arkadaşım tezcanlılığıyla: ‘’Hoş geldin Öykü,hepimiz seni çok merak ettik ama en çok ben merak ettim.’’ dedi. Hep birlikte gülüştük. Ardından Seyran’ın evine kahvaltıya gittik. Annesi kahvaltı için neler neler hazırlamamıştı ki…Buraya özgü otlu peynirler,mis gibi köy yumurtası,tandırda annesinin pişirdiği sıcacık ekmekler ve ilk defa tattığım patlıcan reçeli. Patlıcanın reçeli mi olur demeyin bal gibi de oluyormuş. Kahvaltının ardından Tuzluca’daki Tuz Mağaraları’na gitmek üzere yola koyulduk. Arkadaşlarımın ellerinde el fenerlerini görünce dayanamayıp neden aldıklarını sordum. Bu defa da Mina hemen cevap verdi. Mağara karanlık olur Öykü, sen korkma diye aldık,dedi. Yeni tanıştığım arkadaşlarımın beni bu kadar düşünmeleri o kadar hoşuma gitmişti ki…Daha şimdiden iyi ki geldim Iğdır’a diye düşünmeden alamadım kendimi. Yol üzerinde meyve bahçelerini görüp durmamızı istedi Ceylan Öğretmen. Öykücüğüm buranın kayısılarının tadına bakmalısın mutlaka, hep Malatya’nın kayısısı meşhurdur diye biliriz ama Iğdır’ın kayısıları da çok meşhurdur diye ekledi. Ben bunu daha önce hiç duymamıştım ama bir tane kayısı yerken gerçekten de ne kadar haklı olduklarını anladım. Yolumuza devam edip Tuz Mağaraları’na geldik. Hep birlikte elimizde fenerlerle içeriye girerken gelen soğuk hava ile yaz günü serinledim biraz. O anda arkadaşım Şiyar anlatmaya başladı hemen. Biliyor musun Öykü buradaki tuz birçok hastalığa iyi geliyormuş. Hem de o kadar çok tuz var ki burada korkma sakın hiç tuzumuz bitmeyecek dedi gülerek. Ve o sırada Ceylan Öğretmen bana bir tuz parçası uzatarak bunu odana koyarsın Öykücüğüm ve baktıkça da bizi hatırlarsın dedi. Teşekkür ederek aldım ve oradan ayrılıp Aras Nehri’ne geldik.Tam öğle sıcağında nehrin kıyısında,kocaman ağaçların gölgesinde piknik yapmaya başladık. Hep birlikte şarkılar söyleyip oyunlar oynadık. O kadar mutluydum ki anlatamam…
Pikniğimizi sonlandırıp Soykırım Anıtı ve Müzesi’ne geldik. Kocaman 5 tane kılıç vardı gökyüzüne doğru yükselen. Kafamı kaldırıp tamamen bakmak istedim ama tepemdeki Güneş izin vermedi buna ve gözlerimi kırpmak zorunda kaldım ben de. Ceylan Öğretmen bu anıtın Türkiye’nin en yüksek anıtı olduğunu söyledi. Türkiye’nin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı’nı fark ettim sonra . Anı ölümsüzleştirmeyi başarıp Ağrı Dağı’nı arkamıza alarak toplu bir fotoğraf çekilmiştik işte. Akşam yemeğine Mina’ya davetliydik. İsimlerini ilk defa duyduğum yemeklerle donatılmıştı sofra. Ayran aşı,kuymak,kaysafa,tandır şiş,bozbaş ve diğerleri. Hepsi de birbirinden lezzetliydi. Yemeğin ardından artık ayrılık vakti gelip çatmıştı. Ceylan Öğretmen ve öğrencilerini tanıdığım için çok mutluydum. Bana bu fırsatı tanıdığın için teşekkürler Iğdır…
Published: Jun 12, 2018
Latest Revision: Jun 30, 2018
Ourboox Unique Identifier: OB-498242
Copyright © 2018